23 Ağustos 1946 Tarihli Büyük Doğu Dergisi Sayfa 5

23 Ağustos 1946 tarihli Büyük Doğu Dergisi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

E8UABDULLAH (HAFİF) «Tefsirci : — Bu ilimde, Ebuabdullah Ha- fifin olduğu kadar, kimsenin telifi ve &seri yo tur. **#* Ona sordular — e Si Cevap v TE alis adi Allahı bul- Maktir, ##* “Vücut yükünden bir ân hafif- leyip nefes alabilmek için, başka bir işle düşüp kalkan bir Büyüğün halini târif ettikten sonra şu mıs- raları okudu : O sevgiliyi unutmak isterim; o sevgiliyi Ki yüzü, ne Kâdar bakarsam o kadar görünür. #ek Bir genç, .Horasan tarâfından Hacce gidenlere katılıp Ebuabdul- lah Hafifin memleketine geliyor. Orada birdenbire ağır bir hastalığa tutuluyor. Şeyh, bu genci, bakılsın diye yakınlarından birinin evine gönderiyor. Hem ev sahibi, hemde zevcesi, iyilikleriyle tanınmışlar- dır; gence bakacaklardır. Bir iki gün sonra ev sahibi, yüzü kireç gibi bembeyaz, seyin huzuruna çıkı- yor. Şeyh soruyor — Niçin betin benzin on uçmuş?.. — Dün gece o genç bizi çağı np dedi ki :. “Bu gece yanımdan ayrılmayınız; bu gece benim em- rim tamamlanacaktır., Zevceme, gecenin ilk kısmında beklemesini ve sonra beni uyandırmasını tenbih ettim, Nöbet bana geldi, uyandım. Şafak vaktine kadar gençle meşgul olmaya koyuldum. Bir aralık dal- mışım... Nâgihan bir ses duydum : «Uyuyor musun?.. Halbuki Allah şu ânda senin evine nazil olmuş bulunuyor.» Titreyerek uyandım. Kendime gelir gelmez dehşet- ler'içinde kaldım: Evimde müt- hiş bir hareket gürültüsü ve büyük bir aydınlık. Paktı son melarindüz Gükieeii bağladım ve elini ayağını a Hemen ruhunu teslim et Şeyh bunları dinledikten sonra, beti besi kül gibi a — Sakın, diyor; bi is kimseye açayım demiyesin | li Ebuabdullah Hafif, bir velinin bir menkıbesini anlatır : — O, bir kafileyle bir yerden bir yere gidiyordu. Yolda sultanın mâaiyetinden birkaç kişiyle arka- daş oldu. Biraz sonra bunların söz- leri ve tarzları kendisini soğuttu; gönlünden bu adamlar hakkında fena düşünmeğe başladı ve ilk fırsatta onlardan ayrılmağa karar verdi. Biraz sonra kafileden bir 1 Tori 1 1 “Müminlerin Emiri,, unvanı Haz- reti Ömere şöyle verildi : meri ziyarete geldiler. Kendisi- ne haber gi şöyle dediler: — Müm alar emirine, bizim gel- diğimizi bildirini: Haberi Rabi Hazreti Ömere bu sözleri harfi harfine söyledi; Hazreti merde kendi hakkındaki bu tâbiri “Müminlerin emiri, denmek âdet ye- rine geçti. Gerçekten “Müminlerin emi iri olan Hazreti Ömer, Müslüman- ların başına geçtiği gün dindaşlarına şöyle hitap etmişti: İçimizde en faydalınız, işleri idarede en kuvvetliniz olduğumu bil- mesem, bu İşi üzerime almazdım. Ve işte, güneşin parlaklığını be- lirtmek kadar Kes b ve âçık olarak Hece De söylüyo izde bu işi "üz erine almıya mize nn liyakatlı bir kimse bulun- duğunu bilsem, gidip ona boyunu- mu vurdurmak, benim İçin, bu makâ- ma geçmekten daha kolaydır! * Böyleyken?.. Bütün tarih boyunca tevazuun en ileri haddiyle hakikatin en parlak derecesini birleştirici bu uhteşem ve kat'i bir ehliyet ifadesi (billürlaştırılmamışken?. Ve her devlet reisinden Hazreti Ömerin şu harikülâde sözündeki ölçüye kar- şı nisbet derecesini sormak bir vazi- feyken ?.. Evet, böyleyken ?. Adıdeğmez m ki, o genç, haykırışma işidildi. Sultanın adam- ları, aralarından birinin fevkalâde kıymetli bir kemer kaybettiğini, onu bütün kafil& içinde ve herke- sin üzerinde teker teker arayacak» larını haykırıyorlardı. Herkesin üs- tünü aradılar, yaaa bir şey bu- unamadı. u Veliye eğ şöyle dediler « dee böyle bir şeyhin de üstünü başını arayacak değiliz yal..,, Fakat “Çare yok, onun da üstünü bağını aramaya mecbu- ruzl Bir kere yemin ettik, dediler ve aradılar. Şeyhin cübbesini açar açmaz, fevkalâde kıymetteki ke- sekbi» meri onun belinde buldular ve şa- şırıp kaldılar. 'Şeyhin söyleyebil- diği ancak şu oldu: “Vallahi be-. nim bundan haberim yokl.., Fakat hiç kimse işin ruhunu anlayamadı ve kafile onu ordcıkta bırakıp çekti gitti. ABDURRAHİM (ASTAHARİ) Babasından kendisine yirmibin akça miras kaldı. Miras üzerinde dedikodular olduğu için, 'alâkalıla- ra dedi ki: — Onbinini bana verin, ge- risini size helâl ettim! On bin akçayı bir torbaya dol- durup kendisine teslim ettiler. Para, evine girer girDeki gönlünü “bir vesvesedir kaplad — Acaba bu parayla ticaret edip de kazancını tukaraya mı da- ğıtsam?.. Yoksa onu bir köşeye koyup te yavaş yavaş nafa- ka mı etsem e o kadar büyüdü ki, nihayet dayanamadı, bir gece ya- nsı onbin akçayı birden evinin penceresinden dışarıya seipti, Sa- bahleyin uyanan komşular : — Allah Allah, dediler, gökten bu gece para mı yağdı Abdurrahim sabahleyin yakın- larına bomboş torbayı gösterip onu şöyle bir silkeledi; torbanın içinden yere kay akçalık bir önal düştü. — Ne ledi dedi i, bugünkü sinek ve bakla parasına is, ikiz. Herkes birbirine bakıştı ve fı- sıldadı — Bakın şu divanenin haline ki, pencereden onbin akçayı so- kağa serpiyor ve İM yarım ak- çayla saadet ep Kendisine las gittiği bir Büyüğe güzel' bir yemek ısmarla” mıştr. Üç gün üstüste bu yemeği, kapılarına sokulup Allah için bir şey isteyen bir dilenciye verdirtti. Bu, üç gün sırayla böyle oldu; o da üçüncü günden sonra bir ay, köşesinde oturdu ve hiçbir şey yemedi. Ay tamamlandıktan sonra dışarıya çıktı. Bir su kenarında oturmuş, ' elindeki kuru ekmeği 1s- lap yiyen bir adam gördü. Bu. “adam Abdurrahim'i dâvet etti. O da adamcağızın yanına çömelip dâvetini kabul etti. İkisi de yanya- na, kuru ekmeği akar suda ıslatıp yediler,

Bu sayıdan diğer sayfalar: