6 Eylül 1936 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

6 Eylül 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

6 Eylâl 1936 CUMHURÎYET Dostluğu perçinliyen şenlik Taksimde nihayet heyetlcr sahneye ' çıkmağa başlamıştı. Ilk evvel Bulgar dostlarımız, onlardan sonra Rumen dostlarımız çıktılar. Hepsinin muvaffakiyeti ayn ayn ve çok büyüktü. Sahneye çıkmak sırası Yugoslav dostlarımıza gelmişti. Tam son dakikada orkestradan bir genc geldi. Notalarda anlıyamadığı birşeylcr soruyordu. Zagrebli fettan kız heyetin nota mütehassısı imiş. Bu gence almanca anlatmağa başladı. Pek iyi anlıyamadığını görünce | hangi dilden istiane edeceğini şaşırdı. Türkçe bile konuştu: «Allcgro «çok» Allegro» dedi. Lâkin vakit yoktu. Orkestra adamile yan anlaşarak yan anlaşamıyarak sah neye çıkmağa mecbur oldular. §an ve şarkı güzeldi. Fakat geniş. bahçede az duyuluyordu. Bununla be raber çok alkışlandı. Millî danslar halkın çok hoşuna gitti. Bunlar da candan alkışlandı. Orkestranın bu notalara a cemi olması, danslar arasında çok uzun pozlar ve durmalar yapması değil, yalnız dansedenlerin fakat halkın da key fini bozuyordu. Bununla beraber çok muvaffak oldular, uzun uzadıya alkıjlandılar. 40 gence dün merasimle Profesör Prziç «Eğer imkân bulunursa 130 kişilik diplomaları tevzi edildi heyetimizle kışın da gelmeğe hazırız» diyor [Bajtarafı 1 inct sahifede] bit diplomasını almadan evvel aşağıdaki yemini ediyordu: «Hazarda, seferde, karada, denizde, havada, her zaman ve her yerde milletimize, memleketimize ve cumhuriyetimize doğruluk ve namuskârlıkla hizmet, ka nunlara, âmirlere, itaat edeceğime, askerliğin namusu Türk sancağınm şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cum huriyet ve vazife uğrunda seve seve canımı feda edeceğime namusum üzerine söz veririm.» Müstakbel denizci genclerin tam bir emniyet ve gururla and içmeleri çok heyecanlı oldu. Diploma tevzii merasimi bittikten sonra yeni çıkan yarsubaylardan Oğuz bir nutuk söyliyerek komutanlara ve davetlilere teşekkür etti ve vazifelerinin bu andan itibaren daha ağır olduğunu idrak ettiklerini kaydederek sözünü bitirdi. Balkan festivalinde Yeni denîz subaylarımız Miihim bir mesele KİTAB TİCARETİ Bir millî kültür meselesi olan bu işi tanzimde hükumetin yardımı lâzımdır Yazan: Dr. Muhlis Ete Son neşir şekli olan naşirin müellif ları, bilhassa küçük basım evleri basıt le ortaklaşa kitab bastırıp satması usu fakat çok uygun ve ucuz şartlarla ça lüne bizde daha nadir tesadüf olun hşan müesseselerdir. Binaenaleyh bu maktadır. sahada vaziyetleri çok müşkül değildir. Kitab sahibi için zâhiren daha kârh O halde asıl müşkülâtı tevzi sahasında gözüken bu usul, gerçi müellif aramak icab ediyor. Kitab ticaretinde naşirin vazifesini lehine bir iştir. Fakat müellif için görüdükten sonra doğrudan doğruya kitab tab'ı ve satışı Bilhassa taşra satışı kontrolu çok güç olan bir mesele halka kitab satan kitabcının vaziyetini dir. Kitab gibi tedricen satılan ve ge tetkik edelim: Maamafih Avrupada naniş bir satış teşkilâtı istilzam ettiren şirle kitabcı arasında kitab ticaretüe bir metaın hakikî sürümünü tayin et iştigal eden bir zümre daha vardır. mek kolay değildir. Meselâ neşir ve ki Bunlar kitab kumusyoncularıdır. Bil tabevinin taşra bayilerine gönderdiği hassa Almanyada çok inkişaf etmiş okitablardan ne miktarımn satılıp satıl lan bu sınıf ayrı ayrı şehir ve memle madığını bilmek değil, kitab sahibi i kette bulunan kitabcılarla naşir arasınçin, bunları sevkeden neşir ve kitabevi da cereyan eden ticarete tavassut ederiçin çok müşkül bir keyfiyettir . ler. Kitabcıların ayrı ayrı neşir evlerinKitab ticaretinin satış cephesinden den kitab tedarik etmeleri ve tediyede daha sonra bahsedeceğim için gene na bulunmaları müşkül olduğundan sipaşirlerimizin bastıracaklan kitab mev riş edecekleri kitabları bu kitab ku zuları ve yazıcılarını intihablarında pek musyoncuları vasıtasile görürler. büyük zahmet çekmediklerini tekrar Türkiyede sırf kitab ticaretine tavasedeceğim. sut eden ve münhasıran bu işi kendıle Esasen mahdud olan okuyucu kütle rine meslek ittihaz eden bir zümre ol sinin ekseriyetini bizde mektebliler ve duğunu zannetmiyorum. Bizde taşra talebeler teşkil eder. Bunları da alâka bayileri siparişlerini münasebette bu dar resmî müesseseler tayin eder. Bun lundukları kitabcılara verirler. lardan sonra gelen umumî kitabların Kitab ticaretinin en mühim kısmını nev'i hakkında naşirlerimizin bir fikri kitab satışı teşkil eder. Mahn müsteh yok değildir. Fakat bu malumatları like ulaştırılması burada hususî bir vamaalesef mahduddur. Okuma ihtiya ziyet arzeder. Çünkü kitab metaı bir cını artırmak, tenevvüe doğru sevket çok mallar gibi istihlâke değil, istimale mek hususunda neşir müesseselerimiz yaramaktadır. de pek fazla bir faaliyet göremiyoruz. Satılan kitab çok defa kullandıktan Gerçi maarif seviyesi, okuma ihtiyacı, sonra tekrar geriye gelerek satışa arzealım kabiliyeti, kitab sürümü, kitab dilmektedir. Diğer taraftan zamanı vetab'ı, neşriyatın inkişafı hep elele yü rüyen faaliyetlerdir. Fakat her istihsal ya modası geçmiş kitablar daha ucuz de olduğu gibi burada da müteşebbis fiatlarla tekrar piyasaya çıkmakta ve müstahsil ve tüccar, mevcud vasıtalar bazan ilk dükkân fiatlarile rekabet etla kendi metaına olan ihtiyacı azamî mektedir. Hatta bundan dolayı kitab dereceye artırmağa gayret edecektir. ticaretinde kullanılmış veya zamanı Kitab gibi nazik bir meta da şöyle dur geçmiş kitabların satışile meşgul olmak sun, bugün harcı âlem dediğimiz bir üzerinde hususî bir kitabcılık türemişçok emtiada istihlâk kendiliğinden ço tir. (Antiquariat)... ğalıp istihsale gelmemiştir. Kitab ticaretinden ayrılan diğer bir Gene bızım naçı*1"•'* •« • kol kira ile kitab vericiliktir. "» » Görüyoruz ki zâhiren basit ve yek leketlerınkıne nazaran rüçhan cihetleri hakkı telif meselelerinden fazla rn'eŞgUİ nasafc bir işktme arzeden KIUU w«a*colmamalarıdır. Bazı naşirlerimiz ya tinin, ayni malı muhtelif fiatla satan, bancı dillerden bir kitab seçip bunu muhtelif işletme tipleri, şubeleri vardır. muayyen bir para mukabilinde tercü Fakat bunları bir kenara bırakarak ve yalnız yeni kitab satışile meşgul olan me ettirip bastırıyor. Türkiye, Bern konvensiyonuna dahil kitabcılık işletmesi ve kitabcının vaziolmadığı için kitabı türkçeye tercüme fesi üzerinde duralım: Kitabcılık birçok vasıfları istilzam etedilen yabancı müellifin veya bu kitabın neşrini üzerine almış olan neşir tiren bir san'attır. tyi bir kitabcı umuevinin bizim neşir evinden bir ücret mî ve meslekî kültür görmüş bir adam veya tazminat istemeğe hakkı yoktur. olacak, ayni zamanda ticaretten, piyaBu konvensiyona dahil olmamamız sadan anhyacaktır. Kitab alan müşteriTürk kitab ticareti için büyük bir men lerin kültürü umumiyetle diğer eşya faattir, bir aktiftir. Çünkü garb mem satın alan müşterilerin kültüründen leketleri kitablarını pahalılaştıran mas yüksek olduğu için. bunlara hitab, bunraf unsurları meyanmda bu «hakkı te ları ikna, bunlarla muamele bir hayli lif> ler önemli bir yekun teşkil eder. nazik bir meseledir. Müşteriye bir kitab tavsiye eden veGarbde naşirlerin bu hakkı telif meseleya muayyen bir kitab hususunda fikri lerinden dolayı müelliflerie kendi aralarında çıkan ihtilâflar Avrupa mahke sorulan bir kitabcının bilgisi geniş ol melerinin davalarını çoğaltan işlerden malıdır. Ayni zamanda naşirlik yapan dir. Bizim mahkemelere hakkı teliften müesseselerde bu mesele daha mühimdolayı gelen davalar ender vukuattan dir. Yalnız neşredilecek mevzuu ve muharririni aramak hususunda değil, ayni dır. Türk naşirlerinin kitabların istihsal zamanda neşredilen kitabı. halka ve ayani tab'ı uğrunda uğradıkları müşkü lâkadarlara tanıtmak hususunda geniş lât ve yaptıkları masraf garb memle bir görüş lâzımdır. Hangi kitab ne zaketlerine nazaran çok azdır. Ayrıca bir man satılır ve kime arzedilir, bunu idebahis olarak tetkik edebileceğimiz ki al kitabcı bilmelidir. Bir vitrin tanziminde, bir katalog tab tabı işlemesi üzerinde biraz tertib ve tevziinde kitabcının kabili durursak görürüz ki Türk matbaa yetini görmek mümkündür. [•] Birinci yazı 3 eylul tarihli sayımızDr. MUHLtS ETE dadır. mişti. Yeni arkadaşlarile, henüz Payas dakilerle olduğu gibi dost olamamıştı. Harbiyeden yeni çıkmış genc bir zabit vekili ile bir de sert tatiatli, hiç yüzü gülmez, hiçbir şeyden hoşlanmaz, hırçm bir yüzbaşısı vardı. Saniha, onun mektublarındaki bu tafsilâtı okumaktan zevk duyardı. Onun dar ve mahdud bir çerçeve içinde geçen medenî ve monden hayatına, bu mektublar uzak ve geniş sahaların sıcak rüzgârını getiriyordu. Bu macera ve meçhul şeyler dolu rüzgâr, kendisile Ercümend arasında sihirli ve esrarh bir şiir havası yara tıyordu. , Ercümend, ona, adeta çölden farksız olan Suriye hududu boylarındaki çorak yerlerde sık sık yaptıkları uzun yürüyüşleri anlatırdı. Keskin güneş ve bol tozun gözleri berbad ederek dimağlan uyuş turduğu yürüyüşlerde, kendisini düşünerek bütün meşakkatlere tahammül etti ğini yazardı. Genc mülâzimi, en çok sinirlendiren günlerin bitip tükenmek bilmez bir ağırlıkla geçmekte olması idi. Bu yüzden mezuniyet zamanı, ona bir türlü gelmiyor ve hiç te gelmiyecekmiş kadar uzak görünüyordu. Her mektubunda, âsabını kırıp geçiren bu intizarın uzunluğundan şikâyetçi idi. Mektublarının sonunda, muttaka, Payastaki hayatlarından bir iki güzel hatırayı kaydeder, Mersindeki hâdiseden hiç bahsetmez, hatta imada bile bulunmaz vc Sanihaya asla sen diye hitab etmek cesaretini göstermezdi. Bu mektublar, arzu ve ihtiras buselerile değil müşfik ve mahcub nüvazişlerle biterdi. Onun bu .ihtiyatkâr ve utangan lisan önceleri Sanihanm hoşuna gitmişti; fakat kendisini kollannın arasına almış kendisine malik olmuş genc ve ateşli bir erkeğin gösterdiği bu fazla nezaket ona biraz sun'î ve soğuk gelmeğe başladı. Nihayet, günün birinde, Saniha, kendis coşkunluk ederek bu çok afif âşıkına ihtiraslı bir mektub yazdı ve delikanlıya «Seni bütün kadınlığımla, doymami! bir arzu ile seviyor ve istiyorum; kolları mı boynuna dolamak, güzel başını sine min üstüne sımsıkı bastırmak, Saçların bütün kuvvetimle koklamak istiyorum anlıyor musun?» diye bağırdı. lArkast vari Et ucuzlamış mış! asreddin Hocanın ete taalluk eden fıkrasını herkes bilir: O, evceğizinde bir köşeye çekilip hulya kuruyormuş ve herhangi bir tesadüfün lutfile eline bir çil akçe geçerse biraz et alarak kaynatmayı, bir küçük kâse dolduracak kadar etsuyu çıkarmayı düşünüyormuş. Zavallı adam, muhayyel etsuyile pişirmek istediği çorbanm pirincini hayalhanesinde henüz yıkamaya başlamadan kapı çalınır ve komşunun çocuğu koca bir çanağı hocanın burnuna doğru uzatır: Annem, der, selâm söyledi. Biraz etsuyu istiyor. Rahmetli Nasraddinin cevabı şaşkın şaşkın bir söylenişten ibarettir ve şudur: Zamane adamları hulyadan da koku alıyorlar, Tanrı kem nazardan saklasın!. Bizde de et, para darlığı başlıyalıdanberi dilde dolaşan bir kelime olmuştu. Sırageldikçe «insanın eti yenmez, derisi giyilmez» derdik, «etle tırnak arasına girilmez» meselini darbederdik. «Et kanlı, yiğit canlı gerek» tabirini kullanırdık. Etıne dolgun, et kafalı gibi sözler sarfederdik ve eti ekseriyetle bu biçimde tadardık!.. Münevverlerimiz, şüphe yok ki, bir et parçasında ne nisbette su veya albomin, yahud jelâtin bulunduğunu bilirîerdi. Lâkin bunu kitablarda okumak suetile öğrenirlerdi. Kaba et, beyaz et, kara et, kırmızı et, bizim için biraz vehmî ayrılışlardı. Çünkü Parislinin yılda yetmiş beş kilo et yemesine karşı bizim yılık et hissemiz beş kiloyu bile bulamıyordu. Bunu, bu durumu insanların ilk yaratılış itibarile ot ve meyva yiyici olmalarını üdığimize atfedenler belki bulunur. Fakat eti pek az yemekliğimizin bir sebebi de pahalılığıdır. Kilosu altmışa, yetmişe iatılan bir nesneyi bol bol kullanmak her iğitin kârı değildir. Hele sıhhî kıymetine imrenip te bugün et peltesi yaptırmak, zannetmem ki, zengin geçinenlerimizin de kesesine uygun düşsün. Malum olduğu üzere et peltesi on beş kilo sığır etile on jeş tavuğun birleştirilip kaynatılmasından ıkar. Fransızlar bu pelteye Glace de viande diyorlar ki nek n*fi* kîr* * ** ..*»k bir tenceıcücn ancak uz ellı gram pelte alındıgına gore o neaseti tatmak Tanrının her kuluna müyes;er olamaz Şimd duyuyoruz ki et, Îstanbulda da ucuzlamış imiş. Bu rivayet ne dereceye kadar doğrudur?.. Ben henüz inceliye medim ve bir netice elde edemedim. Faat karikatürcülerimiz, çala fırça, bu ucuzluğu canlandırmağa çalışıyorlar. Onarın nefis ve nükteli resimlerini gördükçe içime bir itimad geliyor amma zamane an'atkârlarının dedikodudan da ilham ıldıklarını bildiğim için kendilerinin Nasraddin Hocadan etsuyu istiyen komşu çocuğuna benzemelerinden korkuyorum! 1 Kıymetli primadonna Bahriye Haçiç Belgrad operası primadonnası Bahriye Haçiç Yugoslav heyetinde, şarkı ve şanda çok kuv\'etli olduklarını işittiğim müslüman Boşnaklardan kimsenin bulunma ması hiç şüphe etmem ki bir tesadüf e seridir. Fakat bir kişinin olsun bulun ması Türkiyede çok iyi tesir yapardı. Bu mülâhazalan serbestçe profesör Prjiçe söyledim. Tereddüdsüz cevab verdi: Tamamile bir tesadüf eseri. Ayni irk arasında din farkı bir aynlık teşkil etmez. Slovenya ve Hırvatistan halkı katoliktir. Bosnanın ekseriyeti müslümandır. Sırblar ortodokstur. Fakat hepimiz ayni Slav ırkıyız ve Yugoslav, yani cenub Slavlan devletinin tebeası ve ahalisiyiz. Bizim cemiyet azamız arasında otuza yakın müslüman Yugoslav genci vardır. Fakat dediğim gibi biz alelâcele geldik. Kimi çabuk bulabildikse onlan gelîrdik. Tam biz bunlan konuşurken, birkaç haftadanberi îstanbulda bulunan Yu goslavyanın büyük artisti Bayan Bahriye Haciç geldi. Profesörün sözlerini tekid edecek bundan iyi bir hâdise olamazdı. Profesörden başlıyarak bütün hem şerileri; bu artist, güzel, sarışın Boşnak kızının etrafını sardılar. O da herbirine söyliyecek tatlı sözler arasında anlatı yordu: Yağmurlu bir havada ta Yeşilköy den otomobille gelmek mecburiyetinden dolayı çok geç kaldığını, onlan sahnede göremediğine müteessir olduğunu söy lüyordu. Fakat gelir gelmez yüzlerinde «muvaffakiyet» okuduğunu ve bundan nekadar sevindiğini izah ediyordu. Büyük artistlerinin gösterdiği muhabbet ve alâkaya mukabil onlann duydukları sevgi ve hürmet hisleri yüzlerindf okunuyordu. Ben bir aralık gene profesör doktor Prjiçe yaklaştım: Matmazel Haciçi yalnız bir kere Belgrad operasında dinliyebildim. Çok muktedir artist. değil mi? dedim. Profesör ayağa kalktı. Göğsünü ifli harla kabartarak: l kb Bizim eıj büyük, en sevgili, en muhterem artisimiz. Bizim cemiyet büyük artisti azası arasında görmekle ayBu nutka mukabele eden mekteb konca iftihar eder, dedi. mutanı Albay Ertuğrul, yeni çıkan za Bizi nasıl görüyorlar? bıtlere büyük ümıdler bağladığını ve bu Sıra Türk festival heyetlerine gelmiş ümidlerin tahakkuku için sarfedecekleri ti. Bulgarlar, Rumenler, Yugoslavlar, enerjiyi, Büyük Şef Atatürkün gencliğe bütün misafirler sahneyi daha iyi gör hıtabesinde söylediği gibi, asil kanlarında mek için halk arasına dağıldılar. Yanı bulacaklaını söyledi. mızdaki masada oturan bir Bulgar kı Bundan sonra merasime nihayet verilezile bir Türk genci.. Daha ileride çocukrek, davetliler büyük bir nezaketle ha lu bir Türk ailesi arasına karışmış Ru men, Yugoslav, muhtelif misafirler.. Za zırlanan büfede izaz edildi. Bu sene güverteden mektebi bitiren 25 ten bütün lokanta salonu bir aile halkı zabit şunlardır: halini almıştı. Sabri, Cahid, Kemal, Celâl, Lem'i, Ben, tesadüfen mihmandarı bulunduHayri, Tevfik, Kenan, Nuri, tsmail, ğum Yugoslavlar arasındayım. Zeybekler oynuyordu. Misafirler be Tahsin, Haydar, Ibrahim, Sacid, Cemal, nim mevcudiyetimi bile unutarak bütün Sermet, Faruk, Behzad, Oğuz, Cemal dikkatlerini sahneye dikmişler, hayran (üçüncülükle), Cenab (ikincilikle), Adhayran bakıyorlar ve arada bir birbirle nan (birincilikle), Münir, Ahmed, Murine: «Aman ne intizam, ne çeviklik, ne zaffer. suples» diyorlardı. Makine kısmından aşağıdaki 15 zabit Lâzlarm bıçak oyununda dayanama mezun olmuştur: dılar. Ayağa kalktılar. Daha uzakta Basri, Orhan, Necded.Saffet, Ziya, kalmış olanlar da yaklaştılar. HerbirinMustafa, Sabri, Baki, Hayri, Necdet, den ayrı bir takdir sayhası çıkıyor.. Bir Kadri (üçüncülükle), Ahmed, îbrahim, kadın: Muzaffer (birincilikle), Fikret (ikinci Yalnız bunu görmek için buraya likle). gelmeğe değer. Avrupanm şarktan öğ Mektebi bitiren ve muvaffakiyetle dipreneceği ne çok şeyjer varoaış, diyordu... lomalarını alan gcnc dculc^ilcnıııic» î«fîV" Bizim bütün heyetleri candan alkış balde Türk denizxiliğine şerefli hizmetlıyorlar. Onlar sahneden döndükçe kenlerde bulunmalarını temenni ederiz. dilerile görüşmek için benim tavassutumu istiyorlardı. Türk, Yugoslav birkaç erkek ve kadın tanz. Bizi hayran eden çok yüksek sanbir masa başında toplanmış bulunuyo at kabiliyetli Türk gencleri heyetlerini ruz. Karşımdaki dalgın Slâv delikanlı bir gün evvel memleketimizde görmek, bütün milletimize tanıtmak en büyük esına «ihtisasatını» sordum: melimizdir. Kara saçlı, kara gözlü esmer Türk Hükumetçe, şehirce ve belediyece kadınları çok güzel, dedi. Onun yanında tamamile plâtin saçlı, imkânı bulunduğu takdirde biz de kışın mavi gözlü şirin Sloven kızı oturuyordu. 130 kişilik bütün heyetimizle gelmeğe hazırız. Sualimi ona da sordum: Muhterem profesörün Türkiye ve Türkler çok centilmen, çok samiTürkler hakkındaki samimî yüksek his mî, çok güzel insanlar. Geldiğime neka siyatını gösteren uzun ve çok kıymetli dar bahtiyarım, cevabını verdi. beyanatını yerin azlığından dolayı Solumdaki Türk arkadaşa sordum: Arkadaşım, dedi. Bunlar yabancı gazeteye geçiremediğime çok, çok mütedeğil ki.. Candan, gönülden dost. Hiç essirim. Balkan festivallerini düşünmekle ve bir yapmacık yok. Bütün kalb ve ruhlan açık.. Bu kadar candan samimiyet gör yapmakla İstanbul halkına çok nezih, medim. Birbirimizin dillerimizi anlama güzel, eğlenceli vakit geçirmek fırsatını dığımız halde anlaşıyoruz. Çok yüksek vermiş olan istanbul Belediyesine te şekkür ederken sayın profesörün bütün millet, çok güzel kızlar.. Bu karşılıklı dostluk ve samimiyet ha cemiyet azasile îstanbula gelmek husuvası içinde festival bitmiş, halkın yansı sundaki şu teklifinden istifade etmek sudağılmış, bizim haberimiz bile olmamış. retile bize kışın da güzel konserler dinlemek, muhterem dostlarımızın yüksek Profesör Prijic vedalaşırken dedi ki: Bize büyük Türk milletini yakın san'atını daha yakmdan görmek ve sevdan görmek ve tanımak şeref ve fırsatını mek ve takdir etmek imkânını araştırmavermiş olan İstanbul şehri Belediyesine sını rica etmemek elimden gelmiyor. bütün kalbimizle müteşekkir ve minnet V. B1RSON restant olarak göndermesini yazmıştı. Genç kadın, her postaneye gidişinde sank: bir aşk telâkisine gidiyormuş gibi kalbi heyecanla çarpardı. Halbuki Ercümen din mektublan, ekseriyetle ateşli bir aşk mektubu olmaktan ziyade, kardeşçe bir sevgi ile yazılmış bulunuyordu. M. TURHAN TAN •9 "Cumhurivetn in tefrikas* 58 Abidin Daver DAVER Hemen yermden fırladı, çok sevdiği kayısı güllerinin en güzelini kesti. Sonra, içeri koştu. Yazı masasınm üstünden bir kâğıd aldı. Üstüne şu satırları yazdı: «Size bahçemin en güzel gülünü gönderiyorum. Onu ağzıma yapıştırdım ve sizi düşünerek öptüm, öptüm...» Gülü mekubun arasına koydu, zarfın üstünü yazdı ve hizmetçisi ile hemen postaneye yolladı. On gün sonra, cevab aldı. Ercümend, sevincinden deliye dönmüştü. Mektubu aşk, hicran, arzu ve şükran dolu idi. Bundan sonra, Saniha, sık sık ona bahçesinden çiçek göndermeğe başladı. Ercümend, her çiçekli mektuba cevab yazıyor. Bu çiçekli mektubları aldıkça duyduğu saadeti anlatmakla bitiremiyordu. Saniha, daha ihtiyatlı olmak için, ona mektublarını Beyoğlu postanesine, post Bir, kendi bahçesindeki çardaklan, yeefl bir gök gibi, kaplıyan asmalann, sal kımlann, sarmaşıkların gölgesi altında, şırıl şırıl akan havuzun serinliğini düşün dü; sonra bir de, onun belki de tek ağaçtan mahrum, çöl gibi kırlarda, sıcaktan yandığını, terden piştiğini, rüzgârsızlıktan boğulduğunu düşündü. Kendi ken idine: «Kahraman zabitim, vazife uğrunda ne zahmetler çekiyor» dedi. O zaman kendi evinin konforundan kendi raha tından utanarak: «Ah, ona şu yeşil ve serin bahçenin havasmdan ve rahatmdan biraz gönderebil" sem; gözlerimi ve genzimi okşıyan şu çiçekli muhitin bir parçasını ona yollıya bilsem» diye düşündü. Bugün, bu çok sıcak hava, bu çok güzel kokan çiçekler, onu adeta üzüyordu. Sanki küçük bir kızkardeşe yazıyor muş gibi, Ercümend, ona bütün hayatını anlatıyordu. Askerî vazifesinin teferrüatını, kaçakçılarla musademelerini, ağır ve sıcak iklimin sinirleri üzerindeki tesirlerini, akşam üzerleri duyduğu melâl ve hicranı, gurubda, pek kısa süren bir alaca karanlıktan sonra, birdenbire siyah bir örtü gibi, kırların göz alıcı aydmlığını bastıran yaz gecelerinde, yıldızlara veya mehtaba bakarak Sanihayı hatırladığını yazıyordu. Son bir mektubunda bölüğünün karargâhı olan Kilisteki barakasını da tasvir ediyordu. Beyaz çam tahtasından yapılmış olan bu barakanın tepesinde, öğleyin güneş öyle bir kaynıyordu ki içindekilerin beyni eriyordu. Eşyaları, en son moda kübik mobilyelerden farksızdı. Çünkü gaz veya cepane sandıklarından yapıl mış, üzerlerine koyu kırmızı bez geçirli Salâhaddin Tan imzalı mektub sa übine: 1 Ben vaktile muallimdim. Âlim olamıyaeağımı kendiliğimden sezdim, talim kürsüsünü bıraktım, yeniden müteallim sırasına geçtim. Hâlâ taallüm ediyorum. Ilme ve âlime saygı göster meği öğreniyorum. Benden âlimane davalar çıkamaz. 2 Ne iinlil âlimler, ne kendim gibi müteallimler arasında admızın anıldı • ğını henüz duymadım. Siz meçhul dltmlerden bir zat olacaksınız. Eserlerinizi görmemekle beraber adınızı öğrendiği' me memnun oldum. 3 Eski Yunan. Roma klâsiklerini ve Alman. Fransız. İngiliz, Rus şaheser, lerini okumak için mutlaka o dilleri âğ*" renmek miAâzımdir ki Bezmü rezmin' âilimize çevrilmesi dileğini âlimane dava diye tezyif ediyorsunuz. Sizin gibi düşünemediğimi. sizin ayanmzda âlim ohnadığvna bafnslayınız. 4 Aslıvı basılmadan önce gördü • ğüm Bezmü rezmin yeni yapılan tercümesini de gördüm ve gözden geçirdim. Belki tenkiha, belki tashihe muhtacdır. Lâkin basılması lâzımdır. Çünkü aslından alınamıyan faydayı o verecektir. H: M. T. T. Selânik sergisjne giden eşyalar Yarın açılacak ve 16 eylule kadar devam edecek olan beynelmilel Selânik sergısinin Türk paviyonunda teşhir edi" lecek eşyadan bir kısmı daha dün sabah sergiye gönderilmistir. Usküdarda sünnet düğünü Üsküdar Kızılay şubesi 10 eylul 1936 perşembe günü aksamı Salacak Kızkulesl parkında sabaha kadar devam etmek üzere bir müsamere tertib etmiştir. O akşam Üsktidarın fakir çocukları Kızılay tarafmdan sünnet ettirilecektlr.

Bu sayıdan diğer sayfalar: