3 Mayıs 1949 Tarihli Yeni Sabah Gazetesi Sayfa 4

3 Mayıs 1949 tarihli Yeni Sabah Gazetesi Sayfa 4
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

BAYF SULTAN HAM 'KABUSLARI Kahveye girme önünden geç kâfidir. Biz yanına geliriz Tefrika No. 70 — Mehmedi bulup öğrenmek Jâzım, Biz ararsak şüphe edi- lir, Hem onu bulan da şu ara- bacı Abdurrahmandı. — Abdurrahman onu tanır m? — Tanır mı ne demek? Bu- lan oydu dedik ya. Mehmet, pu #ulaları ondan alır ve cevapla- yını ona getirirdi. Kapı ardında bekliyen — Ab- durrahmana baktılar. Hacı Sa- lih <Az gelir misin?» deyince, yerinden fırlıyan sıska adama r açtılar: Y Sinoplu zaptiye Mehmedi görebilir misin? — Yine mektup mu — var? (şen gen) Mektup mu vardı? — Sen İlkin gorduğumuza ce vap ver. Onu görüyor musun? — Mehmet gimdi - Ortaköy karakolunda değil! Muhafızlık dniresinde posta gibi kullanılı- Yakıştılar. Kleanti — Skalyeri gabuk çabuk sordu: — Hasan paşanın bulunduğu datrede mi? — Orada ya... Emrederseniz bulalım, (Gülümsedi) Hani e- manet varsa çalışırız. —t Bez şalvarının. tırtıklarndan bacaklarının etleri görünen pe- rişan adamın zaptiye Mehmedi bulup görüşmesine karar verdi- ler. Bulup görüşecek, €skisi gi- bi hizmet edip edemiyeceğini Öğ rendikten Bonra, durumu bir daha gözden geçireceklerdi. Kle anti sefil adamın eline bir yüz- Tük kayme sıkıştırdı: — İstediğiniz kadar verece- — Hay benim — izzetli efen- dim! — Sinoplu Mehmede — söyle. Bu işin bir kolayını bulabilirse memnun ederim. İskele Üzerine yükselmeğe başlayan güneş, açık pencere- lerden — dizlerine — vuruyardu. Kalktılar. İskele kahvesinde Hacı Salihle birlikte bekliyece- ğini söyleyen Kleanti: «Kahve- 'ye girme, önünden geç kâfidir. Biz seni görür yine buraya ge- liriz> dedi. Küş gibi uçan yırtık şalvarlı Bıskacığın peşinden baktılar: “Tabanları ardını döverek koşu- “Yordu. Beşiktaş muhafızlığı ka- pısı önünde bekleyen zaptiye - ye yanaşarak sordu: — Sinoplu Mehmedi görecek- tik? — İzinli o. — Tez gelmez mi dersin? Uzun kasaturası yanına sar- kan sarkık bıyıklı zaptiye, ağan ağan bakarak kaşlarını çattı: — Sen dağdan mı indin yok- »a? İzinli adamın ya gece yarı- H ya sabah döneceğini bilmiyor. Jmusun? — Hani belki gelir demiştik. Acele işimiz vardı da. — Sen sabah gel, sabah! Belindeki enli kayışın sarı to- kasını düzelterek muhafızlık bi- nasına girmişti. Geldiği yere Gönmekten başka yapılacak işi kalmayan Abdurrahman, iskele- “ ye seğirtti. Kahve penceresi ar- dında oturan Kleanti sararmış- tı. Kargısında sigara içen Hacı Salihe bakarak: «Geliyor, bula- madı galiba» dedi, Kahve paralarını masa üzeri- ne bırakıp iskeleye çıktılar. Çe- kinerek sokulan Abdurrahma- nın halinde gözden kaçmayan bir gevşeklik vardı. Ellerini o0- ğuşturarak boynunu büktü: — İzinli çıkmış bugün, — Yaa... : — Ya bu gece yahut yarın sabah döneceğini söylediler, — Sen ne zaman görebilecek- Bin? — Bu gece olmazsa yarın sa- bah mutlak Inşaallah. Siz hiç merak etmeyin. (Kurumlu ku- rumlu) arabacı Tatar —Abdur- rahman Üzerine aldığı işi başar masını bilir beyefendimiz! Sabahleyin ayni yerde bulug- maya karar vererek ayrıldılar. BSıska arabacı Kleantiyi veya- hut Hacı Salihi kahvede göre- mezse, iskelede bekliyecekti. Ha c Salihle Beşiktaş caddesine çı- kan Kleanti ayrılmak için dur- du: — Bu adama emniyetiniz var mı? — Bir işgüzar yiğit adamdır. Fakir olmasından başka kusuru yoktür. — Bizi atlatmaz ya? Evvelce zaptiyeden aldığı mektupları doğru size mi getirirdi? — Bize, Biz de,.. (Tereddüt- ten sonra) Kılıcalide Tek Servi yokuşunda oturan bir muhtar bey vardır. Ona götürüp teslim ederdik. (Gözlerine baktı) tanır mısınız? — Yok. O namda bir tanıdı- ğımız yok bizim, Gizli cemiyetin en değerli Aza- Bı, hattâ umumi kâtibi sayılan muhtar beyi tanımadığını söyle yen Kleanti Skalyeri, elini uza- tarak: <«Yarın sabah kahvede buluşalım Salih ağa.» dedi. Ayrıldılar, İşte minarelerde öğle ezanı da okunmaya başla- mıştı. Sabahtanberi - Gümüşsu- yyu, Beşiktaş, Üsküdar ve Bağ- larbaşı arasında mekik dokuyan Bök gözlü adam, yorgun düşmüş tü. İlk defa karnının acıktığını duydu. Tam muhafızlık binası karşısına düşen kebapçıya gi mek üzere caddeyi geçeceği za- man İrkildi: Öğle güneşi altın- da gümüş koşumları ve altın yaldızlı tekerlekleri — parlayan bir saray arabası ve padişahın Süt kardeşi İsmet bey!... Muha fiz Hüseyin paşayı görmeğe gel diği anlaşılan - mağrur adam, paytonun sol köşesine yaslana- rak ayak ayak üstüne atmıştı. Kapıdan çıkıp yerden temanna eden dükkâncılara, sinek kovar gibi mukabele ediyordu. Gözle- Ti büyüyen Kleanti, kaldırım ke narına çekilerek geçmesini bek- ledi. Öteki, dikkatli dikkatli bak mıştı. Hayatı boyunca, yürej ne ilk defa korku iğnelenmesi düşen üstadı âzâm sar'aya uğ- ramış gibi titredi: Tanınmışsa mahvolmuş demekti. Aksi gibi Ali Suaviyi bir sopada öldüren Hüseyin paşanın muhafızlık bi- nası önünde de bulunuyordu. Talimli yağız atları «Rap rap!> diye duran paytonunun ardına düşerek Üç Bıçrayışta karşıki kaldırımı tuttu. Açlığı da, ke- babcıyı da unutmuştu. Köşede bekliyen sürücülerden birinin dinç beygirine atlıyarak Dolma- bahçeye doğru uçmağa başladı! Hayret!... Mola vermeden saat- lerce koşmağa alışkın olan tu- dumbacı dizlikli, yalın ayak sü- rücü, dört nala giden hayvan- dan iki metrelik olsun geride kalmıyordu. Bunlardan, beygir- lerinin kuyruklarına yapışarak koşanlar da vardı. Fındıklıda Cemile Sultanın sa- rayı önünde durdular: «Bittik be beyefendi. Böyle pazarlıksız. iş olur muymuş?> diye yetişen sürücünün dili bir karış sarkmıştı. (Devamı var) Aşk için evlenmişti. İlk ayla- yın gönülle vücudün birbirinden ayırt edilemiyen fırtınası dinince, Süheylâ, kendini büyük ve derin bir yalnızlığın içinde - bulmuştu. Sevdiği erkeğin sadece güzel, gös terişli bir kalıptan ibaret olduğu- nu anlamıştı. Kuru bir sünger gi- bi Süheylânın heyecanını, coşkun luğunu içen erkek, o zamana ka- dar tatmadığı bir ateşle yanmış- tı. Bu onun için kâfi Jdi, Artık bu aşk oyununun Üzerinde fazla duramazdı. Süheylâ, koca evin içinde ken dini yapyalnız hissediyordu. Geç inen yaz akşamının havası, bah- çeden yükselen yasemin kokula- rile ağırlaşmıştı. Yavaş — yavaş karanlığın içine gizlenen çatılara, uzaklarda kırıksız bir ayna parıl- tısile görünen denize baktı. Haya tında her şey güzel ve noksansız dı. Evet böyle görünüyordu. «Dünyada mekân, hirette iman> sözüne bağlı ruhu, dünyadaki me kânını cennete çevirmeği- bilmiş- ti. Evi her geyden önce temizdi. Havalandırılan salon ve oda- larda sigara kokuları barınamaz- dı. Tablalar temizdi, vazolar çi- çeksiz kalmazdı. Etajerlerin, ma- saların parlak cilâların hiç bir zaman ince bir toz tabakası do- nuklaştıramazdı. Banyo odasının nikelleri, sabun beneksiz, çinileri pırıltılı, havası limon kokulu idi. Her gün havalandırılan, güneş - lendirilen peykeler, battaniyeler, kış yaz yatak odasına güneş, te- mizlik ve havanın yerleşmesinden çıkan sıhhatli bir koku — verirdi. Gümüş gibi pencereleri, süt gibi bezleri, her vakitki itina ve titiz likle mutfağı, bir - Jaboratuvara benzerdi. Süheylâ, artık gölgelerle dolan büyük ve geniş salonda, ayakla- rını altına çekerek, koltuğuna bü zülmüştü. Düşünüyordu. Varlı - ğından bir volkan ateşile fışkı- ran heyecanları, lâv gibi taşan yaşama gücü, coşkun mizacının aşk arayışları ne idi? Bitmiyen, tükenmiyen enerjisini Allah ona niçin vermişti? Her olan işte bir sebep arardı. Şu halde niçin dün- yaya gelmişti? Aşkı bulmak için bu çırpınışların sonu nereye va- racaktı? O kadar büyük ve ye- nilmez bir kudretle duyuyor, eri- şilmez uzaklıklardaki — güzellik- lerin isteğile yanıyordu ki; bun- lar sebepsiz olamazdı. Koridordaki büyük duvar saa- ti, evin sessizliği içine, bir tirol havası getirerek, aralıklı susuş- larla dokuzu çal Süheylâ, bir anın kısalığı için- de İsviçredeki hayatını düşündi Bu duvar saatini, çaldığı melodi- sine, şekline, güzelliğine hayran olarak almıştı. Bir ilkbahar sonu idi. Çocukla- rile beraber çıktıkları dağ yürü- yüşünden dönüyorlardı, Hepsinin ellerinde gelincikler, yasemen çi- gçeklerinden demetler vardı. Yüzle ri ateş içinde, vücutları nemli i- di. Acıkmışlardı. Eve bir an ev- vel varmak için hızlı hızlı yürü- yorlardı ki; Süheylâ, birdenbire durmuş, küçük saatçi dükkânın- dan, sokağa taşan sesi dinlemiş- ti. Bu çalar saatin muziğinde İs- viçrenin havası gizli idi. Karlı dağları, yazın gökü içine âlan göl- leri, yeşillikleri, ormanları, çiçek- lerile İsviçrenin huzur ve sükün dolu havası, O gün eve biraz gecikerek git- mişlerdi. Üstünde tahtadan oyul muş çamlârı, suya eğilmiş ceylân kabartmasile kristal kapaklı, al- tın rakamlı duvar saatini de be- raberlerinde getirmişlerdi. Hemen duvara astığı saatl kurmak Üzere bir sandalye Üzerine çıktığı va- kit, parlak camında kendini gör- müştü. Güneşle büsbütün altın- laşmış saçları tel tel Ürpererek kabarmıştı. Yanakları ateg, fır- tınalı yeşil gözleri sevinç dolu - di. Ne kadar güzeldi. Bu bambaş ka bir güzellikti. Ona bir genç İsviçreli: «Sizde tablatın muhte- gem güzelliği var> demişti. Bel- ki de o genç adam doğru Böyle- mişti. Ne kadar da gençti. Sonra kapağı açarak, #aati kurmuştu., İçeriden yükselen kocasının se- Bi, onu geçmiş günlerin içinden sıyırıp çıkardı. — Ah bu saatin sesi... “Arkadan her zamanki nakara- tı tekrarladı. — Beni tatlı uykularımdan e- diyor.., Süheylâ, bütün duyguları bü- yük bir huzursuzlukla taş kesile- rek bir an durdu. Sonra yavaşça, tevekkülle mırıldandı: — Ah bu maatin sesi Bu saatin sesinde bütün haya- tının - bekleyişleri, heyecanları, ürpertileri gizli İdi. O saatin sesi le kanılmamış uykularmdan uya- narak, çocuklarını emzirmişti, Yi- ne, bu saatin sesile, yatağından fırlamış, çocuklarını mektebe gön dermek 'Üzere kalkmıştı. - Sonra kalbi bu saatin vuruşlarından da- ha hızlı çarparak sevdiği erkeğin gelişlerini beklemişti. Belki de bü tün hayatı boyunca, onun tek ar kadaşı bu saatti. Saat yedide yemek yemişlerdi. Oğlu Kasımı yıkamış, - saçlarını tarıyarak giydirmiş ve yatırmış- tı, Sekiz yaşında idi. Süheylâya büyük ve içli bir bağlılıkla, ade- ta âşıktı. Ana oğul birbirlerini garip, âdeta hastalık denecek bir —muhabbetle seviyorlardı. Süheylânın yalnızlığı içine, dhk güneş ışığı gibi bir hasret doldu. Yerinden fırlıyarak, çocuğunun odasına koştu. Oğlan, küçük kar yolasında gerilmiş yatıyordu. Al- nında kıvırcık bükleleri, uzun kir pikleri birbirine kavuşmuş, nârin boynu sola doğru bükük uyuyor| du, Şuurunun uyanık bekçisi ana sının geldiğini hissetmiş gibi kı- pırdadı. Başı yastığının üzerinde kayarak mavi veyyöz ışığının al- tina doğru uzandı. Süheylâ, hafifçe gülümseyen bu harikulâde güzel çocuk yüzü- nü, hayranlıkla, içini parçalıyan bir kederle uzun uzun seyretti. Bu çocuk onun da sabir taşıy- dı. Onun aşkını bağrına basmış, mânasız, kurak, boş — hayatının manevi yoksulluklarına boyun e- ğiyor, göğsü geriyordu. — Bu çocuk olmasaydı tan... Fakat, böyle bir evlâda sahip olmuştu. Bütün ıztıraplara kat- lanacaktı. Geldiği gibi sessizce odadan çıktı. Koltuğuna oturdu. Yasemin kokularını içeri dolduran belirsiz bir rüzgâr esiyordu. Gönlünün evlât köşesi dolu idi, Fakat ken- dini yaşatacak öz, cevheri boş, heyecansızdı. Bu kurak, yekna- sak hayatı nasıl sürükliyecekti? Kocası, sadece vücudünü düşü nen kimselere mahsus bir hod- kâmlıkla canı için yaşıyordu. Ye- meklerine itina, giyeceklerine dik kat edilmeli idi, Para kazanmak için tatlı canını — sıkıntı; soka- çok- yebilmek için dalmâ kendi para YAZANıI nan, canlanan yagama hasretile, sından eklemek mecburiyetinde | çevresini kuşatan yalnızlıktan kalıyordu. Gelecek günler için| boğuluyordu. Yasemin kokuları, hiç bir pervası olmıyan bir erke- | içeriye uzanan ay ışığının mavi in gayesiz, boş ve gündelik ha- yatına ortaklık etmek, onu gün- den güne yorup tüketiyordu. Yü- reğinde durmadan bir eksiliş var d Heyecanları, yaşama İstekle- ri, bitmez sandığı enerjisi, varlı- ğından yavaş yavaş siziyor, bü- 'nun yanı başında taze bir yükse- lişle yeni, sıcak bir hasret doğu yordu. Kendi yarımlığını tamam- hyacak bir arkadaşlığın, gelecek günlere Ümitle bakabilmenin be- raberliğini, heyecan ve aşkı geti- recek bir erkeğin hasreti idi- bu. * Baat dokuz buçuğu çaldı. O- nu çaldı. On buçuğu çaldı. On bi- ri çaldı. On bir buçuğu çaldı. On ikdyi çaldı. Yarımı çaldı ve sonra biri çaldı. * Süheylâ, ay ışığile yıkanan ça- tılara, dumanmız bacalara, uzak- lardaki mavi deniz parçasının parıltısına bakıyordu. Yasemen- lerin bütün kokularını emen dur- gun hava, pencerelerin önünü kaplamıştı. Her yan ışıksız, her yan uykuda İdi. Süheylâ, gece ilerledikçe uya- Üniversitede lisan imtihanı Üniversitede lisan imtihanla- rına 9 Mayısta başlanılacaktır. Son olarak değiştirilen lisan o- kulu yönetmenliği ile Fakülte yönetmenlikleri arasında bir mu- tabakat temin edilmediği için, talebelerin büyük bir kısmı hak- sız yere mağdur olduklarını id- dia etmektedirler. Bugün meriyette olan Fakülte yönetmenliklerine göre, talebe- nin dördüncü sömestr imtihan- larına girebilmesi ve beşinci sö- mestre devam edebilmesi için |!- san okulundan mezun — olması şart koşulmaktadır. Diğer taraftan lisan okulunun normal tedris müddeti 6 sömestr, yâni üç senedir. Bu durum kar- gısında talebenin Üç sene oku- tulan/bir dersin imtihanını, ikin ci senenin sonunda vermeleri i- cap etmektedir. Dün mağdur olduklarını iddin eden Tıb Fakültesi talebeleri Marmara lokalinde bir toplantı yaparak bu sene eski yönetmenli ğin tatbik edilmesi için alâkalı makamlara müraacat etmeğe ka rar vermişler ve aralarından üç kişilik bir heyet seçerek bu işi gerçekleştirmek için vazifelen- dirmişlerdir. İngiliz müzisyenleri döndü Ankaradaki müzik festivaline iş tirâk etmiş olan İngiliz müzisyen- leni Mr, Fredrio İddle ile Cloreg-| ce Rayboulb düm İngiltereye mü - tevecihen uçakla gehrimizden ay- rümişlardır, — Müzlsyenler, — haya meydanında kendileri ile - görüşen gazetecilere Ankarada — bihassa Relsicumhurdan gördükleri tevec - clhe çok minnettar kaldıklarını ve bu gibi müzik temaslarının kültür bakımından çok faydalı olacağını söylemişlerdir. 4 Socuk Esirgeme Kurumunun Kocamustafapaşa Sümbül — Efendi dispanserinde Mart 949 ayı için - do Ti erkek 73 kadın ki 144 has- ta muayene ve tedavi edilerek yar mazdı, Süheylâ, büdceyi düzenli- dıimda bulunulmuştur, Yazan: BEHÇET SAFA 4 Nazif beni çok üzüyor. Çün- kü bu adam bana kargı gerçek- ten çok dost ve çok iyi kalbli... Amma kocamın beni anlayacağı 'na ve bana serbestiyetimi lade edeceğine de eminim. Birbirini Bevmeyen insanların birbirinden vazgeçmemesi mânasız değil mi- Bir? Sen ve ben, biz birbirimiz için yaratılmışız. Eminim ki biz de- İller gibi mesut olacağız. Çıl- #anca mesut olacağız. Sadece ce- Baret lâzım! Ben her şeyi Na fe söyliyeceğim. Ona karşı dü- Tüst olmayı bir vicdan borcu sa- yıyorum. Bununla beraber yıl- dönümümden önce bir şey söy- Tiyecek değilim. «Benim şeker Kudretim; ben gapılması lâzimgelen şeyi yapa Tım, Amma senden uzak yaşaya zaam. Anlıyor musun? yaşaya- mam, Fakat ne aptallık ettim e bu kadar uzün yazdım. Hal- buki sana kısaca, şu iki kelime- yi yazmak kâfi değil mi idi? «Seni seviyorum ve seni bıra- kamam.> Mektup burada birden kesili- yordu. kran, yerinden kımıldama- ya muktedir olamıyarak don-« muş kalmıştı. Mektuba hâlâ göz leri takılı idi. İnsan en yakınlarını bile ne kadar az tanıyor! Demek ki Sevimin bir de fşı- ha varmış! Ona böyle delice mek tuplar yazıyor ve onunla kaçma yı düşünüyormuş. Peki amma ne olmuştu? Bu mektup postaya verilmemişti ki! Acaba Sevim onun: yerine baş- kasını mı göndermişti? - Acaba Sevim ile bu meçhul sevgili a- Yasında ne geçmişti? Kardeşim, sevgili kardeşim!.. İnsanlar sevince ne deli oluyor- dar?..ş Tefrika No. 52 Acaba bu kudret kimdir? O da Sevimi böyle delice sevmiş mi idi? Belki... Çünkü Sevim gerçekten çıldırasıya — sevilecek mahlüklardandı! Bununla bera- ber mektupta görüldüğü gibi bu Kudret unutmayı ve unutturma- yı göze almış, yahut tercih eder olmuştu. Belki de böylece hesa bi kesmeyi Sevimin menfaatine uygun bulmuş, onun ocağını yık mak istememişti. Evet amma erkekler böyle durumlarda bu geşit numaralardan İstifade ede gelmemişler mi idi? Yoksa me hul âşık artık Sevimden bıkmış değil ml di? Belki de o çapkın bir adamdı ve onun Sevimle aş- kı geçlci bir maceradan ibaret- ti. Belki de Sevimi eiddi olarak #evmemişti. Şükran nedense bu #damın Sevimle maceraya son vermek azmini kat'i buluyordu. Ne garip ki Şükran aylarca hiç bir geyden haberdar olma- mış, hiç bir güpheye düşmemiş- 'ti. Sevimin maceralarla dolu bir hayattan sonra süküna ve raha ta kavuştuğu için bütün o keş- mekeşlere son vererek varlığını evine, ocağına vakfetmiş oldu- Zunu sanmıştı. Evet amma, bu meçhul adam kimdi? Bu fşık, bu kurt â- #ık kim olabilirdi? Şükran her şeyi iyiden iyiye hatırlamak arzu ve isteği ile dü gündü, düşündü. Sevimin etra- fında bir çok gençler dolaştı. O- na günde on defa telefon edil- diğini biliyordu. Bunları gözü- 'nün önünden geçirdi... Hangisi? İki islm Üzerinde tereddüd ge- Çirdi. Fakat bunların da nesi Sevimin zevkini, hayranlığını celbetmiş olabilirdi? Meselâ Sa- dik... - Fakat bu adama - artık genç bile denemezdi. Bir rivayete - göre itibarı ye- rinde, istikbali parlak bir adam mış, Hattâ yakında hariciyede müstegar olması bile söyleniyor muş. Bir gün vekil olması bile mümkün imiş. Acaba Sevimi cezbeden bun- lar mı 1d1? Olamaz, Çünkü Sa- dik bey soğuk bir adamdı ve sık sık görünmüyordu. Bu kadar hararetli bir mektubun ona hi- tap etmiş olmasına inanmak güçtü. Çünkü bu zat evli idi ve karısının kendisini sevdiği de töyleniyordu. Eğer meçhul âşık dik değilse acaba Fikret değil mi idi? Fikret esmer güzeli bir adamdı ve çok sempatikti. Hat- tâ Sevime karşı hayranlığı'belli gibi idi. Bu hayranlığını gizleme ye bile lüzum görmediği anlar oluyordu. İşin garibi Sevimin vefatın- dan sonra o birden ortadan kay bolmuştu ve bir daha gören de olmamıştı. Garipti. Bununla beraber hayır... O kadar da garip değildi. Çünkü bu zat sık sık seyahatlere çıkar, civar memleketlere gider gelir- di. Onun bir gün Filistinden, bir gün Suriyeden geldiğini duyar- lardı. Oralı mı di? Belli değil. Bununla beraber dilinden bir ya bancı olduğunu anlamak da yo- Jday değildi. Onun gelmemesi, Sevimin ölü- münden sonra hiç görünmemesi gu noktada da akla yakındı: O Sevimin dostu, ahbabı, arkadaşı ddl, Sadece ahbabı ve arkadaşı... Şükran bu zatın da Sevimin âşı- ki muhavereden sonra bu küçük ni daha iyi kı olmasırı bir türlü kabul ede- miyordu, buğusunda görünen geniş salon ve koltuğa büzülüp oturan haya- linin aksettiği aynalar, bu yal- nızlığı arttırıyordu. Onu yerinden sıçratan telefon sesi oldu. Henüz ikinci zilini ça- hyordu ki; Süheylâ, uçar gibi İ- leriye koştu. AÂhizeyi - kulağına yaklaştırdı. Kalın, hasret dolu bir erkek sesi: — Naciyem sen misin? Diye soruyordu. Süheylâ, bir An bu sesin verdiği sıcak Ürperti ile sustu, Sonra büyük bir ız! rapla — Ah ne yazık ki ben deği - lim... Dedi, — Telefonu — kapatacaktı. Fakat telefondaki ges, ateşli bir yalvarışla: — Dur! dedi. Kapatma telefo- nu... Konuşalım... Teselliye muh tacım bu gece!... Süheylâ da telefonu kapatma- dı. İradesinin dışında onu dinle- di. e Saat üçü çaldı. Üç buçuğu çal- dı. Dördü çaldı. Onlar hâlâ konu şuyorlardı. İstanbul Adalet Sarayı inşaatı İstanbul Adalet Sarayının ya- pılacağı Sultanahmetteki İbra- SORAMAZA G 83 MAYIS 1049 n arammam 4 Yazan: Eski bir pehlivan Üremmn Tefrika No. 70 Hüseyin ağa bir mucizeye bakar gibi güreşi seyrediyordu Asker o kadar haklı idi ki cazgır ağzını açamadı. Onun yerine Serez beyi cevap verdi: — Sıkı geliyorsa pes et! Asker bu sefer Serez beyine döndü: — Senin pehlivanına mı pes edeceğim. Ölürüm de etmem be! Yalnız bundan sonra ben de böyle birgey yaparsam kim- ge karışmasın. — Elinden ne gelirse yap! — Pekâlâ öyle ise! Asker bir çırpındı ve: — Hayda be pehlivan! Diye bir nâra attı. Bu açık bir meydan okuma idi, Vi «— Bak şimdi ne yapaca- Bım!> demek İstiyordu. Madralı Halil de artık kar- şısında ne biçim bir pehliyan bulunduğunu anlamış olduğun- dan ihtiyatlı duruyordu. Şimdi güreş birdenbire şek- Nni değiştirmişti. Asker hücmn üüzerine hücum gösterivor, Mad Talı ise durmadan gerilivordu. Seyirciler büyük bir hayrete düsmüklerdi. Meğer bu asker ne vaman sevmiş! Hilseyin afaya gelince, âde- ta bir mucize seyreder gibi idi. “Hicbir gey konuşmuyor, fdeta dilsiz gibi güreşi geyro- diyordu. Bu sırada Ayıboğan Hasanın yenilmesi üzerine ortadan kay- bolan Kâhya olup bitenlerden haber alınca yavaş vavas mey- dana çıkmıstı. Evvelâ Hüseyin ağanın baska bir nehlivanının Madralı Halile çıktığını - öğre- nince büvük bir şaşkınlığa düz- müstü. Bu kim olabilirdi? Her ide çiftlik vanaşmalarından himpaşa sarayının bulunduğu i olacaktı. Bunların arasında sahada evvelce istimlâkleri yapıl | Gört beş tane pehlivan - vardı mış olan evlerin metre karelik | armma, Ayıboğan Haran - hep- arazi üzerinde iki eski eserin Mmevcut olması inşaat proji de bazı tadilâta lüzum göster- miştir. İbrahimpaşa sarayı ge- ne eski durumunda bırakılmış- tır. 2400 senelik bir eski eser 0- lan Sentofelya kilisesinin bilhas- sa fresklerile süslü bulunan kıs- mına da büyük önem verilmek- tedir. Bu yüzden Adliye Sarayı inşaatı ortasında bulunan bu kiymetli eser aynen — muhafaza olunacaktır. Bayındırlık Bakanlığı tarafın- dan açılacak proje müsabakala- rına Türk mimarları iştirâk e- deceklerdir. 3 Ağustosta proje- ler Bakanlığa teslim edilmiş 0- lacaktır. Adalet Sarayı inşaatı 1950 h başında ihale edilecekti: na, mahkeme salonları ve diğer odalarile birlikte 50 bin metre kareyi ihtiva eden 3 katlı bir bi- na olacaktır. Diş hekimliği okulu Fakülte oluyor Diş Hekimliği okulunun bir fakülte haline sokulması için ge- rekli hazırlıklara başlanılmıştır. Tıb Fakültesi profesörler ku- rulunun aldığı bir kararla mek- tep dört müstakil enstitüye ay- rılmıştır. Teşkil edilen enstitüler gunlardır: Cerrahi Enstitüsü şef Ord. Prof. Kantrowich, Tedavi Enstitüsü gef Prof. Suat İsma- ll Gürtan, Ortodonti Enstitüsü şef Doç. Orhan Okyayın, Protez Enstitüsü şef Prof. Rüştü Önol. Diğer taraftan mektebin idare müdürü Prof. Hikmet Yalkın ted ris müdürlüğünü de uhdesine al- mıştır. Eski tedris müdürü Ord. Prof. Kantrowich Cerrahi Ensti- tüsü şefliğine getirilmiştir. Diş Hekimliği Fakültesi tali- matnamesinin pek yakında sena- todan çıkması beklenmektedir. —a —— Kâğıt elinde durup duruyor- du. Birden avucunun içinde bu- ruşturdu; Buruşturdu. Bu mek- tubu yok etmek, ortadan kaldır- mak lâzımdı... Fakat gizli bir tuttu. Bu mektup belki bir gün mü him bir vesika, bir delil olabilir- âi... Mektubu düzeltti ve aşağıya inerek mektubu çekmecesine ki- litledi. Belki bir gün bu mektup Se- vimin neden hayatına son ver- diğini açıklıyacaktı. m 'Ya bundan sonra? 'Tuhaf olacaktı amma bundan sonrasını da hafızasında yokla- ması Jâzımdı. Tavan arasındaki bu keşfin- den, bu acıklı buluşundan son- Tasını kapatmak istiyordu. Fa- kat duramıyordu. Çünkü bundan sonra Nazifin günden güne garipleşen hali, ta- kudret onü vır ve hareketi vardı. Bu hal ye- ni değildi. Amma küçük hâdise ler halinde memişti. Şimdi bir akşam önce hâdiselerin mâna: anlıyordu. — (Devamı var) önce dikkatini çek- sinden üstün olduğu halde Mad ralıya bir elde yenilmiş bulun- duğuna göre, bu ikinci sımıf pehlivan nasıl oluyordu da bu İstanbullu bas pehlivana karşı durabiliyordu? Buna bir türlü aklı ermiyordu. Merak etti. Evvelâ uzaktan baktı. İşte iki pehlivan hâlâ ör- tada güreşiyorlardı. Gözleri za- yıf olduğundan uzaktan Madra- h Halille güreşen pehlivanı tanı yamadı. Çiftlik yanaşmaların » dan birini yanına çağırdı: — İyi dayanıyor mu Madra- liya? — Çok iyi dayamıyor... — Kim bu? — Bilmiyorum efendim. — Bizim pehlivanlardan biri değil mi? — Değil efendim. Bir yaban- cı... Asker diyorlar. — Asker mi? — Evet! Kâhya yeniden bir şaşkınlığa düştü. Bu yabancı asker kim o- Jabilirdi? Birden aklına güreşi Havagazından öldü Üç gün önce Üsküdar Muradi- ye mahallesi, Allâme sokağında 20 numaralı eve, umumi hava- gazı borusunun patlamasile bir sızma olduğunu ve dört kişilik bir ailenin zehirlenerek Nümu- ne hastahanesine - kaldırıldığını yazmıştık. Zehirlenenler arasın- da bulunan 15 yaşındaki Hıristo dün ölmüş; diğer kazazedelerden de Yorgi. İspiro ve Diyamandi evlerine gönderilmişlerdir. İngiliz kültür heyeti başkanı gittı Memleketimizde uzun müddet - tenberi bulunan İngiliz Kültür he- başkanı Dr, Philipp Hindis - yin edil- tan heyeti diğinden dün Londraya mütevec - cihen ayrılmıştır, Dr. Philipp ye - rine tayin olunan*Major Mc, Mab! temmuz ortalarına doğru memle - ketimize gelecektir. kanlığına Jean Coctean'nun dünkü konuşması Şehrimizde bulunan Fransız komedi trupunun artistik direk- törü meşhur sanatkâr Jean Coc teau dün Atlas sinemasında bü- yük bir dinleyici kitlesi önünde enteresan bir konuşma yapmış- tır. Söze evvelâ İstanbulda edindi- ği intibar anlatmakla başlıyan sanatkâr şehrimizi sadece objek tifman değil, fakat ruhuna nü- fuz ederek tetkik ettiğini söyle- miştir. Türklerin her sahada yapmış oldukları inkılâpları hayranlıkla karşıladığını bildiren - Coctçau, bilhassa dil inkılâbını öğmüştür. Bundan sonra Fransadaki san at inkılâplarını anlatmış, bu ye- niliklerin kötü de olsa bir kıy- met ifade edeceğini, zira sanat hayatında bir takım hareketler yarattığını belirtmiş ve sözlerini -| sanatta yerinde saymamak için atılıp yenilikler yap 'ek bitirmiş- daima ile mak Jâzımdır; diy İtir, seyretmek için izin isteyen top çu askerleri geldi. Çünkü ne mi- Bafirler, ne de çiftliktekiler a- rasında başka bir asker yoktı — Topçu askeri mi yoksa? — Evet, öyle! İki arkadaşı ağanın yanında oturuyor. — Nasıl oldu bu iş? Yanaşma tesadüfen orada bu- dunuyormuş. Her şeyi görmüş. Bildiklerini birer birer kâhyaya anlati Kâhya kendi kendine: — Her halde Hızır olacak bu adam! diye mırıldandı ve yavaş yavaş Hüseyin ağanın yanına doğru gitmeğe başladı Hüseyin ağanın etrafım kala balık bir dost kitlesi kuşatmış bulunuyordu. Hepsi ağanın san dıkları bu genç pehlivanı öve- cek kelime bulamıyordu. Hüse- “yin ağa birdenbire sanki yirmi yaş gençleşmişti. Düşük beyaz bıyıkları dimdik olmuştu. Tipki ©ü bir delikanlı gibi, zaman zaman * askerin yeni ve güzel hamleleri karşısında kendisini tutamıyor: — Yaşa pehlivan! — Haydi arslan! diye kendi- Bini teşvik ediyordu. Kâhya manzarayı bir defa da gözile gördükten sonra artık ce garetle ağasının yanına sokuldu. — Çok gükür vartayı atlatmış de- mekti. İşte Serez beyinin ta İae — tanbuldan getirttiği meshur Madralı Halil pehlivana karşı onlar da bir pehlivan çıkarabil. mişlerdi. İ Şimdi güreşi daha yakından — seyredebiliyordu. Vaktile nice güreşler yapmış usta bir pehli- van olduğundan bu askere metini hemen verdi. Çok güzel güreşiyordu. Çok kuvvetli bir adam olduğu hemen belli oluyor. * du. Güreş gittikçe askerin baskı- — gı altına giriyordu. Madralı mü- — temadiyen geriliyordu. Bir ye « rinden kaptırmamağa, oyun ver memeğe bakıyordu. Tam bu sırada asker Madra- hyı aşırmadan boyundaruğa a- hverdi. Ve sıkmağa başladı. Tabil alaturka güreşte rakip paçalara inmedikçe bu şekilde aşırma buyunduruk vurmak doğ ru bir hareket sayılmaz. Fakat yarım saat evvel Mad- İ İ ralı da ayni şeyi yapmamış mudfi idi? Zavallı askeri buyunduruk »— 'ta insafsızca, gaddarcasına boğ: mamış mı idi? Onun için halk bu hareketi çok yerinde buldu. Sağdan sol- dar — Boğ Madralıyı? — Çıkar canını burnundan! — — Boyunduruğu Zoğlu vur! Diye sesler yükseliyordu. (Devamı var) | OKUHH(llgğö li Gençlerimize m oyunları neden öğrelmiyoruz ? Edebiyat Fakültesi talebelerin den Yusuf Ziya Beyzadoğlundan aldığımız mektupta deniliyor kiz «Geçenlerde Türk kültür ocur — ğa, milli oyunlar şenliği yapmış- — tı. Ben de ocağın üyesi oldudum için biliyorum ki, yurdun mule telif köşelerine mahsus oyuntumlN oynuyacakları bulmak çok — güçyi olmuştu. Fakat binbir müşkülüt y la hazırlanan şenlik — programı başlayınca seyredenlerin coşkun tezahüratı bu uğurda katlanıdanı ları hemen unutturdu. Dört saat hepimizi Türkün asil ve mert ruhundan doğan bu kah ramanlık tabloları o kadar. he« yecanlandırdı ki, bu milli ve asil heyecan karşısında acı acı dü- şündüm: Neden her sene verilen sayt sız balo, çay ve müsamerelerde bu milli oyunlar da oynanmıyor. Neden arandığı zaman bir kağ genç çıkıp ta: Ben o milli oyunu bilirim, diyemiyor. Halbuki lise- de beden terbiyesi dersi vardır. Hiç olmazsa bu ders saatinde mil Ti oyunları öğretelim. Bir milletin ayakta durması gelenekle nutmamalarile mümkündür. tarih buna misaldir.» * İsmi ve adresi mahfuz bir okur yucumuzdan aşağıdaki mektubu aldık «Mahmutpaşada — Tarakçılar caddesinde 250 metre kare paket kaldırım yapılacaktı. İşi üzerini alan müteahhit, bu caddeyi vür rım bırakarak Tarakçılar Hati sokağını yaptı. Bu vaziyeti ald: kadarlara duğfurursanız bu Cdde dede bulunan otuz dükkân MEMe supları memnun olacaklardır. b

Bu sayıdan diğer sayfalar: