5 Nisan 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9

5 Nisan 1939 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

5-4-939 Tefrika No. 5 | iF GALTALTINDA bem... > ol kl mi4 lll İ ll ia Damat Ferit Ümide Düşmüştü İzzet Paşadan Sonra Kabineyi Tevfik Paşa Teşkil Edecek, Daha Sonra da Sadarete Kendisi Geçecekti — Ha evet, demişti. Zatı şahane bühassa Izzet paşa kabinesi hakkn- daki maruzatıma, lütfen büyük bir slâka gösterdiler, Fikirlerimi, tek- tiflerimi olduğu gibi kabul ve tas. dik buyurdular. Ayan reisi Ahmet Rıza Beyin yarın İzzet Paşaya gi- dip, Hayri ve Cavit Beyler hakkın- daki arzuyu şahaneniri şimdiye ka- dar yerine getirilmemesinden do- layı, padişah hazretlerinde, gerek İzzet paşaya, gerekse kabinesine karşı bir itimatsızlık uyandı, bahis ile bir ihtilâf çıkaracak, ne- tice itibarile İzzet Paşayı istifaya mecbur edecek şekilde ve şiddet. lice bir harekete geçmesini muv ık buldular. Bu müdahaleli vazi- Yet karşısında İzzet Paşanın kabi- Desile beraber derhal çekileceğini kuvvetle ümit edebiliriz. Ben pek Yakından tanımam ama, paşanın İz- zeti nefsine pek düşkün olduğunu ve müdahalenin her halde istifa ile meticeleneceğini Ahmet Rıza Boy de temin ediyor. u tatlı havadis karşısında, biraz evvelki dargınlığı ge- çeviren Ali İhsan Bey ayağa kalk- mış, mânalı bir gülüşle: — Şu halde ekselâns, Zatı dev- İetlerinin de sadaret makamını ar- tik şereflendireceğinize kati ve muhakkak pazariyle (| bakabili şimdiden de tebrik vazifemizi ya- Parak ubudiyetimizi teyit edebi - İiriz değil mi?.. Demişti. Damat Ferit, bu hoşa Gidecek dilek karşısında gözleri - hi kapamış, kanapesine tekrar yaslanmıştı, Bir kaç dakika sa - kin, sakit kalmıştı. Sevgilisine kavuşamıyan basretliler gibi de rin derin içini çekmişti. Hüzünlü bir eda, elemli bir sada ile: — Hayır monşer, demişti. Şev- ketmeap #adarete tayinimin birez gecikeceğini irade (buyurdular, Kabinemde (çalışacak nazırları aralarından intihap etmek üzere Hürriyet ve İtilâf Fırkası erkânı - rın İstanbula avdetlerini, siyasi faaliyete geçmelerini beklemek lü- zumundan bahsettiler. — Evet fena bir düşünce değil Şu halde İzzet Paşadan sonra sad- razam kim olacak Paşam?.. — 'Tevfik Paşa ve pek az bir zaman geçtikten sonra da ben. Oi İstanbul yine hiç gö- rülmedik, duyulmadık gün- lerinden birini daha © yaşıyordu. Karşı yakalar, müstesna günler - den biri kutlanır gibi, baştan aşa- ğı yeşillikler, çeşit çeşit çiçekler. le bezenmiş, gelip devletlerin bayrakları ve renkleri ile süslen- mişti, Her taraf kahpe kaynakla. Tina, oynak yuvalarına benzetil - mişti. Karşı yakalılar yine ayak . lanmiş, hırçınlanmış, şahlanmış - lardı, Dişili erkekli, elleri bayrak- Ws ve büketli, genç ve yaşlı nan - kör sürüleri yine sokaklara yayıl- mışlardı. Korkunç nâralar, iğrenç Yaygaralarla caddelerden denize doğru, tıpkı bir çirkef seli gibi iki Yanlarını kirlete kirlete, akıyor” lardı. Karabahtlı yurdun, bahtsız sahiplerine yan bakıyor, diş gicir- datıyor ve sivri, zehirli oklar gibi Yürek delen sitemli, kinayeli lâflar atıyorlardı. Yerlere saçtıkları be- Yazlı, kırmızılı konfetleri manalı Ve imalı tavırlarla çiğniyor, çamur Muyorlardı. O gün, daha sabahtan Saray - burnu ile Yeşilköy, Kuzguncuk le Moda, Salıpazarı ile Ortaköy 8- Yasındak bütün sahilleri nankör Sürüleri kaplamıştı. Kanlanan göz #rini batıya dikmiş uluyorlardı. Sr yer toplanan galan aftoslar, b Palikaryalar ve sürmeli du - xelar, kalantor ahbarlar ve kum- ka aşifteler, şık bazirgânlar Tür- ağı Türkeeyi unutmuşlar, hep bir **dan Marseyyez söylüyorlardı. (Görem solgun ışığı altında baygın bir sine gibi titre - yen Marmaranın batısını, öğleye doğru, soluk bir lekeye benzeyen yassı ve kirli bir duman bürümüş tü. Biraz sonra koyulaşan bu du - manların arasında, siyah siyah noktalar belirmişti. Biraz da ha sonra da bu noktalar büyümüş, büyümüş, büyümüş ve nihayet i. ki yüzlü, kanlı gözlü nankörlerin bekledikleri gemiler görünmüş - tü. Geliyorlardı işte. O anda her taraf birden coşmuş, çılgın yayga ralar, hırçın nâralar kopmuştu; — Müjde geliyorlar! — Sas siherone erhonde. — Açkıt luys guhangorl Mücde yavyenel Çığlıklarına karışan el şakır - tıları etrafta uğultulu akisler yapmıştı. Elleri acıyıncaya kadar çırpınmışlar, sesleri kısılıncaya kadar bağırmışlar, yoruluncaya kadar çırpınmışlardı ve işte niha - yet yıllardanberi üzüle üzüle öz - ledikleri kara gözlülerine, süzüle süzüle gözledikleri — sevgililerine kavuşmuşlardı. İtilâf devletlerinin muhtelit ve mürettep işgal filosu, hinç ve hi. şım saçarak, zafer havaları çala - rak Kızkulesi önünden geçmiş, Boğaza doğru ilerlemişti. O civar yüzsüzlerinin de alkışlarını topla- dıktan sonra dönmüş, Saraybur - nu İle Ortaköy arasında dizilip de- mirlemişlerdi. Bütün toplarını da İstanbulun yanık ve hüzünlü bağ- rına çevirmişlerdi. O gün İstanbul Türkleri yara. dılışlarındaki mertlik ve metinliğini, naziklik ve asilliğini yine göstermişlerdi. o Nankörlerin çilgin çığlıklarına, ağır taşkınlık - larına, kaba şımarıklıklarına sabır ve tahammül etmişlerdi. Limana azametle kurulan, kafa tutan zirh. llara ve şehre uzanan, korku 8a - lan toplara ibretle bakmış, aci acı gülmüşlerdi. Kabaran | hırslarım, kinlerini sızılı yüreklerine göm - müşlerdi. Acı hıçkırıklarını boğ - muş, içli iniltilerini gizlemişlerdi. Sarayda, saltanatın o ebedi en- trika ocağında, © ezeli fesat buca- ğında da korkulu bir telâş göze çarpıyordu. O zamanlarda gafil halkın hürmetle “Haremi hüma. yun" adı İle andıkları o gizli zevk ve kirli şehvet yuvasını da yaslı bir sessizlik kaplamıştı. Padişahın kadınefendi, ikbal, gözdeler gibi, şehvet payelilerinin yüksek baht - hları, bazinedar, usta, kalfalar gi. bi, şehvet tellâlı acüzeleri, cariye, acemi denilen besili ve bakımlı şehvet kurbanlıklar hep sarayın deniz tarafındaki oda ve salonla - rın pencerelerine koşuşup üşüş - müşlerdi. Saray açığında dizili duran heybetli zırhlılara, dev ağızlı top- lara bakışıp titreşiyorlardı. Kim « bilir, belki de şevketlâ arslanları. nın, kudretli hakanlarının müba- Salatanat ve padişahlığının sona €- receğini sanıyor, için için tasala - mp kıvranıyorlardı. Bu zavallı şeh vet sürülerinin hissiz, insafsız ço- banları, harem ağaları da karan - lık koridorlarda birer korkunç ha- yal gibi süzülerek geziyor, üzülü- yorlardı. Vüdettin, hâremden mabeyn dairesine henüz çıkmıştı. Kaşları çatık, suratı asıktı. Tasalı başını elleri arasına almış, kara düşüncelere dalmıştı. Nemrudünkü gibi solgun yüzünden terslik, titiz- lik akıyordu. Uykuruzluktan kıza- ran süzgün gözlerini kırpmadan gırhlılara bakıyordu. Ağır ağır iki tarafına sallanıyor, morarmış du- daklarını kıpırdatıyordu. Kara ve denizleri nkudretli hakanını, Os- manoğullarının kerametli sulte- nını bu helde gören bendeleri de | telâşlaniyor, dövünüyorlardı. Şev- ketlilerinin etrafında pervaneler gibi dönüyorlardı. Vahdettin gö - | ründüğü gibi gerçekten müteessir miydi acaba?.. Hayır. Teessürü gerçekten de- ği, iki yüzlülüğündendi. Mubi İ ne bendelerine kendisini öyle gös- termek istediğindendi. Onda mil - let ve memleket sevgisi zerre ka - dar yoktu. O yalnız tac ve tahtını, tatlı canını sever ve düşünürdü. Memleketin üzerine çöken bu kap kara ve korkunç felâketi İstihat- çı İdare ve siyasetinin tabii ve bek- lenilen bir netice âkibeti sayıyor- du. Hattâ biraz da memnundu da. Müttefikleri düşman değil, İtti - hatçı zorbalarını korkutup mem - leketten kaçıran, kurtarıcı dost - lar saniyordu. Fransanın evrensel naziklik ve kibarlığım, İngiltere. nin mertlik ve adilliğini, son gün- lerde hiç dilinden düşürmüyordu. Saltanat ve hilâfetin devam ve ba kası için, bu iki devletten birine sığınmak lüzumunu, söylemekten çekinmiyor, utanmıyordu. İsminin başında “Zıllüllah fil'âlem” sıfatını taşıyan bu şevketlü, Allahı da u - nutmuştur. Kurtuluş ümidini İngil tere kralından, Fransa eümhurre - isinden umuyor, onlara güveniyor» du. Bunun içindir ki, sarayının ö- nünde duran, etrafa kin ve korku püskürür gibi, bacasından (kara dumanlar saçan düşman zırhlıla - rı onu hiç ürkütmüyor, bilâkis ö- (Devamı var) —————ğ— — — ——————— »2722222732323227277325 5202223722223 72222. >2333733733337 0222727237233 X6 izim teyzezade; haniya şu Fi- şek sinemasının sahibi dün aklını oynatmış. Herif sinemaya gelen müşterileri kamçılamış. A- rada akrabalık var, İstemiye iste miye onu tımarhanede ziyarete gittim. Zavallının gözlerini çu - kurlaşmış buldum. Yüzünde bet beniz kalmamıştı. İlkönce aramızda “Nasılsın? sa- fa geldin, hoş bulduk, (keyfiniz yerindedir inşallah, teşekkür ede- rim,, gibi sözler teati ettik. Ba- yağı içimden “Buna deli diyorlar, neresi deli? Bak ne kadar mânalı sözler söylüyor. Tıpkı aklı başın- da olanlar gibi konuşuyor, diye düşündüm. Fakat apansızın civıttı, amanın ne karmakarışık abuk sabuk şey- ler anlattı. Bayağı beni göz hapsi- ne aldı. Sıkıldım, Deli saçmasının neye benzediğini bilesiniz diye si- ze naklediyorum: — Bilirsin on beş senedenberi o Fişek sinemasını işletiyorum. Orasını açmazdan evvel açlıktan nefesim kokuyordu. Ne kara gün- lerdi onlar. Her gün oturur kar - nımı nasıl doyuracağım diye kum- rü kuşu gibi düşünürdüm. Neyse para yapınca, ihtiyaçların acısın- dan kurtuldum. Daha fazla para yapınca, tahtes- sıfırdan sıfıra varan, ve sıfırdan yukarıya çıkan cıva gibi bon de menfi ihtiyaçtan çıkarak müsbet zevke erişeceğimi sunıyorum. Zen- ginliyeceğim, servetle saadete va- racağım diyordum. Ne gezer? Ev- velce acı çekerken bu sefer canım sıkılıyordu. Sıkıntıdan patlıyasım geliyordu. Vakti öldürmek için eğlencelere AN HEKİMİN KOCA KAFALI CÜCELER En çok gördüğünüz cüceler bunlardır: Kocaman bir kafa, nor- mal denilebilecek bir gövde, fa- kat bacaklar kısa olduğu için ge- De cüce... Kafalarının Obüyüklüğü göze çarpacak derecededir. Alından en- seye kadar uzunluğu 67 santimet- reye kadar varır, iki yandan w- zunluğu da o kadar olduğundan kocaman ve yusyuvarlak bir kafa görünür... Yüz de büyük ve kaba. Burun yukarısından basik, fakat ucu geniş ve yuvarlak. Bacakları normal oboyda bir adam bacaklarından en az üçte bir derecede kısa olur, Kollar, nor- mal adamda orta parmak uyluk kemiğinin yukurdan üçte ikisine kadar geldiği halde onların orta parmakları bellerinin hizasında ki lır... Dirsekleri büsbütün açı dığından yürürken kollarını büs- bütün düz tutamazlar ve bilekleri daima ileriye doğru gittiğinden bu hal kendilerine biraz da peh- livan tarzı verir, Eller dört köşe, işaret parmağı orta parmak kadar uzun olur. Ayaklar da kısa, Bacakların kısalığından dolayı boyları da 95 santimetre ile 1,38 metre arasında olur, Gövdeleri normal insanların gövdeleri kadar uzun olduğundan oturdukları V&- kit, hele kalabalıkta, cücelik hiç belli olmaz. Ayağa kalkınca, nor- mal bir gövdeye, yedi yaşında bir çocuğun kolları ve bacakları ya- pışmış olduğuna insan şaşar, Böyle kısacık kolların, bacak- ların adaleleri inanılmıyacak de- recede kuvvetli ve gelişmiş olur. Bu cücelerin arasında ağır yük ta- şıyanlar, normal adamlarla güre- şenler bile vardır. Adaleler ince iş görecek kadar usta da olurlar. Biçimsizlik yalnız kolların ve ba- cakların kısalığı ile kalmaz. Kal çaları dar olduğundan koca kafa- lı cüce kadın olur ve gebe kalır- Sa, çocuğunu ameliyatla çıkarmak zaruri olur. Kadın olsun, erkek olsun, evlenerek çocuk yetiştir - melerine hiç bir mâni yoktur. Bu türlü cücelerin bazıları kudretle- rini ispat etmekte ifrata bile va- rırlar, Zekülarının derecesine gelince, çoğunun aklı boyu ile mütenasip olur, O kadar boy da ancak, ço- cuklarda olduğundan çocuk gibi övünmesini severler. Uzun boylu olanlara nisbetle fazla bulunan akılla knvvetleri olduğu için en siyade övündükleri de pehlivan - lıklarıdır, Ondan dolayı bir çoğu gülünç olur. Böyle cüce daha (doğuşundan belli olur: Kafası hemen büyük vl- masa bile kolları ile bacakları kı- sacık ve her çocuğun kolu ve ba- cağı gibi boyu eninden uzun de- &il, yuvarlak kol ve bacakla do- ğer. Koca kafalı cücenin kemikleri- ne bir de kemik hastalığı gelerek onları çarpuk yaparsa, o cücenin endamındaki, hele yürüyüşündeki güzelliği artık tasavvur edebilir- siniz Bu türlü cücelik kadın, erkek ayırdetmez. Kadında da, erkekte de olur. Fakat sebebinin ne olduğu hakkında çok ihtilâf vardır. Yak nız irsi olduğu şüphesizdir; ana- dan, babadan gelir. Bazi ailelerde çocuklardan hepsinin değilse de bir çoğunun kolları ve bacakları — cüce denilecek kadar kısa olma makla beraber — normal adam- ların kollarından ve bacaklarından kısa olur, Hazır elbise aldıkları vakit ceketin kollarını, pantalo- nün bacaklarını biraz kestirmeğe mecbur olurlar. Bu hal cüceliğin de dereceleri olduğunu gösterir, Koca kafalı eticeliğin hormon - larla münasebeti henüz ispat edi- lememiş olmakla beraber, boyun büyümesi ipofiz Ohormonu ile olduğuna göre butürlü cüce liğin de ipofiz guddesinin bozuk- luğundan geldiği bir gün sabit o- lacağı pek mümkündür. HİiIKÂYE DELİREN : Yazan: Halikarnas Balıkçısı daldım. Fakat vakti öldüremiyor- dum. Vakit, bir duba gibi yerli yerinde duruyor. Ne kadar, itilse yerinden oynamıyor, geçmiyordu. Dün de her günkü gibi bilet gi- şesinin ötesindeki loş geçitte ba - zan oturuyor, bazan âvare âvare geziniyordum. İsteksiz isteksiz şu- nu kontrol ediyor, buna bir emir veriyordum. o Evvelce müşteriler kalabalık ve bilet satış bedeli de dolgun olunca, sevincimden kü - çük dilimi yutasım gelirdi. Artık ondan da usanmıştım. Gidip bir koltuğa oturdum. Bardan bir kok- teyl ısmarladım, içtim. Köşede koltuğun üzerinde uyuya kalmı- şim Bir züyaya dalmışım. İlkönce kendimi karanlıklar içinde bul - dum. Sanki karanlık senelerin bu- ram buram savrulan bulutları be- ni örtmüşlerdi. e Yavaş yavaş bu kasvetli dumanların ölesi berisi inceldi. Acaba bu aydınlık bir şeyin müjdesi miydi? Yoksa aklım, ya- şanması görenek olan hayatın zin- danını mı aşıyordu. Bu görmek- te olduğum rüya, yahut hülya, te- hayyül etmeğe alıştırılmış oldu - ğum, meselâ zengin olmak, yük- sek bir mevkie, iyi bir aileye sa- hip olmak gibi hayallerden değil- di. Gördüğüm yeni bir başlangıç- tı. Kendimi yeni bir çocuk gör - düm. Deniz kıyısında kumlar ü- zerinde oyunuyordum. — Bir sürü bahur ağaçları kalabalık halinde, yamaçtan inip, ayaklarımı denize öptürüyorlardı. Kıyının o kadar ahenktar bir dolanışı vardı ki, dal- galar bir ucundan (o fısıldamağa başlayıp ta öteki ucuna vardı mı, idi, bir hilâlin iç tarafını dile ge- tirmiş oluyordu. Uzakta deniz uf- ki, boylu boyunca pırıl piril ya- rıyordu. Derin ve ferah bir nefes aldım. İçimde hayat uyanıyordu. Gözlerimi aralıyor, geriliyor ve gülümsüyordum. Orası benim asıl hakiki âlemim idi. Ve sinemayla o sinemada para yapıcılık mecburiyeti ise, sürgün olarak içine hapsedildiğim bir â- lemdi, Sevindim. Sen ne dediğimi an- lamazsin. Çünkü bu şiindiki ale - min insâhı değil misin? Hiç sevin- medin, hatlâ sevinmesini unut - tun! Gönlündeki o boşluğun yeri- ni eğlencelerle doldurmağa çalışı- yorsun. Eğlence esbabı toplıyaca- dım diye çabalıyor. Kınp geçiri- yorsun, gönlündeki ölüm sükütu- nu hariçten gelme gürültüyle kahkahayla çın çın öttürüyor - sun. Benise rüyamda sevin - dim. Duyduğum sevinçte eğlence lerin arkamı tekmeliyen, iten ka- kan zorakiliği yoktu. Önden ge - len bir cazibeye kendimi kapıp köyveriş, ve bir fırlayış vardı. Onda hoşü gidişin rahat keyif ça- taşı, durulup uyuşuşu değil; ka- matlanıp uçuş varda Bu ileri aş manın sevincinde duruşun © hoşa gidişinden çok daha fazla bir şey vardı. Sevincimde güneşin ışı günü vardı. Kendi gözümde sine- macılığım, karanlıkta bir fener - eğlence feneri - tutuşuna ben- zedi. Sevincimin aydınlığında o fenerim ne kadar sönük kaldı; bi- 2 LE lemezsin. Sevincimde bir zafer ötüşü - ne bileyim? - yokken var edilen, varken ötesine geçilen bir gidiş vardı. Gönlüme darlık veren bir şeyden kurtuluş vardı. Göklerde bir kuş ötüyordu, yer yüzüne musiki döküyord yükseklerde * görünür görünmez bir nokta bir şarkı olmuştu. Gül- düm! Hafiflemiştim bayağı, Gök- te uçaf o kanada binmiş şarkıya bakarken sanki musiki musikiden çok daha kuvvetli b Ben de o şarkının bir notası imi şim gibi, hafif, ayaklarım kesildi. Bir tütsü Derken oturduğum dım. Uyandım diyorum, Fak; daha ziyade gözleri bir ışığa kapanışına benzedi. Gene kenili- mi karanlık sinema salonunda bul- dum. Fakat gözlerimde a aş ka bir âlemin ideal alâimi semusı vardı. . Evvelce âdetleri insanlar ya - pardı. Şimdi âdetler insanları yar piyor. İşte o âdetlere göre giyim- U kuşamı, tavırlı ve düşünceli in- sanlar, fevç fevç sinemaya giri - yorlardı. Hepsi uymakta tedbir ve maharetle budalalık e- diyorlardı. O gün gösterdiğim film Napolyonun metresleri hakkınday dı. Bu fatih, Okyanuslar kadar kanlar döktüğü için şanlıydı. Hel- buki Napolyon harp ederken Ful- ton buharla işler gemi makinesi- ni keşfetmişti. Ve bu keşfile in - san oğlunun gözlerinden Okya - muslar dolusu gözyaşını silmiş, dir dirmişti. O güne kadar Napolyon hak - kında yetmiş film göstermiştik, Her filmden tümen tümen para - lar kazanmıştık. Fulton hakkında bir film gösterdik. o Filmin yarı parasını bile çıkaramadık. Arkadaşım ne diyeyim Kendimden tiksindim. rim olan insanların hırsının bir duygusundan, gönüllü eki bir Şibanın irininden ben para yapi- yordum. Bittabi Napolyonun met- reslerini seyre gelenler normal sa yılamazlardı ya, Neyse! Ben kapıdan tarafa ba- kıyordum. İçeriye bir adam girdi. Üç karış burnu vard. Üç dört katmerli çenesi ve ensesi vardı. Şişik göbeği çenesinin son büklü- müne dokunuyordu. Sen böyle â- dam olmaz diyorsun. Yanılıyor - sun, eğer burnu oklava gibi ha: ya doğru fırlıyamıyordiyse kaba- hat herifin gurur kadar uzayan burnunun etinde ve kemiğindey- di. Benim tarifimde değil, Benim tarifim ise - emin ol - herifin ken- disinden ziyade kendisine benzer. İşte o adam bangır bangır bağı- rıyordu: “Efendim, loca parasını verdim! Parama göre mevki iste- rim!,, diye biletçiye, garsona ve kapıcıya çıkışıyordu. Bilmem neden, bunca parayla satın almış olduğum, o Napolyon filmi o anda, bana pislik yutmuş koca bir bağırsak solucanına ben- zedi. İşte o solucanın kusuntusu- nu, hayat ve tarih diye perdeye püskürtecektik. Neden? Bu uzun burunlu gurur tümseği eğlensin (Lâtfen sayfayı çeviriniz) sana? Kardeşle - PM. ARNA AŞ A

Bu sayıdan diğer sayfalar: