19 Şubat 1942 Tarihli Servetifunun (Uyanış) Dergisi Sayfa 11

19 Şubat 1942 tarihli Servetifunun (Uyanış) Dergisi Sayfa 11
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

kendisinede meçhulü olan ideğline yükseltebilelim, bir san'atkâr, bun- dan başka ne isteyebilir, beyciğim!., Garson, rakı getir oğlum, rakı getir... Beni, gene şairleştirdin, beyei- gim; beni, en sevdiğim bir dünya- ya ulagtırdın, beyciğim, Varalım, son günümüzde, Darülâcze'nin bir koğuşunda ölümü bekliyelim, Va- ralım, Asım Baba gibi son günle- rimizi, bir kutu şeker satmakla, simitçilikle, gazete müvezziliğiyle geçirelim; fakat, değil mi ki ener- jimizi, yaşıyan, yaşatacak olan bir kitle üzerinde sarfediyoruz; deği! mi ki kalbimizin en temiz, en coş- kun, en katıksız cevherini avuç avuç, kucak kuçak, alev alev on- lara, halka veriyoruz; bize bu yeter... İçelim, beyciğim; çılgına döne- lim; içelim beyciğim... Bir san'atkâr, doktordur; halkın, cemiyetin doktoru... Hastalığın ne olduğunu teşhis edemiyen cemiyet, onun şırıngaları ile ıslaha doğru yürür. Halkım şerefine içelim, beycl- ğim... ; Gece için hazırlığımız tamamdı. Güneş, hırpalanmış, kara, keh- ribar meyvalarını, insauların haris kucaklarına döken zeytin ağagçla- rının ardından gon kızıllığını da çektikten sonra, biz, sadece insan- lara has neş'e meyvelerini, etrafa, tabiatın koynuna dağıtmak için, açık hava tiyatromuzun dabilinde- ki zeytin ağaçlarını löküsler ve mehtap fenerleri ile donatmış, yi- luşkan yapışkan karanlığı, kendi sshamızdan koğmuştuk. Şen, şakrak kahkahalar, gece- nin büyüttüğü sesler, yavaş yavaş bize doğru gelmeğe başlamıştı. Altın gibi şakıyan pullu elbise- leri ile bizim kadın arkadaşlar, ışıklı sahnede pini pırıl parlıyor- lar, herkesi daha uzaktan Ccoş- turan sesleri ile şakıyorlardı. Yine, bir mutad ben biletleri kesiyordum. Yanımdaki çuvallara, çıkın çikın zeytin boşaltılıyordu. Kasa vazifesi gören bizim çuvallar gibi. iki dönümlük tiyatromuz da, tıklım tıklım dolmuştu. Halk, sah- ne arkadaşlarımızla, o birbirlerile şakalaşıyor, delicesine eğleniyor- du Hiç bir temsil vermeden, sade» İNESİR)| SO N mi TAN E İYazan: Nihat BAŞTA | Dedilerki; onun her hali bam- başkadır. Kehkeşandan tahtında, maizerrin fiskıyesi saçlarla âvize kanatlı tavuslar gibidir. Etrafına pırıltılar saçar. Kanarya tüyü ya. tağında, kadifeden kutusuna bin bir finayle yerleştirilen nadide pır- lantaları andırır. Yürürken erir, ruh.. dururken süzülür, nur olar. Karşısında Okamaşmıyan gözlere ne mutlu Dudakları, doğu ve batı bnlut- larından yapraklar arasında to- murcuklanmış çilekler gibidir. A- gıza alınsa erir hissini verir... Hele gönülleri fethettiği gün, kuğudan elleriyle buğudan göksüne taktığı ortası yakut taşlı bir çift elmas madalya, öyle baş döndürücü, öy- le can alıcıki, tahayyülü bile de- riu bir egadet. Gönül badiyelerinde sam esip serap tozarken onun durduğu yer- lerde fıskıyeler şadırvan, çağlıyan- lar şellâledir. Geçtiği yerler çimen ve papatya dolar. Eteğinin sürün- düğü yerlerde ıslak nergisler ve Demli krızantemler olur. O, sarmaşıklardan çardaklar a)- tındayken salkım ve akasya he» venkleri olur. Kandillerde yanan bade, badelerde buğulanan lâledir. Kırağı yemiş çiğdem yaprağı parmaklerla kar topu çiçeğini an- dıran elleri öyle yumuşaklık hissi veriyorki onları sıkmak için nelere katlanılmaz! Mevsimler bile onlara dokunmak fırsatını bulurum ümi- diyle içi ateşli bir yazken gözü yaşlı bir son bahar, buzdan bas- tonlu, ak sakallı bir kış olarak kapısında nöbet bekliyor, Kıskanç- lıklarından birbirine fırsat vor- memek için gündüzleri geceler, ge- celeri göndüzler eşiğinde kolliyor. Ve o da gördüğu bu rağbeti, bu itinadan doğan bir gururla gönül- ler üstünde gezinir. O, kucaktan dudağa, mermer döşemelerden ve buharlı boşluklar- dan yranit kubbelere uçan koknlu sabun köpüğü balonları gibi tar- manır, Tutmak için can atanler, söner diye dokunmaktan çekinirler. Düşündüm; hangi kolonya do- nup vücuduna et, hangi menşur- dan süzülen ışık ona iskelet olur? Damarları; menbaı yangın, mec- rası, gayya olan hangi nehirdirki kıvılcımlarından volkanlar tepin; di rip, dumanlar burkultuyorlar, Kıvrak gülüşleri; bavaya atılmış havai fişekler midir ki ümit olup toplanıyor, renk ve hayal olüp dağılıyor? En yalnız geceler, ona rüyalardan heykeller yaparken kâ- aneler yıkılıyor. Belki şimdi yanakları, gözlerine hale, yüzü, yanaklarına beğdirdir. — Devami 155 inci sahifede — ce bu kalabalığı temin etmek ve onlara bu çılgın neş'eyi vermek bizim için kâfi bir muvaffakıyetti. Fakat, bu bulunmaz gecede onlara, hem güldüren, hem de az çok dü- şündüren dersler vermek, bizim en büyük vazifemizdi. Senin anlıyacağın, beyciğim, in#ana harp içinde'olduğunu unut- turan bu çılgın âlemler, onbeş ge- ce devam etti. Binlerce zeytin ağacına sahip zenginler, bize yalvardılar, bize, çayırda kendi damlarını verdiler; tek gitmiyelim, tek, işçilerine er- tesi gününün enerjisini verelim, diye... Fakat, bir yerde ummadığımız bir rağbet dahi görsek, halkı daha fazla istişmar etmek, bizim yapa- cağımız iş değildir, beyciğim. Bu dağların ardında başka insanlarda var. Onlar bizi bekler, onlar; bize muhtaçtırlar. Biz, karın tokluğuna çalışan insanlık doktorlarıyız, bey- eiğim. Garson, rakı getir yavrum. Halkın, şerefine içelim, beyci- gim,.. Tuğrul DELİORMAN 165 — Servetifünun — 2374

Bu sayıdan diğer sayfalar: