Aboneler yüksek görüntüleme limiti, sayfa indirme ve diğer özel özelliklerden yararlanır.
e ULUs Plevne müdafaasında Ni ) bir İngiliz zabiti Yazan: Yüzbaşı F. W. von Herbert Çeviren: Nurettin ARTAM Ben girdiğim zaman, yani 1877 de osmanlı ordusu ne halde idi? Bu hikâyeyi anlatırken bir çok cümlelere mahud ,,ben,, kelimesiyle başlamak dolayı, kâğıd üzerinde kalmış ıeşkı. lât sayılabilirdi; 1908 inkılâbından ön- iyeti a- ğır geliyor ama, ne yapayım, bu iş- te Göle’nin şu sözleriyle avunuyo- rTum — Alçıklır mutevuıdırlar Eğer lâzım ge- Hirse buyuk alman şaırı hayatının so- nuna kadar bu sözü kendisine düs. tur ittihaz etmiştir. Ben de burada kendimi ona uyduruverirsem ne olur ? Her ne kadar Almanyada doğdum ise de baba tarafından bir ıngılız nıle. ce lr imparatorluğunda mevcud birçok teşkilât gibi, yeni şartlar altın- da böyle müstakil idarelerden eser kalmamıştir. t Türk piyadesinin kıyafeti de şöy. le idi: Mavi bir caket, altında çizm: bulunan — bir — mavi pantolon, yağ murlu ve soğuk havalarda başa çekile bilecek kukuletesiyle gri yahud koy: mavi renkte gayet kullanışlı bir ka put, bir de meşhur kırmızı fes, Yaka ve omuz renkleri, apuletleri piyade- lerde kırmııı, avcılardı (talia) yeşildi. , sinden geliyorum. Büyük Waterloo'da harb etmişti. Annem Huguenot'lardan bir fransızdı. Böy- lece büyük ana ve babamdan ancak bir tanesinin alman olduğu görülü- yor. İIngiliz tebaasıyım. Kıraliçe Vik- torya'nın ve kıral Edvard'ın emirleri ile 1899 dan 1902 ye kadar, vatanım için harb etmek üzere, cenubi Afrika- da bulundum. Şimdi bu tafsilâtı bir tarafa bıra. karak esas mevzuumuza gelelim: 2 şubat 1877 tarihinde on yedi ya şında idim ve yanımda tavsiye mek- tubları, iyi teçhizat bulunduğu hald: Rusya ile yapılan büyük harbta türk milletine hizmetimi Aarzetmek üzere İstanbula geldim. 27 mart 1877 de de ben osmanlı ordusunun piyade kıs- mında bir nizamiye mülâzımı sanisi olarak Sirkeciden o zamanki demir- yolunun şarki Rumelide en son nok- tası olan Bellova'ya doğru hareket et. tim. Bu tarih, butun bu hatıralar için bir başlı hi olacaktır. Bu iki tarih ınmıdı berı kışlalarda neferlik, Pangaltı'daki mektebte - talebelik edip son imtihanımı vererek ikinci mülâzım olmuş, zamane icabı, hemen de va- zifeye geçmiştim. Şimdilik kendim hakkında bu kadar izahı kâfi bulu. yorum. 1877 de osmanlı ordusu Bu tali elli sene önce al- man ordusunda bulunan Jaeger'lere benzer bir teşkilâttı. Bunlar, daha av. cı,daha nişancı sayılırlar, fakat gör- dükleri talim piyadelerinkinden pek az fark ederdi. Yalnız talia ta- burlarında her biri iki mekkâ-e beygiri tarafından taşman iki hafif top bulunuyordu. Bu böyle olduğu halde birçok talia taburlarında top yoktu. (6) h ord di İ ler müs tesna bütün giyilecek şeyler mükem meldi. Ben bu yüzden kendi çizmele rimi ayağımdan çıkarmamıştım. Sefere çıkan bir nefere verilen teç hizat, seksen kurşur alan bir palaska bir matra, içine neferin — bütün is tediklerini koyabileceği bir heybe idi. Suvarilerin üniforması da piyade lerinki gibi idi. Yalnız onlar başlarına koyun — deresinden yapılmış — birer kalpak giyiyorlardı. Silâh, ağır bir kı- lıç, mükerrer ateşli Vinçester filinta sı, ve bir tabancadan ibaretti. An. cak muhafız alaylarına mensub su. variler mızrak taşıyorlardı. Beygir- ler fena, takımları uygunsuzdu. Çerkes gönüllüleri, cicili bicili mil- h kıyafetlerini giymekte idiler. Oku- yucularım, belkı de bıınlırm lıır talnın dergilerde r lardır. Bunlar, kazakların kullandık. ları neviden hafif ve kınsız kılıç, fi- Bu kii olanlar için 1871 de Sırbistanla - mu- waffakiyetli bir harbtan çıkmasından bir sene sonra ve Rusya - Romanya ile harba başlamazdan önce türk ordu- sunun ne halde bulunduğunu kısaca anlatmak lâzım gelir kanaatindeyim. Burada yapacağım türk ordusu tasviri, benim iltihak ettiğim zaman gördüklerimdir. Ondan sonra birçok ıslahlar, inkılâblar olmuştur. Onun için benim söyliyeceklerimin bugün ancak tarihi bir kıymeti kalmıştır: Ordunun esaslı üç kısmından yal. nız piyadelerle suvariler Harbiye ne- zaretine ve erkânı harbiyeye tâbi bu- lunuyordu. Topçuların ayrı bir mercii, ayrı bir teşkilâtı vardı. Yardımcı hiz- metlerden fenni kıtalar, nakliye ve mekkâre kıtaları da harbiye nezareti- ne ve erkânı harbiyeye, sıhiye kıtala- rı ise hususi bir idare ve teşkilâta tâ. bi bulunuyorlardı. Fakat nakliye, menzil ve sıhiye teşkilâtı sulh zamanında bilfiil mev- cud olmadığı için harbta ihtiyaç du- yolunca vücuda getirilmiş, — bundan el Hinta, l ve kama taşır lardı. Bunlı.rm atları ve binişleri esas suvari askerlerinden daha hal- lice idi. Topçuların ünif: piyadenii BİR GCE Z. NaT JNT LAN H İ KA Yekmöml Seyahatlere ve muharrirliğeddig' Anadolu büt n bir kıta... Mısmkeş- Çankırr feden ne nu e etme nın neden Heredot' dur , ne derhal bir Diodor, ne Mark Ankara ola - Orel, ne de Stra- bon. Benim!” “Devesiz kervân” imna (*| Roland Dorgelâs böyle başlıyor, ve şöyle devam edi- yor: “Pek âlâ bi- liyorum: benden evel binlerce kişi, * ve aralarında en büyükleri de bu- lunduğu halde yüzlerce muhar- rir, buralardan geçmiştir. Fakat bunları hesaba katmalı mı On- ların yazılarını u- nuttum bile; sey- yahların anlattık- larından bana ne? İstediğim, bizzat görmek, kendi göz- “|lerimle görmektir. Madam ki ayağım henüz değmemiştir, her memleket be- nim için bâkirdir.” Ben de, Anadolü hakkında, Roland Dorgelös gibi: “İstediğim, bizzat gör- mek, kendi gözlerimle görmektir." di- yorum, ve Anadoluyu kendimce keş- fedeceğime inanarak yola çıkıyorum. * * T renle, vapurla, kayıkla, otomo- bille, arabayla, yaya, 3000 ki- lometrelik bir mesafe içinde şehirler, kasabalar, köyler görüp gezdikten; i- dareci, mühendis, tacir, ziraatçi, mu- allim, kadın, çocuk yüzlerce yurddaş- la görüşüp bir günde bir iklimden bir başka iklime geçtikten; dağlar, dere- ler, ovalar aşıp kulaklarımla işittikle- rimi gözlerimle görerek tetkik ettik- ten sonra, Ankaradan hareketimin o- tuzurlcu günü, gene Ankarada, masa- mın üstünü dolduran bir kucak kâğı- da ve bir sürü resme bakarak düşü- nüyorum: “Anadolu! Bütün bir kıta. Onu keşfetmek kime nasib oldu? Yarı aralanan kapısından bir müzeye, bir fabrikaya, bir daireye bakar gibi bir kine mıbetle daha süslü idi. Mavi ca- ket, Husar tarzında işlenirdi. Topçu. lar serpuş olarak fes de, kalpak da gi- yerlerdi. Bunlarda suvari kılıcı ile tabanca bulunurdu. Toplar, Krup mamülâtı ve yeni idi. Beygirler hiç iyi değillerdi. Çok defa bir batarya için lüzumlu olan atlar tam bulunmazdı. Her bataryada altı top vardı. Ayrıca her batarya için altı tane cephane ara- bası bulunması lâzım geliyordu ki, çok kere, bunların eksik olduğu görülmü tür. Nakliyede iki ve dorrtekerleklı ha fif arabalar kullanılırdı. B Bal? kaç köşesini görebildim; binlerce say- falık bir kitabın yapraklarını çevirir- cesine içindekileri ancak farkedebil- dim, Fakat ne iyi ettim de bu seyaha- ti yaptım.,, * ** R omancı, sütun muharriri, başya- zar, muhabir, fıkracı, gazete mü- dürü, yani kısaca memlekette okuyan kim varsa onlarla uzaktan ve yakın- dan alâkalı her muharrir yalnız kitab- da veya gazetede okuduklarını, yalnız daracık muhitinde gördüklerini, yalniz işittiklerini kendine sermaye ederek neşriyat yapmak mesuliyetine katla- nabilir mi? Bu takdirde önce bizzat kanların geçilmesi zor yollurmdı yü. rüyebilecek bir şekilde yapılırdı. Ba- zan bunları beygirler, fakat çok kere de öküzler çekerdi; katırların bu işi gördükleri de olurdu. (Sonu var) kendini ve sonra okurlarını avutmuş olmakla kalmaz, büyük hatâlara da düşebilir. Muharririn yanlış görüşle- rinin mahıullerı, kötü tohumlar zılıı v) Devcsız kervan, tanınmış fransız muharririnin Mısır ve Suriyede yaptı- ğt bir seyahati anlatan eseridir. Kime nasib oldu? Sarerprbe aK SEZERİN © yare l ee " N. Baydar YAK BANUNAR KKK KKK SK onu oküuyanların dimağlarında ve kalplerinde ürer: müharrirliğin ağır mesuliyeti bundadır. Memlekette her şey hızla değişiyor . Kasabalar, köyler, yollar, görüş, dü- şünüş, yaşayış, hattâ endamlar, çeh- reler ve ahlâk.. Ulukışladan Sivasa on iki günde gidebilmiş olduğumu hatırlıyorum; şimdi, Ulukışla - Si- vas arası şimendüferle bir kaç saatlik bir yoldur. Yirmi sene evelki hancıyı ve bugün tirenin öte kıvrıla süzüldü- ğünü ıeyreden köylüyü göz önüne ge- tiriniz: Bunlar muşterı bekliyen ve yolcunun geçip gittiğine şahid olan i- ki ayrı tiptir, Şosalarda bütün hanlar yıkılmıştır. Kamyon eski mesafeleri hiçe indirmiş ve tirenle el ele vererek köylüyü pazara, yani kasabanın, yani vaktiyle ender karşılaştığı bir muhi- tin içine atmıştır. Kasaba ve şehir.... sokakları elek- trikli; dükkânları kumaşlar, kundura- lar, şişeler ve kavanozlarla süslü; si- nemalı, kadınlı, gazeteli, velveleli, baş döndürücü, içine gireni şaşırtıp bir çark gibi dişleri arasına . alarak bir küsbe haline getirici, bam başka bir yerdir. Şehirde çalışan köylü kadın köyde rastladığınız kadın mıdır? Köy - kasaba - şehir... Her geçen gün memleketin bu üç türlü iskân merkezini biri birine biraz daha ben- zetiyor. Köy yavaş yavaş kasaba, ka- saba o süratle şehir"oluyor ve şehir daha büyük bir hızla şarklılıktan u- zaklaşıyor. Fakat bu değişikliğin ken- dine mahsus bir seyri, bir temposu vardır. Muharrir bu değişikliği için- den görmeli, bu seyri kendi gözlerile takib etmeli, bu tempoyu kendi ru- hunda hissetmeli ki mütaleaları birer gaflet eseri olmasın. Masanızın başında bu gaflete sık sık düşebilirsiniz. Ve tenezzüh kata- riyle sabah gidip akşama terkettiğiniz madığına - te- essüf ederse- niz, haksız - lik etmiş ©- lursunuz. O- rada bir kaç gün — kalınız; tetkiklerini - zi derinleşti - riniz. O- za- man ölçünüz kendinize gö- re değil Çan- kırıya göre o- lacak ve de- ğişiklik tem - posunu daha iyi sezeceksi- niz. Çankırı ve Ankara mu- kayesesi bir misaldir: Daha ilerlere, Kayseriye, Sivasa, Turhala, Samsuna, Karadeniz kıyılarına gidiniz; geri dö- nüp memleketin iç taraflarına giriniz, Ege sahilleri, Seyhan Soyları sizi bek- *|liyor. Halkı iş başmca, eğlenirken, e- vinde, kahvede, hükümet dairesinde, tarlada görünüz. Akşam üstü bir par- kın yarı karanlığında kol kola gezi- nen genç kızlara; ve gece, elde fener, komşuya giden ihtiyar kadınlara alıcı gözü ile bakınız. Eylerde nasil poker oynandığına; sinema kapılarında Mir- na Loy'un süzgün gözlerine gençle- rin neden o kadar içten bakmadıkla- rına; bakkal dükkkânlarında kimin kaç paralık zeytin ve kimin kaç şişe içki aldığına dikkat ediniz.... Kay- serling’in .“ Cihan inkilâbı ” ında, «« Oralarda, ne kadar ayrı olur- sâa olsun, bütün temayüllerin derın ve ayni da mü k ka- sımr milli bir uslübun aranılmakta ol- masındadır. Zira üslüb bizzat millet- tir, Buffon'a göre üslüb insanın biz- zat kendisi olduğu gibi.. Ferdin üs- lübunda şahsiyetin bütün hürleri, Bayram günlerine mdmmhmnm,—ı 30 İLKTESŞRİN CUMARTES ÖĞLE NEŞRİYATI — IZ00 - 1205 tiklâl marşı, 12.05 - 12.,20 Ziraat işleri hakkında bir söylev. (Ziraat gı Siyasi müsteşarı B. Tahsin Ci rafından). 12.20 - 12.25 Onuncu yıl M? 12:25 - 12.40 Ziraat bankası hakkımda ? söylev (Ziraat bankası Genel direktörit ticaret kredileri müdürü B. Hulki tarâ” dan). 12.40 - 13.30 Plâk neşriyatı. AKŞAM NEŞRİYATI — 19.00 - İstiklâl marşı. 19,05 - 19.20 Yurdun S17 ve içtimal muavenet işleri hakkında * söylev. (S. İ. M. bakanlığı Sağlık pf0 gandası ve sıhi istatistik U. Mü. müte&? sıs Dr. Remzi Gönencin tarafından). !! [ 20.00 Türk musikisi ve halk şarkıları. ( dia Rıza arkadaşlariyle). 20.00 - 20.15 zılay kurumunun çalışması ve millet yönden de yaptığı fedakârlığın temin ©” diği kıymetli neticeler hakkında bir lev. (Kızılay kurumu başkanı Dr. B Saydam tarafından). 20.15 - 20.20 Onüf yıl marşı, 20.20 - 2035 Sümer bank İf hakkında bir söylev, (Sümer bank direktörü B. Sadullah Sümer tarafın Za 20.35 - 20.50 Belediyeler bankası işleri kında bir söylev. (Belediyeler bankasif nel direktörü B. Süleyman Sami Kept tarafından). 20.50 - 2105 Türk mı halk şarkıları (Bay Muzaffer ve İnci daşlariyle). 21.50 - 2215 (Bay Salâhaö arkadaşlariyle). 22115 - 22.30 Ajans hab* leri, 22.30 - 23.00 Stüdyo salon oörkestfi 1- Becce Serenata Amorosa; 2- Lehar * Blaue Kozur; 3- Czibulka Serenada A T 4- M. İvain Ta Bouche. Bir otomobil yandı İstanbul, 29 (Telefonla) — Halilin idaresinde bir otomobil T4 simden geçerken tutuştu. İtfaiye # ba kısmı yandıktan sonra ateşi $i dürdü. İtfaiyenin su ihtiyacI karşılamak için İstanbul, 29 (Telefonla) — Yan vukuunda itfaiyenin su ihtiyacını ' mamen karşılıyabilmek için bir pf0 hazırlandı. Projenin önümüzdeki © yılm başma kadar tatbiki bitirilmi$' lacaktır. me yollarında her gün başımıza vura ibram etmiştir...” - ve, sanat eserinin üslübunda da bü- tün rasyonel olan ve olmıyan âmiller, nasıl mükemmel surette teşekkül et- miş bir uzviyetin canli ahengi içinde tecessüm ederse, millet de, estetik ve moral şüuür karşısında, husüsiyetleri- ni izhar edebilmek üzere tamamiyle kendine aid bir üslüb sahibi olmağa çalışır.” Dediği gibi, türk milletinin de kendine hâs bir üslüb peşinde ol- duğunu görürsünüz. Bu üslübu ona rasyonel olan ve olmıyan bir çok â- miller vermektedir. Bu âmiller arasın- da yazılarımızın başlı başına bir rolü olduğuna inanmalıyız: romancı, sü- tun muhariri, muhabir, baş yazar, ya- ni bütün yazanların..... akilak B ir devlet adamımızın şu sözle- rinde her zaman hatırda tu- tulması icab eden çetin bir realizm vardır: “.. Biz, lâzım gördüklerimizi yalnız okuyarak veya düşünerek bu- lup çıkatmadık; memleket kendi ihti- yaçlarını bize 25 - 30 senelik didin- Hatal ,, ekseriya, nazari bili lerimizi hayatın hakikatına tatbile” demeyişimizden ileri gelmiştir. filvaki okurlarımıza, fikrt gıda ©' rak, her gün ne sunuyoruz? Bildi lerimiz nedir? Bildiklerimizi haki# ten biliyor muyuz? Gazete"... Ormanlar yiyen; fıçi * çi ve renk renk mürekebler içen; * mini saadete, kimini sefalete gö ren; Ççocuğa, köylüye, genç za, şehirliye, ihtiyara, memura, her8” bir şeyler fısıldayarak okşana © sindire elden ele gezen bu cazib " korkünç kâğıd tomarı.... Ve daha $ si, daha çelebi, daha tehlikeli arkö şt kitab..... Ve bunları yuanlıx"vj Treri geçerken alaca gömlekli, © vi pantalonlu, çıplak ayaklı koy cukları bağırıyor: — 'Gazete! Gazete! Ona söyliyeceklerimizi bilerek $ lemek için gezmek, görmek ve di mek vazifemizdir. Kardon boyunun sıcak kaldırımları üstünde akşa- mın ilk gölgeleri uzanmağa başlamıştı. Doktor Hik- met, garsona üçüncü şopunu ısmarladı ve yanan a- vuçlarını masanın mermerine dayadı. Hararetini hiç bir şeyle gideremiyordu; bütün vücudu sanki ziftten bir kılıf içine tıkılmış gibi idi. Nefesi daralmış beyni durmuştu. En küçük bir harekete bile mecali yoktu. İki de bir, gözlerini yanındaki sandalyenin üstüne bı- raktığı fransızca gazete ve mecmualara çeviriyor, fı— kat bir h sevdiği yemekl h bak kalışı gibi, kendinde, onlara kadar uzanmak kudretini bulamıyordu. Bu gazete ve mecmualar ki, doktor Hik- met için şu dar ve kuru sürgün hayatında yegâne nişat ve teselli kaynağıdır. Her perşembe akşamı izinli ola- rak Guraba hastahanesinden çıkınca sevgilisiyle sözleş- tiği yere koşan bir aşık gibi kalbi çarparak “abajoli,,nin mağazasına seğirtir ve hafta içinde gelmiş yeni neşri- yattan ne görürse hepsinin üstüne ayrı bir tehalükle atılırdı. Bunlardan bazıları kitabçı tarafından kendi namına saklanmıştır. Fakat doktor. Hikmet yalnız bun- ları alıp çıkmakla iktifa etmezdi. “Abajoli” kitapevinin kendisine maledemediği servetlerini gözleri ve elleri- le uzun uzadıya okşayıp seyretmekten kendisini ala- mazdı. Bazı günler, burada, yarım saat, bir saat, bir buçuk saat, tatlı bir istiğrak içinde dalıp kaldığı olur- du. Ve nihay Itında kendisine aid — to- marla Frenk karıştığı - vakit baş hafif bir sarhoşlukla döndüğünü hissederdi: Kışın üçüncü kordonda Kostinin kahvesi, yazın bi. rinci kordonda Kramer birahanesi bu tomarın dini İdığı, mecmua sahifelerinin büyük bir ve nihayet bunların fihristlerine, re- heyecanlı bir tecessüsle göz mların adam akıllı mütalea- ( <A PS S GA Pa e SAT ON S ŞA a NU | BİR SÜRGÜN M AJ No:1 kendi yatak odasınma tahsis etmiştir. Çünkü ona göre fransız dilile basılmış bir yazı, hattâ bublyıâı bır YAKUB KADRİ ) metrelik bir mesafe bile yok... Bu mahluk, hiç değilse, bakkal ilânı bile olsa “tmukaddes kitablar” n hep aynı noktada dönüp dolaştığının farkında değil, Sonra kurtulmak için bir ıslâk dıvarı delip çıkmağa ri gibi yüksek sesle ve bir hususi ahenkle ok lıd Doktor Hikmet'in gözleri son bir hasret ve işti- yakla gazete ve mecmuaların üzerinde bir kerre daha | dolaştıktan sonra birdenbire masanın mermeri orta- sında muayyen bir noktaya saplanıp kaldı. Genç adam, ©o noktada alâka uyandırıcı bir şey keşfetmiş gibiydi. Çünkü, bir az evveline kadar her türlü düşünce — ve anlayıştan mahrum görünen gözlerine ani bir canlılık, bir klık gelmişti. Hattâ dudaklarında bile bir ze- mı 8 . kalk di h Smak B | | * k Dr. Hılımet’ın bu kadar dıklutle bıkhzı noktada garsonun irmek için, demincek kaldırıp götürdüğü kılınhıra dehinden kalma bir i ik su den ve bunun içinde dönen bir küçücük kırnıudı başka bir şey görünmüyordu. Doktor Hikmet dikkat- çabalıyor. Demek ki bir gayesi var ben bundan - bile mahrumum.” Tam bu sırada, limandaki büyük vapurlardan biri- nin bacası, ona, uzun mesafelerin ve uzak — diyarların bağrından kopan bir nida gibi seslendi. İri vapur ba- calarından çıkan bu yanık haykırışın doktor Hikmet üzerinde her hangi bir yüksek muzikanın ahenginden daha müheyyiç bir ilham kudreti vardır. — Nostağjisi vatan hasretinden daha unulmaz hayal ülkelerinin bü. tün yankıları; elektrik ışıkları içinde pırıl pırıl pırıldı. yan engin şehirl şenlik ve şadı dık örkestrası; bir düğün evinin eşiği gibi ııq#eh gürültülerle dolup dolup boşalan limanlar, bunların ardındaki yeşil gölğe- li, geniş ve düz yollarda hür, medeni ve asil insan ka- labalıkların bir — çağlıyan suyu — kadar temiz, le buna bakıyordu, ve buna bakarak kendi kendine di- yordu ki: “Ben de tıpkı bu karınca gibiyim. Daracık bır lııyat çenberi içinde donırp duruyorum, dönüp du- ! Gükaba küstanesi, Değ hallştindeki - w, A'biidı, Kosti, Kramer... Krımel', Kosti, Abajoli, Dağ ı_ıı-_ıı—"f— FÇ Z K lıhm dibüy İşütublir vul ker'Bitink u Tüçöt kölb. bir çağlıyan suyu kadar — taşkın ve coşkuün akıp gidişleri, akıp gidişleri, şairlerin neşideleri, âlim. lerin dersleri, filozofların fazilet ve insaniyet vecize- leri ve nihayet güzel, ince ve duygulu kadmların aşk ve sevda şarkıları hep bu sesdedir. Bu ses ona der ki: “Bütün okuduğun kitablarda, mecmualarda vasıfları- . t * nt ezberleyip de gözlerinle görmediğin, ellerinle do- kunmadığın, burnunla güzel kokularını alamadığın sihirli iklimlerin hep bendedir. Zind. kapısını açan soluk benim. Örf ve âdet esirlerini pll' lanmış zincirlerinden ben kurtarım. Hep bir örnek günlerin müsabı olan hastalara tlll" lü maceralarla şifa vermesini ben bilirim. Geniş ve | aydın hürriyet yoluna ben iletirim. Gel gidelim. — Gel gidelim” Fakat, Dr. Hikmet, koşmak isteyip de koşa* mıyan, bağırmak isteyip de bağıramıyan kâbus içinde bunalmış bir kimse gibi bir türlü bu davete icabet ede“ mez. Bu kalk borusuna bir türlü “Hazırım,, diyemez. — İşte, fransız bandralı bir büyük yolcu vapuru gel" di. Limanın dışında, tam doktor Hikmet'in karşı hi zasında yer alıryor, demir atıyor. Bir kaç saat sonrâ kalkıp, belki Marsilyaya, belki bir başka Avrupa İi manına doğru yol alacak, Kendisiyle bu vapür İ €aki mesafe olsun olsun bir - kilometre veya yar mildir. Belki 6 kadar bile değildir. Zira W met oturduğu yerden dıklııde bakımca — güve ın gidip gelişlerini kolaylıkla ıeçebıliydı' tor Hikl *bu"'r’ leketinde bir uıuı dıhı dogmıu dünyaya sadece bir türk — ola i bul elli adımda şu nlıuııü' lıznırını varır, bir sandala atlar ve beş on dakika B çiude kendini g“vapurda o İbsanların arasında buluf” du. Fakat, heyhat; 4j Doktor Hikmet bir rüyadan uyanır gibi hrıl"" da duran garsona sordu : if a | ok — Bu vapur Massagerie degıl mi ? —' — Evet beğim; bu gece Marsilya'ya hareket ed&e” cek. Bilmem neden bu hafta çok geç kalmış. Her z man öğleyin gelir akşama doğru kalkardı. Sonu var M Ç