12 Mayıs 1954 Tarihli Vatan Gazetesi Sayfa 7

Saatlik sayfa görüntüleme limitine ulaştınız. 1 saat bekleyebilir veya abone olup limitinizi yükseltebilirsiniz.

Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

a "'u'ıı' liT Ti Yi Oküy. .l bir gece annesini dasına yeniden ısınır, edebi whwüç İ m NÜZüriye 1 ':ı'_ı halde İ V Ve k“chtî Ki a 3Zimdi, Zibi, ölüm | B ti ah T va> Üiş hen:e! ba- % h.ıtyâ'ı': BERABER — Sait Faik bu kış Burgazada'dan soğuduğunu görmeğe gidiyordu. Fakat ömrü vefa etseydi, ergeç barışırdı... FAİK ÖLMEZ Ki... gariptir, dostu geçinenlerin bir çoğu: «Ulan, Sait...» diye söze başlamanın, ona küfür etme- nin, sırtına yumruk vurmanın hoşuna gittiğini sanırlar, onu kaba saba muamele edilmek- ten, hattâ «eşek» şakalarından hoşlanan bir adam sayarlardı. Oysa ki, sun'i olan, sahte olan, kötü olan her şeyden nefret ederdi. Züppelikten olduğu ka dar, hoyratlıktan da..) Gözüm odasının ışığında, kal dırımda beş aşağı beş yukarı dolaşırken, efsanelerdeki gibi sanki bir sual sormuş olan ö- lüme (ve kendi kendime) ver- mem gereken cevabı bulur gi- bi oldum. Buldum. Sait Faik'in yaşaması lâzım- dı, çünkü o yaşamazsa, her memlekette onun gibi bir in- var olmazsa, iyi ile kö- telle çirkini, biz kör- ler nasıl ayırdedecektik? İ leri onun sevgisi yüzünden, di Berlerinden ayırıp — sevmesini ) ; kötüler, o sağ ol dukça çirkin, karanlık, iğrenç kalmakta devam edeceklerdi. Sait Faik'in gözleri, kalbi, his- leri şu İstanbul'un içinde do- laştıkça, nice güzel — şeylerin, güzel insanların güzelliği, de- ğeri bir şahit bumuş olacak: takdir edilmek, hakkı v Mmek bahtiyarlığına erecek mun kadar saf, temiz ve haya- tin «derinliğine daldığı halde, hırs, menfaat, para, dedikodu çirkeflerine bulanmamiş, alça!- mamiş, küçülmemiş bir insan, var olmakla, bu şehri bambaş- ka kılıyordu. ca görüş- meci;ggmi'ı. olurdu; fakat ne za man İstanbul'dan uzaklaşsam, Uzak yerlerdeyken — İstanbul'u düşünsem, İstanbul hasreti, da ima Sait Faik hasretine karı- şırdı. Başka şehirlerde de o- nun gibileri vardır elbet, fakat onları tanımıyor, Sait Faik'i ta niyordum. Ve İstanbul, küçül- mediğini, kendi benliği ile pa- zarlık etmediğini bildiğim bir adam içinde yaşadığı için, dö- nülmesi bilhassa — arzulanacak bir şehir halini alıyordu. Var- lığı başkalarının dünyasına, da ha doğrusu dünyaya, bu ka- dar gerçek bir değer katabilen bir insanin tabii ki. ölmemesi lâzımdı. Nasıl olsa ölmeyecek Miydi? Ölecekti, ama biraz da- ha yaşasındı. Hem böyle bir hastahane odasında, şırıngalar, serumlar ortasında, boyuna kan kaybederek, yavaş yavaş değil de; başka zaman, balığa çık- ,mışken, devrilen bir sandaida, ne bileyim, açık havada, yıl- dızların altında, veya güneşli bir gün, ferah ferah ve birden bire ölsündü. Ölümle, hiç değilse, o0 gece- lik anlaştığımızı sanmıştım. |- &k yanan pencereye baktım. Odanın içinde gidip gelen dok tor, pencerenin kenarına otur- Muştu. Yukarı çıkmak istemiş tim, hastabakıcı bırakmamıştı. Sait Faik'e daha vakıy olmak istiyordum. Eve doğru yü Meye başladım. Saat ikiyi yir- mi geçiyordu. Sabaha — kadar hikâyelerini okudum Bildikle- rimi, bilmediklerimi, unuttuk* larımı. «Son Kuşlar» 1 bitir* memle beraber odam kuş ses- leriyle doldu. Perdeyi açtım. Sabah olmuştu. Pencereyi aç- tim, Karşı evlerin arka bahçe- lerinde kuşlar alabildiğine, a- ç MARMARA'DA — Sait Faik denizle ilgili herşeyi sever, lâkin ından irdiği Burgaz'la Tunç YALMAN ma alabildiğine — coşkundular. zülmesin» dedim, «Konstan- tin eferidiler kolay kolay yok edemez bunları.» Sonra biraz uyumuşum. «Te- lefondan istiyorlar» diye uyan- dırdılar. Tanımadığım bir er- kek sesi: «Sait Faik Beyi dün gece sa- at iki buçukta kaybettik» de- di, Hastaneye gittim, Annesi af- feder beni inşallah, ama başka türlü yapamazdım, Sait Beyi görmem lâzımdı. Arka bahçe- de bir yere götürdüler, Ora- da vedalaştım kendisiyle, Başka insanlar öldükten son ra söylene söylene beylikleş- miş bir takım ar: meselâ ölmedi. yaşıyor» lâfı, Sait Fa- j ndan gerçek bir sa mimiyetle söylenebilir. Bahar geldiği zaman İstanbul'da bir Orhan Veti rüzgârı estiği gibi, bir çoğumuz her balık koku- su duyuşta, vapurla köprüden VATAN SAİT FAİK'IİN BİR HİKÂYESİ SON KUŞLAR Kış Adanın bir tarafında yer Teyebilmek için — rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maystro, dramudana, gündoğusu, batı ka rayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtisini toplama- miş, bir kenara oldukça mah- zun bir göçmen gibi ott tur. Gitmekle gitmemek arasın da sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş al- tın, bekliyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu adada seven hemen hiç kim se yoktur, diyebilirim —Üvün- mek için değil—. Herkesin yeni başlayacak 0- lan altı yedi aylık soğuk hay ta kendini simdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günler- de ben, tembelliğim, hep ka- çanı kovalayan huyumla yaz'ın, o güzel göçmenin peşine d müşümdür. — Nerede yakala sam orada kucaklarım onu. Ki mi bir çamın gölgesinde dur- gun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlik- te bütün eski ihtişamiyle daha yeni başlamıştır. Yaziın daha parça parça, liy- me liyme, bohça bohça eşya- lariyle gitmek için fazla telâş etmediği Ada'nın bu yakasında hiç ev yoktur, Yalnız bir tek kır kahvesi vardır. Bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında bir a- partman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde hâlâ karıncalar — ge- zer, Hâlâ sinekler kahve fin- eanının etrafına konarlar., Bü- m şını almış gidiyor. Uz ? Sesler neden g İ meye başladı. Bizim le bu adaya bu zamanda di. Küme kür tekine konarlardı, İki senedir gelmiyorlar, Belki geliyorlar da ben far- kına vyarmıyorum. Sonbahara doğru de bir kafes, sine doğru düm. İçim cız ederdi. Büyüklerin ellerinde birbi Ne yapışmış pislik renginde a- caip çomaklar vardı, Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir u- facık ağacın altına çığırtkan ka fesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar, kafesteki çığırtkan ku- şun feryadına ,dostluk, arka- daşlık, yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde bi rikmiş çoluklu çocuklu koca* man herifler bir müddet bek- leşirler. Sonra kuşların Üüşüş- tüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. Ökselerden kurtul- bir başka ye doğru şimdilik uçup gi derken birer damlacık etleriy- muş dört beş kuş, ökse, aklarda görünen, İstanbulun neresi kim b miyor? başka uçağın sesi gel- Ada, u- çakların üstünden geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki hep ya üstümden., ya solumdan geçip gidiyorlar, Kedi sustu. Köpe- ğim gözünü kapadı. Karga ses- leri geliyor simdi de. Vaktiy- kuş- lar uğrardı. Cıvil civil ötörler- he bir ağaçtan ö“ birtakım insanların çoluk çocuk ellerin- Adanın tek tepe- gittiklerini görür- olan Marmara'ya doğru her açılış- ta, İstanbul'un, (hattâ Akde-| niz'in) her yanında, ille Bur-| gaz'a yolumuz düştüğünde; Sa- it Faik bu dünyada yaşamış ol duğu, onun hikâyeleri, körlü-| ğümüzü giderdiği, içimizi bi- raz olsun daha temiz kıldığı i-| çin, tarifsiz bir huzur duyaca- ğız. Sait Faik'i tanımamış olan” | lar, «Gün Ola Harman Olar ngitini okur- klerini biraz | belki. Sait Fa-| onu, Sait Faik'in | ı sevdiği gibi se | anlayabilirler «Siz bir adamı hiç görme- den, iki dakika evvel öyle bir adamın İstanbu) ilinde yaşadı- ğinı bile bilmeden, birdenbire, zanatından ve adından seviver- diniz mi? İçinizi hiç bilmedi- ğiniz bir İstanbul semtinin ak şamı kaplarken ve evinin önün de oturup sigara içen göz ka- pakları kirpiksik ve kıpkırmı- zi ihtiyar bir adamı hayranlık- la, sevgi ile, saygı ile andınız mı? Hiç içinize taş gibi, ağır bir su gibi bir sevgi oturdu mu? Oturmamışsa Allahaşkına vazgeçin şu yazımı okumaktan. Bunu ifltiharla söylüyorum: İçinize önce ağır, taş gibi a- ğar, kireçli, acı kuyu suyu gi- bi bir sevgi oturup, sonra Ba- kırköyde gözleri artık görme- yen bir Mercan Ustanın şu sa> atte gidip eline sarılmak.., ağır ağır eşyanın rengi atan bu ak- şam vaktinde onu dinlemek ih tiyaciyle, bütün karaciğer has- talıklarını bu akşamlık bir ke- nara itip Mercan Usta ile bir salaş deniz kenarı meyhanesin de sıcak sıcak istrongilos ba- Jığı ile iki kadeh içmek iste- ğini taşıdığım için iftihar ede- rim, Siz böyle bir istek duymaz sanız kendi kendinizle hiç bir zaman iftihar etmeyin. Kim o> lursanız olun, İçimde Mercan Usta ile tanışmaktan duyaca- ğım büyük gururun, büyük if- tiharın belki biraz daha küçü- ğünü şu saatte Mercan Ustayı hiç tanımadan anmakla duyu- yorum. Şu saatte dünya yüzünde, ya şıyan kiminle tanışmak ister- sin deseler, bir parçacık bile düşünmem, Dünya bir — yana, Mercan Usta bir yana.» Uzün deniz y k sıkılırdı..., —— tün sesler kesilmiştir. gökyüzünden bir uçak homur- tusu gelir, İ şilköye şimdi cek yoltuları düşündüğüm yal- nız bu yazıyı yazarken Ondan evvel de uça mişti. Ama, hiç içindeki yol- cuların Yeşilköye neredeyse i- neceklerini, daha daha şu iki satırın sonuflla inmiş bile ol- di. duklarını düşünmemiştim, Kahvecinin kendisi siz bir adamdır. ters bir devlet memuru hüviyeti taşır, Hastalıklı olma- sa, doktorlar fazla yorulmama”- sağlık vermemiş oOlsalar, dünyada kahveci olmazdı. Ter- sine, ben bütün ömrümce ivyi bir kahve bulamadığım — için çok, sını kahveci olamamışımdır. Bir — $i ko?arlî"fh kuşun i kır kahvesi, bir köyün kahve- — görseydiniz.. sinin üç beş gedik Bun- Hani se: zenginiğini belli dan elli altmış senelik yaşama bun dan güzet başlar ve biter mi? ni yaz gun, güneşs de ilık havadi caklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime dur- madan homurdanacak mi? San dalyenin üstündeki vişneçürü- ğü rengindeki delik çoraplar... Asmanın yaprakları daha yem yeşil, Bizim bahçedeki kurudu bile. Deniz, Bozburun'a doğru ba- Kimi İçindeki, şimdi Ye- Yeşilköye ine- oldu. lar geç" Konstan Zal seyim- Kahveciden el bir ömür mü olur. ağaca serilmiş be- mlar bu kadar dür- ıslak bir şekil- hiç kurumaya- işine k şarken ramanlı le birer tabiat harikası kuşları toplarlar. hemen dişle- riyle oracıkta boğarlardı, hemen canlı canlı Hele bir tanesi vardı, bir ta- nesi. Çocukları bu işe seferber eden de oydu, Ökseleri cumar tesi gecesinden hazırlayan da.. tin isminde bir her ti Galatada bir yazıhanesi var- ire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, de likleri kapanıp açılan üstü ka- ra kara benekli bir burnu, de- riyi yırımış da fırlamış saçları, kisa kısa bir yürüme- si, kalın kalın bir gülmesi... O esmerle sarışın arası iske- telerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilâvın ha pırıl yanan krom di etmez, mül ine, sallapatiliğine, ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki ka deh atmışsa yine basit, sevim- li şakalarına karşı hakkında kö tü bir hüküm de veremezdiniz.. Kendi halinde, işi yolunda, he- saplı yaşayan binbir tanesin- den bir tanesiydi, Ve yolarlardı. gibdi zı adamdı da.. Konu komşusu da severdi ha- Hiç bir şeye, hiç bir dedi- koduya karışmazdı. Sabahleyin kısa adımtarla ko- ilesini doldur- Ama, güz mevsiminde birden bire böyle canavar kesilirdi. Ak şam beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskem lesinde denizin üstüne olduk- ça mülâyim bakan gözlerini ha vaya kaldırır, eylül sonlarına doğru böyle şairane gökyüzü- ne bakardı. Birden yüzünün ve gözlerinin parladığını görürdü nüz. Havada ve denizdeki tirşe ma viliğin üstünde bir takım es- mer damiacıklar görünürdü. Sa ğa sola oynarlar, soşra bir is- tikamet tutturur, bu esmer le- kecikler geçip giderlerdi. Konstantin Efendi, onların çok uzaktan geçtiklerini göre- bilirdi. Gözlerini kısardı. Es- mer lekelerin adalar istikame- tinde gittiklerini görür, etra- fına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyü- züne bir işaret çakar: — Bizim pilâvlıklar derdi. Kuşlar pek yakından geçmiş se, seslerini taklit ederek ka- lin dudaklariyle dişlerinin ara- sından onlara seslenirdi. Kuş- ların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sa* nıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşum dur. Havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, gü- nün birinde teşrinlerin sonla- yına doğru ilik, hiç rüzgârsız, parça parça oynamıyan bulut- lu, tatlı, sümbüli günlerde ©o en çığırtkan kafes kuşünu ne- reden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi 250 gram et vermiyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzün- den birer birer toplardı. Seneler var ki kuşlar gelmi- yor. Daha doğrusu ben göre- miyorum. Güzün o güzel gün- lerini penceremden görür gör- mez Konstantin Efendinin bu- lunabileceği sırtları hesaplaya rak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı. duysam» kanım donu- yor, yüreğim atmıyor, Halbu- ki sonbahar kocayemişleri, be- yaz esmer bulutları, yakmıyan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber — 0- lunca insana sulh, şiir, — şair, geldi, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, seviş- Jeriyle böyle şeyler düşünecek tir. Konstantin Efendi mâni o- luyor. Zaten kuşlar da pek gel miyorlar artık. Belki birkaç se neye kadar nes i de tüke- necek, Her memlekette kaç ta- pe Konstantin Efendi var kim bilir. Kuşlardan sonra — şimdi de milletin yeşilliğine musal- lat olurdular. Geçen gün yol kenarlarındaki iklere bas maya kıyamıyarak yola çıkmış tım. Konstantin Efendinin gün Jerinden bir gündü. Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çı- karken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. İsketem tek EN SON RESİMLERİNDEN BİRİ — Bu resim ölümünden üç hafta kadar evvel bir akşam üstü Emirgân'da çekilmişti. dan sağa: Sait Faik, şair Özdemir Asaf Ahmet Üstel, — Sait Faik daha o günlerde karaciğer hastalığı- nın yeniden nüksettiğini anlamıştı, fakat aldırmıyordu. Geçen Çarşamba günü o meş'um kriz gelinceye kadar İstanbul sokak- larında âvare dolaşmağa devam etti. Dostları için bedeni ıstırabının fazla uzun sürmemiş oluşudur, Sol- ve film prodüktörü tek teselli & Salt Faik'in 1953'de yayınlanan «Şimdi Sevişme Vaktb adlı şilr kitabından. 0 VE BEN Sana koşuyorum bir vapurun içinde Ölmemek, delirmemek için.. Yaşamak; bütün âdetlerden uzak Yaşamak... Hayır değil, değil sıcak Dudaklarının hâtırası Değil saçlarının kokusu Hiçbiri değil, Dünyada büyük fırtınanın koptuğu boyle günlerde Ben onsuz edemem, Eli elimin içinde olmalı, Gözlerine bakmalıyım, Sesini işitmeliyim. Beraber yemek yemeliyiz Ara sıra gülmeliyiz. Yapamam, onsuz edemem. Bana su, bana ekmek, bana zehir; Bana tad, bana uyku Gibi gelen çirkin kızım. Sensiz edemem! Sait Faik ABASIYANIK gözünü verip bana — dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kır- maya çalışıyordu. Onu ev duvarının bir kena- rına çaktığım çiviye asmış, yo- la çıkmıştım. Kuşlar yoktu şim | di havada ama, yolün kena- rında yeşillikler vardı ya... Bak tım: Bu yeşilliklerin bâzı yer- leri sökülmüş, biraz de dört çocuğa rastladım, Yürü- yorlar. Yeşilliklerin en güzel yerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dol duruyorlardı: — Ne yapıyorsunuz, dedim. — — Sana ne? dediler, Fıkara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı. he — Canım, neden si nuz? dedim. Mühendis Ahmet Bey sök 'or. — Ne yapacak bunları ? — Yukarıda deri tüccarı Hol landalı var ya, hani onun bah- çesini düzeltiyorlar da... — İngiliz çimi alsın, eksin, mademki herif zengin.. — İngiliz çimiyle bu bir mi? — Bu daha mı iyi? — İyi de lâf mı? Bunun üs- tüne çimen mi olur? Hollanda- h öyle demiş Karakola koştum. Polislere haber verdim. Güya menetti- ler. Gizli gi yine çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ah met Beye ceza bile kesilmedi. Belediye talimatnamesinde yo! kenarlarındaki çimenleri sök- mek, cezayı mücip olmuyor- - yahu? iyorsu” çimenleri içinde şları boğdular, ler, yollar çamur kaldı. Dünya değişiyor — dostlarım ünün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık eşmer leke- ler göremiyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında top- rak anamızın koyu yeşil saç- larını da göremiyeceksiniz. Bi- zim için değil ama, cçocuklar. sizin için kötü olacak, Biz kuş” ları ve yeşillikleri cok — gör- dük, Sizin için kötü — olacak. Benden hikâyesi. (Yazarın 1952'de vayınlanan «Son Kuşlar» adlı hikâye kita- bından.) AYDINLIK GECESİNE GİRERKEN SAİT FAİK Oktay, AKBAL «Bugünlerde bir akşam, şehrin aynalı gazinosuna Ve aynaların içine Selim-i Salis gibi oturacağım.» SAİT FAİK i Sıuı Faik artık aramızda yok. O'nu bir daha umulmadık bir sokak köşesinde, bir sine- ma afişi önünde, köprü üstün- de, Yüksekkaldırım merdiven- lerinde, Beyoğlu Caddesinin ka labalığı içinde göremeyeceğiz. İlkin insan bu görememek mec buriyetinde kalışı kabul ede- miyor. Sait'in günü gelince her geçici kişioğlu gibi yer Üstün- den silinip gidebileceği fikrine kendimizi hiç — alıştırmamışız. Onu hep yanımızda, çevremiz- de vazgeçilmez bir insan, —bü yük bir sanatçı, ama her şey- den fazla en gerçek anlamı ile insan— olarak görmeyi, sevme yi nefes almak kadar tabii bir Sey kabul etmişiz, Hele “'bu, benim gibi, Sait'i yakından ta ; ’ğ nimiş, uzün yillar dostluk et- * n miş, onu Mümkür. olabildiği GEÇEN YAZ — Saik Faik'in kadar derinden, içten tanımış, eecen yaz, deniz kenarında, daha doğrusu, tanımaya, anla- maya çalışmış bir insan için onun dünyamızdan — uzaklaşıp gittiğini düşünmek bile dayanıl maz bir işkenceden farksız, Şu satırları yazarken de içimden. bu gerçeği kabul etmediğimi duyuyorum, Sanki — yalanmış, bir uydurma hikâyeymiş onun ölüm haberi, Ama zamanın an an akışında bu gerçek zehir gibi, Sait'in dediği gibi «zehir yeşili» bir acıyla, bir tadla bü- tün kişiliğimi sarıverecek. Daha dün, saat 15'te Marma ra Kliniğine, Sait'i ziyarete git miştim, Şimdi cok uzak bir hâ Limasollu Naci tarafından çeki- len bir enstantanesi ile örtmüşler. Öyleleri bütün güzellikleri hep örtmek ister- ler, Ama sen, senin gibi, gü- zellik ve aşk öncüleri var ol* dukça yaşamaya bir — anlam, bir derinlik, bir yücelik vere- cek olanlar, kişioğlunu yıllar, yüz yıllar boyunca yalnız, terke dilmiş bırakmayacaklar. Sait Faik için neler yazılabi* lirt! Neler neler anlatılabilir! A ma şu an, çok sevilen bir in- tıra oldu. Sait'in uykusuz bir gece geçirdiğini söylediler; u- yuyormuş.. Kapının önündeki divanda oturan muhterem an- nesiyle- beş dakika konuştum. Ağır hastaydı Sait, elbette teh likeliydi, ama bu kadar, öl mün bu kadar yakın olduğu- nu kim bilebilirdi? Hastane- den Sait'i göremeden, içim üz- gün, fakat umudumu yitirme- miş, bir iki gün sonra ikinci gidişimde onu çok daha İyi bir halde bulacağıma —bilmem niye, neden?— o kadar güve- niyordum ki, Şimdi sonsuz bir acıyla, dün saat 15'te, Sait'e hitaben yazıp, muhterem an- nesine bıraktığım kartı hatır- liyorum: aitciğim, çok geç- miş olsun» demiştim, pek yakında gene görüşürüz. Son hitabım olduğunu..ona son defa seslendiğimi bilebilir miy dim? aI Sait'in çok sevdiği — yerler- yim şimdi, Hâtıra- ©i ç anlam kadar keskin çizgilerle g mün önünde duruyor ki, daha uzaklaşamamış olan geçmişe u- zanmak lüzumsuz, Şu bahçe ga zinosunda, belki de şu masada. Sait'le kahve içmişiz, şiir, hi- kâye okumuşuz, tavla oynamı- şız, Köprü'yü, denizi seyretmi- şiz. Ama şimdi buranın da ta- dı yok Sait. Senin tiksindiğin o zevkten, güzellik duygusun- dan yoksun İnsanlar 0 — güze- lim manzarayı iğrenç bir bina sanın, bir yakının, bir dostun, bir ağabeyin ölmesinde duyu* lan acıları çok aşan bir his taşkınlığını içimde duyuyorum. Onun için bir kitap, birçok ki- taplar yazılabilir. Yazılacak da. Onun edebiyatımıza * getirdiği, keşfettirdiği hazine dünya de“ ğerindedir, Türk hikâyesinin, nesrinin Batı'ya eş bir duruma gelebilmesinde hatırlanacak İLK, ad, Sait Faik'ti. Hep de öyle kalacak. Sait büyük bir edebi- yat öncüsüydü. Onun eseri yüz yılımızın en uzun hayatı olan yapıtlarındandır. En kalıcı an-* lamında düygü ve hayâl hazi* nesi olan bir yapıt, bir anıt, Sait bir şiirinde: «Her sey biltiyor Şimdi başlıyor karanlık bir gecer giyordu. , Şifilli 0 karanlık ge- cesini Şaşıyor. Hevimizin de öy le bir karanlık gecesi olacak. Bir yanda, bir zaman parçası” yor. Ama Sail'in ka ranlık gecesi öteki insanların- lı; O karanlık dün- yamızı, karanlık hayatları ay* dınlığa kavuşturmak için v raşanlardandı. Kendi öz haya- tını; yaşamasını bu amaçla hor gören insan cinsindendi. Böyle lara karışmaz ğını parçaladıkları, kişioğlunun dünyasını. aydınlattıkları gibi, kendi sonsuz gecelerinde de gerçek ışığı duymak mutlulu- ğuna ermişlerdir. 'BİR KIYININ DÖRT HİKAYESİ'nden (Aşağıda okuyacağınız par- ça, Sait Faik'in 1936'da ya- yınlanan «Semavers adlı ilk hikâye kitabından alınmış- tir, «Ve Ölü» adını taşıyan bu kısım «Bir Kıyının Dört Hikâyesi» adlı hikâyenin dör düncü ve son kısmını teş- kil etmektedir.) Geçenlerde erkenden evden çıklım. Küçük balıkçıya rast- Jladım. Rengi uçuktu. Tırnakla- rından saçlarına kadar güneş ve deniz içinde gelişmişti, Ba- lıklar ve yosunlar kadar deni- zi tadını çıkarıyordu. Kim bilir belki bu poyrazın sertliği ve kapalı gökyüzü onun rTengini uçurmuştu. Yoksa solacak in- san mıydı? Beni görünce gü- Jümsedi. Bir lengerin içinde götürdüğü kırlangıç balıkları> ilisenin kenarına bıraktı. Ölü var, dedi, Balıkçı ö- lüsü, Orada rıhtımın nihaye- tinde, Git te gör, Ejderhanın marifeti. y Gittim, gördüm. Ölü, orada yoşil çakılların üzerinde idi, Daha polisler gelmemişti. Yü- zünü daha görmemiştim. Ayak ları ve bedeni bir mankene, bir korkuluğa benziyordu. Yü- zünü tarif edeceğim: Sağlam dişler, dökülen yanak etlerinden fışkırmış, Çene poy razın köpüklerine gülüyor, oy” nuyordu, Çene etleri bembe- yaz dökülmeye hazır gibi idi. Beş on günlük bir balıkçı sa> kalı bu beyaz etlerin üzerinde küçük sinekler gibi kaçışıyor ve tekrar toplanıyorlardı. En korkunç yeri göz çukurlarıy- dı. Dipleri hâlâ pembemsi idi. Gözün birisi yoktu. Ötekisi, bembeyaz bir iplikle dışarıya uğramış sallanıyor, hâlâ uzak dalgalara ve zaman zaman de- rinlere bakıyordu. Ölünün kar şısındakiler sararmışlardı. İş- te konuşulanlar: — Ben artık yemek mem. Müthiş! — Kimdir acaba? Çok kor- kunç. — Pek ihtiyar da değil, Ha" kikaten korkunç. — Parmağında altın. halka var. Sonra duruyorlar, tekrar ko- nuşmaya başlıyorlardı, Yalnız, bir kadın ölünün yanına kadar sokulmaya cesaret etti, baktı. Gülümsedi, Kadını tanıyordum, Bana doğru döndü: — Dedikleri kadar korkunç bir şey görmüyorum, — Sahi mi, dedim. Görmü- yor musunuz? Kadın en sevgili — ölülerini gömmüş, ihtiyar ve sağlamdı. Bir sırdaş bulmuş gibi koluma girdi. — Eğer her yerde hazır ve nâzır birisi varsa o zaman kor* kunç: dedi, Ben ona inanmiyo- rum, O benim elimden nelet aldı. O hâzır ve nâzır. Sonra sustu. Gözü yaşardı. Bir meçhul balıkçı ölüsüne iki damla yaş döktü. Kadından ayrılmıştım. Ayak larım beni vine ölüye doğru gö türüyordu. Ölünün başı büsbü- tün kalabalıklaşmıştı, Polisler de halkın arasına karışmış, ge ziniyorlardı. Bir lâhza, ölünün de yanımızda olduğunu düşün- düm, Hepimiz, sırtımızda, - ve elbisemizin altında, gözlerimi- zin İcinde bir müstakbel ölü gezdirmiyor muyduk. Bir za* man için kendi ölüsünü göre- bilecek, seyredebilecek bir ya” radılısta olsaydı da bu ölü kal- kıp ölüsüne baksayvdı, herkes gibi biraz sararacak ve etrafın- dakilere; — Bugün vemek yiyemiyece ğim, diyecekti. yiye- A N

Bu sayıdan diğer sayfalar: