7 Ağustos 1937 Tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 6

7 Ağustos 1937 tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 6
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

L İstanb Yazan: Bizim Boğarziçinin Iki sahilei, tepele- rin sırtlarına kadar ağaçlayın.. Baştan başa orman olan bu sahilin boş kalan yerlerine zarif binalar yapıp, karşıdan karşıya asma köprüler kurun.. Sonra bu doyulmaz manzaralı sahili üç gün üç gece uzatıp bir vapur içinde baştan aşa- (i süzüle süzüle inin. İşte 0 zaman (Tu- na) üstünde seyahat etmiş olursunuz... Açık denizlerde, transatlântiklerle seya- hat edilebilir.. Tek tarafı manzaralı bir sahilden geçilebilir.. Ne bileyim ben da- ha neler olabilir, amma, Tuna kadar güzeli, Tuna kadar zevklisi (Amerikayı bilmem), dünyanın başka biç bir tara - fında olmaz.. * Malüm ya, meşrutiyetten sonra bile Tunanın bir çok tarafları elimizdeydi.. O- nun için hâlâ bile sık sık Türk eserle - rine tesadüf etmek mümkün.. Yol, çeş - me, köprü, han ve kitabeleri her zaman insanın karşısına çıkıyor.. Hattâ bir ta- rihte bir Macar vapurile Tuna üzerinden gidiyordum. Şimdi çetrefil bir isim taşı- yan bu vapurun son zamanlara kadar is- minin (Sultan Reşat) olduğunu kaptanı söylemiştir. İliklerine kadar Türk kanı işliyen bu yerlerden kolay kolay - izimiz kaybolmıyacağa benziyor. Bütün lâkay. dimize, benimsemeyişimizee Tağmen... Onlara türkçe konuşturabilmek iküi- darını gösterememişiz.. O vaktin kültür | goksanı bu mühim işin tabii bir engeli valmuş. Fakat üstün olan medeniyetimiz onların lisanlarına mecburi kelimeler sokmuş... Hâlis türkçeden, Türkler va - sıtasile gelen Arap ve Acemceden blr çok kelime ve tabirleri onlara hediye bı- Takmışız.. Sebze ve meyva isimlerini ol- duğu gibi aldıktan başka, lohusa, döşeme, perde, saray, konak, divan, züli, tavan gibi şehirleşen insanların kullanacakları isimleri, cetbecet gibi tabirleri, cevahır- ci, camcı, tenekeci, yoğurtçu gibi esna - Otomobil ile uldan Avrupaya Adakaleden geçerken ü 'an Vasfi Rıza Zobu lanmağa mecbur kalmışlar.. bakılırsa böyle iki üç bin kelime var - mış. Bunları duymak bile gurbet elle » rinde insanın koşuna gidiyor. $ir Rivayete Size (Adakale) denilen Tuna üstün - deki adacıktan bahsedeceğim.. Biliyor - sunuz ya, dört tarafı yabancıların eline geçtiği halde, nasılsa bu adayı harita Ü- zerinde görememişler, Osmanlı devletile yaptıkları bir muahedede her halde bir gaflet eseri olarak bize bırakmışlardı.. Osmanlı hükümetinin son günlerine ka- dar bu adalılar, kalelerinde Türk bay - rağı dalgalandırmışlar.. Ahalisi ken- di kendilerine oldukça müreffeh ya- şamışlar.. Mütarekenin uğursuz günle » rinde bizi adam hesabına saymıyan bur- nu büyükler, her halde Babıâliye haber vermeden bu küçük cennet adasını baş- kalarına bağışlamışlar... * 'Tuna sahillerinden döne döne ağaç - hıklı bir yere geldik.. Dört insan, soluk benizli, pejmürde kıyafetli üç adam., Bi- rinin elinde bir güğüm su, ötekinde şer- bet, berikiler de âvüre... Karşıki sahil « den köhne bir kayıkla buraya geçmişler. Ellerindekileri geçen yolculara satıyor « lar, türkçe konuşuyorlardı.. — Nerelisiniz? dedim. — «Adakaleliyiz!» dediler. — Adakale ne tarafa düşer? dedim. — «Tü şurası!'» diye karşıki sahili gös- terdiler. Adada kala kala yüz yirmi kişi kalmış.. Biraz balıkçılık, biraz kahvecilik, biraz da gelen geçene suculuk - ediyorlarmış. Kimsesiz, sahipsiz yüz yirmi fakir.. Dört tarafını su almış yüz yirm! Türk... — «Sizi muhacir etmiyorlar mı? Tür « kiyeye gilmiyor musunuz dedim. — «Bir şey söyliyen olmadı. Bekleşi - yoruz!» dediler.. Dedelerinin zafer âviâ- zelerdile çınlattıkları bu sahillerde ha - « SBON FPOSTA Kuyruklu yıldız Bir gazete havadisi gördüm: Bir kuyruklu yıldız dünyaya yaklaşı- yormuş, ağustosun onunda kutub yıldı- zının yanında arzı dünbale edecek; her- kes te onu görebilecekmiş. Ne fena gşey!.. — Neye fena? Mı diyorsunuz, neye fena olduğunu da söyliyeyim. Ben kuyruk düşmanıyım da ondan. Kuyruk düşmanıyım, demem- den; sakın köpek kuyruğunun yirmi beş kuruş ettiği devirlerde köpek kuyruğu kesip sattığımı zannetmeyin.. Düşmatı- liğem bu tarzda değil büsbütün başka- dır. Şimdi size anlatırım. Hani yumurtaya kulp takan bazı in- sanlar vardır ya, onlar bazan jinsanlara da kuyruk takarlar. ÖO insan artık ne yapsa, ne etse kendine taktıkları kuy- ruktam kurtulamaz. Bu da kâfi değilmiş gibi bazan taktık- ları kuyruğa bir de- teneke bağlarlar. Kuyruğuna teneke bağlanan zavallının hali içler acısı olur. İşde, güçte, evde, barkta, mahallede, şehirde, hattâ bu dün- yada bile duramaz. Hele kuyruğu tava sapına çevrilen Bundan da dahâ zavallıdır. İnsan — içine çıkamaz, kimseyle konuşamaz: — ©O mu, derler, kuyruğunun tava sa. pına çevrildiğini biliriz. Herkes andan yüz çevirir. * Belâların da küyrüklüsü vardır. ve zannediyorum ki gelinlerin, gelin olur. ken kuyruklu entari giymeleri bundan kinayedir. Amma diyeceksiniz ki: — Erkekler de frak giyerler, frakın da kuyrukları vardır, Evet fakat erkeğin kuyruklu frak giy- Mesini cinsiyetime iltimas edecek bir su- rette tefsir edeyim, gelin kuyruklu en- tariyi kuyruklu belâ olduğu için, damad da kuyruklu frakı kuyruklu belâyı başı- na aldığı için giyer, * Kuyruğun muzır bir şey olduğuna bir kaç misal getirdim. Herhalde yıldızın kuyruklusu da pek hayırlı olmasa gerek Hayırlı olmuş olsaydı, ezeli bekârlardan üstad Hüseyin Rahmiye bir an için izdi- vaç fikrini vermez «Kuyruklu yıldız al- tında bir izdivaç» romanını yazdırmazdı. İMSET MELee e seeereEEnELENeERannENENeseseeeeadNsea ekeceenmnu. yen bu çocukların yanında içim yandı.. Hani bir takım sefil adamlar vardır: Mirasyedi, hoş, çapkındır. Bir kadın alır. Ondan düşüncesiz ve hesapsız çocuk pey dahlar.. Baba meyhane veya bilmem ne |hane köşelerinde har vurup hatman sa- vururken, ana ve çocuklar aç billâç ev. de babalarının dönmesini beklerler. İşte bu yüz yirmi Türkü ben bunlara ben - zettim. Mirasyedi Osmanlı, bu çocukları buralarda peydahlamış.. Sonra kapıyı çe- kip çıkıp gitmiş.. Bunlar hâlâ her akşam Ppencerelerinde babalarının yolunu bek- liyorlar.. Yüz yirmi aça, yüz yirmi fa « kire: — Türkiyeye gitmiyecek misiniz? de- fın meslek ve san'at isimlerini aynen kul- raret söndürmek için «sucu» diye inli -| diğim zaman gözlerinin bebekleri par - CONUL İŞLERİ Tek vak'aya İnhisar eden hata.. Sultanahmette oturan bir genç ka- dın dert yanıyor, söylediği şey şu: — On yıl evvel severek evlenmiş- tüm, bu uzun yıllar içinde sevgim ek- silmedi, kocamdan da hep aynı aşkı gördüm, çocuklarım da var, mes'udum fakat geçenlerde kocamın üç yıl evvel bir defa bana ihanet etmiş olduğunu öğrendim. Kendisi de itiraf etti, bir çılgınlık dakikası diyordu, affettim, fakat bir türlü unutamıyorum, hazme- demiyorum » * Teessürü, teessüfü — celbedecek bir hâdisedir, fakat dikkat ediniz, her te- essüfü celbedecek hâdise üzerinde faz- Ja durma daha büyük teessürü mucip olabilecek neticeler doğurur, en bü- yük jlâç unutmaktır. Ve mademkı bu hata eski bir zamanda yapılmış, bir de- faya inhisar etmiştir, affedilebilir. Kızim, b Biraz zahmet ederek etrafına bak. el'an devam eden, hattâ itiyat haline Birmiş, bu itibarla da lâkaydi ile kar- şılanmıya başlamış ihanet — sahnrleri me vereceklerdir, fakat bu iğrenme- lerde biraz da teselli bulabilirsin. Ü- zerinde durma, nörasteni yoluna ayak basmış, el'an memnun alduğunu söy- lediğin aile saadetini yıkmış olursun. * Şişlide bayan «B. C.» ye : Ben oğlumun dul bir kadınla evlen- mesini hoş görmem. Elimden ge'diği kadar onu bu fikirden vaz geçirtmeye çalışırım, fakat çelik bir duvara çarp. tığımı gördüğüm zaman da beyhude yere didinmem, oğlum, dul kadınla da evlense nihayet benim çocuğumdur, tesadüfün karşıma gelin diye çıkardı- ği genç kadına da çocuğum gibi bak- mıya çalışırım. Bu bir »Takt> mesele- sidir. TEYZE adı.. — «Elbette size de bir gün sıra gele - cek!» dedim. Can ve gönülden: — dİnşallah!» dediler. Neylersiniz? «İkdamı tahammül gerek erbabı hayata. > Vasfi R. Zobu Müsabakamızda kazananlar İzmirde Bay Ertuğrul Gökçek Geçenlerde bitip neticelenmiş olan re- sim müsabakamızda altın kazanan oku- yucularımızdan bir kısmının resimlerini evveke neşretmiştik. Talihli okuyucula- rımızdan iki gencin resmini de bugün koyuyoruz. Ankarada Bay Necdet Halit ——— ——— — — — — — ——— — EDEBİYAT İki sonbahar, bir yaz ve iki kışın Yazan : Halid İki sonbahar, bir yaz 've arada iki kış.. Kadıköyünde içine girdiğim bu edebiyat sezonunun bekârlığıma rastlıyan bu ilk kısmında, o zamanlar ekserisi benim gibi henüz bekâr olan edebiyatçı arkadaşlar- la Kuşdilinden Kalamışa, Kalâmıştan | Kördereye, Kördereden kuruşu toka ede- rek sandalın içinde ayakta şimdiki Yo- ğurtçu parkının ucundaki gazinanun kı- yısına, oradan da ya Allah deyip Şifaya, Şifadan da Modaya kim bilir üstüste kaç sâat, kaç kilometre yol yürümüşüzdür! Günleri, haftaları ve ayları hesap ederek bu.biraz da cebri bir yürüyüşü andıran taban seyranlarımızı böyle saat ve kilo - metre hesabile tayin etmek kabil olsay- dı eminim ki buna bugün hepimizden zi- yade hikâyeci doktar Fahri Celâl, meş « hur eski tabirle hayretinden lâl-ü epkem kalırdı. Çünkü içimizde o zaman bu ayak idmanına onun kadar dayanıklısı yoktu. Hattâ bazan: — Aman Fahri Celâl.. ocağınadüştük.. insaf et, bir yerde artık oturalım! Derdim de, — Oturmak gençlere yakışmaz, Mis - kinliktir! Cevabile ağzımın payını alırdım, Eh, biraz doğru idi de! Her zaman Şifada Yervantın kahvesinde pinekliyecek âe - ğildik ya... Bazı bazı, hani şöyle, Modada, yahut Kalamışta bir gazinoda bir kaç ah- bap oturup bira filân da içebilirdik. İçe - bilirdik amma, ekonomik — vaziyetimiz yolunda olsa idi. ne gezer! Böyle fante- | zilere hangimizde derman vardı ki?.. O tarihte aşağı yukarı şu mecmuaya bir şiir, beriki mecmuaya bir makale veya hikâye filân yazarak gündeliği güçlük- le çıkaranlar, hele benim gibi baba evi Bursaya, yahut başka bir şehre naklede- li, deftere dJokantadan veresiye yeyip içenler ve beşini öderse onunu gene def- terde bırakanlar için bundan tabil bir sı- kıntı olamazdı. Demek ki bu parasız &- yak teferrüçleri kadar halimize uygun bir gezinti de az bulunurdu! -Hele ben, Mütarekedeki parasızlık derdi — içinde, | Kadiköyünde iyi kalbli bir pansiyoncu | madamla onun kadar sabırlı bir ahçı bu- labildiğim için Allahıma bin şükredip duruyordum. Yoksa, Damad Ferid hü - kümetinin üç ay memurlarına maaş ver- mediği bir zamanda, her gün ders ver - meğe gittiğim Kadıköy lisesinin kapısın- da muhakkak ki bir sabah açlıktan yı - kılır. kalırdım! Esasen, evvelce mevcut paramı da ortaklarımla beraber Nedim mecmuasına kurban ettiğimden ayrıca bir yerden ümidim de kalmamıştı. Kışın Darülbedayide ancak bir kaç gece oyna- nan piyeslerimin hasılatı ise borçlarımı biraz kapatabiliyordu, o kadar.. Aman kimse işitmesin, işte ekserimiz bu halde, bazımız ise dahâ berbat bir vaziyette idik! Yalnız zafere ve kurtuluşa olan ima- nımızdı ki bizi 6 meşakkatli günlerin acı- larına göğüs gerdirebiliyor ve ümitsizli- ğe bir an bile düşürmüyordu. * Yazın, arasıra Kadıköyüne gelen Yah- ya Kemal bizi alır, Kuşdilinde dere ke- narındaki meyhanelerden birine götü « Türdü. Gölgeler çökerken derenin ruha sükün veren karartısı karşısında bir ta- raftan Cemşidin ruhunu şâd eder, bir ta- raftan da üstadın Şeyh Galiplen okudu- ğu mısraları daha tatlı bir içki gibi yu - dum yudum içerdik. Yahya Kemal kade- hini havaya kaldırır ve okurdu: Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır, Biz de pirimizin emrine uyarat kadehi elden bırakmazdık. Bir akşam Faruk Nafizin dere kena - rindaki evinde toplanmışlık. Yahya Ke- ma) de o akşam orada misafirdi. Derken çat kapı Reşit Paşazade Akif sökün ettli. Yahya Kemal Akifi tanımıyor; Akıfso ta- bif şairi hem tanıyor, hem de büyük şajt olduğunu cumhura uyarak tasdik ediyor- du. Aklımda kaldığına göre galiba Fa- yoman evvel Fahri Celâl ortaya atıldı B d, K Kadıküyünde cebri yürüyüşü andıran. gezintiler - Şairler parasızlık - Farak Nafizin evinde - Reşad Nuri ve arkadaşla! sinema merakı - Yahya Kemalle geçirilen bir kış geceti ğ hikâyesi hri Ozantoy D KA Yahnya Remal ve ikisini odada birbirile tanıştırdı di takdim merasimi bitmiş, yenided ” bet başlamıştı. Hâlâ gözlerimin öf ; Akif, Yahya Kemalin karşısında V ğun ucuna ilişerek oturmuşlu. Si hiç çıkarmadığı bonjurunun inde ? yor ve gene Haşim Nahit gibi hiç &| bırakmadığı bastonunu ayaklarını! sına sıkıştırarak edepli edepli otul du. Kemale geyet hürmetle söz sö! ve'bu kadar resmilik karşısında Şef) ona ayni nezaketi gösteriyordu. B lıklı «Kemal Beyefendi>, «Akif Be di» sözleri tekerleme gibi yuvarlani diyordu. Yalnız benim anladığım, Yü Kemal bir taraftan da bu Reşit Pafj Akifin hangi Reşit Paşanın oğlu Bunu düşünüyor, fakat nedense oE yordu. Zaten bu suali Akife hiç B tevcih etmemiş, onu sadece bu derli lu ismile yâdetmeğe alışmıştık. kadar seviyorduk ki babasının hanif Paşa olduğunu sormak bize bif ne şit tekellüf gibi geliyordu. Hez müddet Yahya Kemalle Akif bu ağır ve resmi konuşma havasi etti. Fahri Celâl köşede polluyor' *| dan bize kaş göz ediyor, fakat bif arzu ettiği serbest ve renkli arkadâf a lisini uyandıramıyordu. Nihayet namadı, Akifin Kemale en tumtı cümlesini yarım bırakarak: — Camım, Akif, kes şu uzun, sözleri de sana bir lokum ve! Farzet ki tavlada bugün ben yeniliği Dedi. Bu sözün arkasından dâ usulünce çenesini sağa sola sözde lokum yiyor gibi yaptı Ve lini çıkarıp gene öonün üsülünce üf sildi, sonra mendili ihtimamla #f tekrar cebine soktu. Biz hepimiz gülüşmeğe m.şıım'l'ı Heyhat! Akifin takma ve yapmi liği artık bir anda tuzbuz olmuştU- lf detle önce Fahre Celâle, sonra baktı, fakat derhal iyi kalbinin gözlerinde parlıyarak Yahya döndü: — Ne olacak; efendim, dedi, Di şarat'.. Fahri Celâl: — Oh. hele şükür! Dedi, Değil mi ki Akif meşhur snf'”f,v: zından savurmuştu, artık n'u'il' ' 'ı' yoktu. Meclisin neş'esi ve haki: yerine gelmiş demekti! ;M'ş O gece Yahya Kemalin taribS) yat | tutmuştu. Mütemadiyen tarihlefi pi * diyor, bilhassa bin sekiz yüz di yüz altmış yedi, bin bilme? “gyrt düşüne düşüne tarihler sıralkk yordu: # * * (Devarma 10 uncü sayfadt) —a aa (*) Bu yazı muharririn (& beş yıl süren bir edebiyat sinin 7 inci yazısıdır. BLÖDERLABIN BİLELEESERAENEECRÜSLYA ZT HTARLSARKSUC aa 2 bW V ö bt MT ç lr t go (© Ş p te geta #8#x

Bu sayıdan diğer sayfalar: