21 Temmuz 1935 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 6

21 Temmuz 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 6
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

21 Temmuz 1935 KUçUk hikâye Ç ercı Yeni silâhlar Amerika ağır bomba tayyareleri yapıyor Bir Amerika tayyare fabrikası, orduda kullanılmak üzere yeni yaptığı mu azzam bir bombardıman tayyaresinin tecrübelerini yapmaktadır. Mühendisler, hakikî bir «uçan is tihkâm» demek olan bu tayyarenin, şimdiye kadar Amerikada yapılan bombardıman tayyarelerinin en büyüğü olduğunu sÖylüyorlar. Tayyarenin ağırlığı on beş ton, genişliği 32 metro, uzunluğu 21 metro, yüksekliği dört buçuk metrodur. Sürati saatte 321 le 402 kilometro arasında olabilecek, ve 3000 metro yükseklikte 275 kilometro süratle sefer edecektir. Bu tayyare havada 6 saatten 10 saate kadar kalabilecek ve 7500 metro yüksekliğe kadar çıkabilecektir. Tayyarede beş mitralyöz ve Ameri cada yeni tatbik edilen tazyik edılmiş lava frenleri vardır. Octave Mirbeau'dan Çocuğun tahlil ve terbiyesi Yazan: Muallim Nazım Yücelt Basan: Bursada Ankara Kitabevi Abdülhak Hâmidin: cKim demiştir çocuk küçük şeydir Bir çocuk bence pek büyük şeydir> dediği günlerde çocuk bizim yurdumuzda dilli bir bebekti, sevüip okşanırdı, söyletilip gülü nürdü. O bebeği neyin, ne gibi göze görün mez sebeblerin güldürüp ağlattığım, koşturup durduğunu düşünen yoktu. Bebek, ele avuca sığmaz olunca ya mektebe verilir, ya başıboş bırakıhrdı. Onarı mektebe verecek kadar soysal düşünce taşıyanların çocuk eğitımi (terbiyesi) hakkındaki bütün kanaatleri bir cümle içinde yaşardı ve bu cümleyi her ana baba, mahalle mektebinin ho casınm önünde tekrarlardı: Eti senin, kemiği benim!. Hocaların kanaati de ayni şekilde idi. Ondan ötürü ellerine bırakılan çocu ğun eti üzerinde işlerlerdi ve onları <terbiyeli» yapmak için boyuna dövererdi. Ben kendim bu yaman terbiye sisteminin kan kusturucu ezasını tadanr ardan biriyim. Avamü adlı arabca sarf kitabını başından sonuna kadar ezber okuyamadığım için uzun bir dayak yemiş, Peygamber Salihin taştan çıkar dığı yavrulu deveyi küçük kafama sığ dıramıyarak güldüğümden dolayı da, tabanlarımdan şırıl şınl kan akıncıya kadar, falakaya vurulmuştum. Bende çocuk terbiyesine karşı yanık bir özlem uyandıran işte başımdan ge çen bu acıklı hâdiselerdir. Fakat ne yaan söyliyeyim, Meşrutiyet yülanndanberi elime geçen kitablar arasında o özlemi dindirecek kıratta yazılmışım gqrmedim, göremedım. Hele, mekteb lere öğretmen yetiştiren bir kurumda okutulmak üzere yazılmış 700 sahifelik bir kitab vardı ki onu okumak bana vaktile yediğim falakadan daha ağır gelmişti. Çünkü Avrupada pedagoji okumuş, İstanbulda da o dersi okutma yı üzerine almış olan bir yurddaşın kaeme aldığı bu kitab çocuk terbiyesıni öğretmek şöyle dursun, çocuk ruhunu bile anlaşılabüir bir biçimde göstere mıyordu. Kitab dolabımın bir köşesinde saklı duran o çok ünlü eseri şimdi de ele almaktan geri kalamadım ve gelişi güzel sahifelerini çevirmeğe koyuldum. Ba kınız, kitabı yazan Pedagok, fransızca Jugement kelimesini çöze etmek için neler söylüyor: cHüküm, müfekkirenin bir filidir ki o bununla iki mefhumu yekdiğerine takrib ettıkten sonra bunların yekdiğerine tesaduk (!) edip et mediğini tasdik ederü Ve yahut huküm bir fiıldir ki müfekkire onun vasıtasile gerek bir mefhumu cüz'iyi bir mef humu külli dahiline sokar ve yahut bir mefhumu külliyi diğer bir mefhumu külli dahiline koyar!!> Ha geçti, . Ha geçiyor Tarihî roman 17 Yazan: M. Turhan Tan Köylü şöyle bir düşündü: Tann misafiri mi 'olacaksın, para mı vereceksin? Para vereceğim. Öyle ise bize buyur, sana da, atîna da yerim var! O köyde bir sipahi sergerdesi vardı, valinin bir gece daha kendisine misafir kalmasını haysiyet meselesi saymıştı ve yalvarıp yakanp Süleyman Paşayı alı koymuştu. Paşa, yapılan ricalan kabul etmekle beraber bir şart koyuyordu: Köyden hiçbir ferd, o gün ve o gece Bosnasaraya gitmiyecekti. Gelişinden vilâyet merkezine haber götürülmiyecekti. Köy ağası olan sipahi sergerdesi, biraz hayret göstererek bu şartı kabul etmişti. Valiler, bir aylık yoldan gelişlerini haber verirlerdi, kendilerini adun başında is tikbal ettirirlerdi. Bu garibmeşrebli vezir, o an'anenin dışına çıkıyordu. Sipahi ağa, bu sebeble şaşırıp kalmıştı. Lâkin köylüye karşı valiyi misafir etmek mu vaffakiyeti kendisi için kâfi idi. Ondan ötürü hiçbir köylünün paşa hareket et medikçej Saraybosna istikametine git memesini tenbih ettikten sonra sofraları kurdurmuştu, gaydalan ve davullan sıralamıştı, ahenkler içinde vali hazretlerini ağırlıyordu. Fakat Şaban uyumuyordu. Yemeğini yemiş, atını doyurmuş, misafir olduğu ahır odasmın bir köşesinde tesbih çekmeğe koyulmuştu. Gaydalar sustuktan, davul sesleri kesildikten ve paşa takımı nm köye uğultu dolduran çalımlı gürültüsü dindikten sonra sessizce kalktı, atının dört ayağına ıslak keçe geçirdi, ev sahibini bile uyandırmadan sokağa çıktı. Misafirlik ücretini peşin verdiği için kimseyi rahatsız etmeğe lüzum yoktu ve köyden sessiz çıkmak zarureti vardı. Köylüler de, paşalılar da derin bir uyku içinde idi. Şehir istikametine kimsenin gitmemesi hakkındaki emirler dola yısile ayn tedbirler de ahnmamıştı. Ne bekçi, ne gözcü vardı. Bu sebeble Şabanın köyden çıkışı, kimsenin dikkatini uyandırmadı. O, ayaklarının ucuna basarak ve atını yedekliyerek bir müddet yü rüdükten sonra köye doğru döndü ve baz dolu bir nefes aldı: Koca vezir dedi işte seni geçtim! Ve bir saniye düşündü, §en şen mırıl dandı: İnsan dilerse eceli de yeniyor! Artık ümid içinde idi. Atının ayaklanndaki keçeleri çıkarmıştı, yürük hayvanı dörtnala koşturuyordu. Kazanamıyacağına kanaat getirdiği yarışın son mer halede şöyle bir netice vermesini bahtın değiştiğıne vererek seviniyoçdu. O eski düşünceler, efendısini öldürülmüş görmek gibi kara kuruntular kafasından silinmişti... înşallah dedi, bunda da hayır var* dır! Şaban şimdi hedefini değiştirmîştî* çünkü valinin büyük camide bulunacağını düşünmüştü ve atını oraya sürüyor « du. Hattat Hasan, gerçekten camide idi* Resmî kavuğunu >iymişti, sırma ve elmas içinde panl parıl parlıyordu. Allaha kulluk etmek vesilesile Allahın kullanna çalım gösteriyordu. Mimberin önünde idi. Ipek bir seccadeye bağdaş kurmuştu, hutbeyi dinliyordu. Şaban, atını caminin kapısına bağladu Aptes almağa lüzum görmeden içeri girdi. Cemaatin arasmdan geçti, azametlî vezirin yanına geldi, kulağına iğildi: Devletlu, dedi, ölüm kapına gel • di, başının çaresine bak! Çalımlı vezirin rengi birdenbire sarardı, iliklrrine kadar bir titreme geldi ve can hevlile halikı da, halkı da unutarak yerinden fırladı, dindar saflan çiğniye ^ rek, cemaatten kiminin dizine,, kiminin omuzuna basarak camiden çıkn, atlan dı, konağına gitti. Onu mukaddes bir gelin, yahud kudretli bir ilâh gibi tantana içinde camiye getirmiş olan kavaslar, deliller, mehterler vaziyeti kavnyamadık • • lan için olduklan yerde kalıvermişlerdi. Yalnız Şaban, kendisine yoldaşlık edı i yordu. Konakta bulunanlar da bu tuhaf gelişten hayrete düşmüşlerdi. Camiye gidişi le dönüş arasmdaki fark, giyinmekle çıplaklık arasındaki fark kadar büyüktüKoca vezir, başından külâhı alınmca keli meydana çıkan bir baş gibi göze çirkin görünüyordu. Fakat o, etrafındakî hayretle de, korku ile de ilgili değiîdi. Ta harem dairesine yürüyerek en loş ve en hücra bir odaya kapanmışh. Darağacı altına getirilen bir mahkum telâşile Şabanı sorguya çekiyordu: Neden ölüyorum, niçin öldürülüyorum? **« O bayram gününün ikindi vaktine doğru, Süleyman Paşa şehre geldi ve doğru vali konağına giderek etrafını kuşattı. Hattat Hasanın sekbanlan, sarıcalan, içoğlanlan bu çevirme hareketinin efendilerini yakalamak için yapıldığım anlamışlardı ve tereddüd göstermeksizin teslim bayrağını çekmişlerdi. Bu sebeble Süleyman Paşa, sılâh kullanmadan konağa girdi. Hattat Hasanı aramağa gı ^ rişti. Fakat o, selâmlıkta yoktu, ahırda yoktu. O halde harem dairesinde bulunması lâzım geliyordu. Süleyman Paşa, kadınların bir odaya çekılmeleri için hai ber gönderdikten sonra hareme girdL Çubuk odasını, hazine odasını, yatak odasmı birer birer aradı. Sandıklan boşalttı, dolablan karıştırdı, tavanarasını do laştı Hasan Paşayı bulamadı. Onun kanlan, odalıklan birer köşeye büzülmüşlerdi, büründükleri çarşaflann içinde hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Hattat Hasan, işte bu ağlıyan kalabai lığm içinde idi ( * ) . Bir kadm gibi çarşafa sarılmıştı. Topuklarına kadar inen bu örtünün altında cellâdının telâşmı seyrediyordu. Canmı kurtarmak istiyen her mahkumun o kıyafete^jürünebilmesi, bugün için gayet tabiî görünür ve hiçbir mahkum böyle bir kılık değiştirmekle yakasını kurtaramaz Lâkin eski devirlerde bir erkeğin çarşaf giymesine asla ihtimal verilmezdi. . ^ Bulgaristan Yunan hududlarmda süel hazırlıklar mı yapıyor? Jaydi Hürto, sıra sende diye sesYaptığım işe bin kere nadim olmaş le***k«*r. tum. Rozaliye karşı o kadar lâkayıttım Hürto, kendi adını işitince uykudan ki, yüzünü bile kırk yılda bir görüyor uyanır gibi silkindL Uzandığı divanda dum. Bütün ömrüm Pariste geçiyordu. yan • doğruldu, gözlerini uğuşturdu ve Nadiren çiftliğe uğruyordum. Rozali, sersem sersem arkadaşlarına baktı. Kı hâlâ, benden bahsederken ismimi söy sa boylu, şişman, acayip bir adamdı bu. lemiyor, eskisi gibi: Davul gibi koskocaman bir karnı, Efendi geldi, efendi gitti, deyip sıska bacakları, kıpkırmızı tüysüz yü duruyordu. zü, şakaklarına yapışık yeşile çalar Böylece, aradan dört sene geçti. Barenkte saçlarile manasız, iğrenç bir zan, karımla karşı karşıya bulunduğu jmahluk... Bebekleri yokmuş gibi görü muz zaman, onun ince ve acayip güzelnen donuk gözleri yarım kalmış bir su liğine bakarak, çercinin hayalini gözüluboya resme benziyordu. Yumuşak, mün önüne getirmeğe çalışıyor, fakat pelte gibi ellerinde derin çukurlar var muvaffak olamıyordum. Bu hayal ebedL diyen silinmişti. Bu hayal olmadıkça da, karıma karşı herhangi bir meyil duyBirdenbire aklına gelmiş gibi: Ha, evet! dedi.. Hıkâye sırası ba mama imkân yoktu. Şimdi bunu dinleyin. na geldi öyle mi? Pekâlâ... Büsbütün doğruldu; bir sigara yakÇiftliğim Arjantandan üç kilometro tı, ve başladı: uzaktadır. Yolun epey ilerisinde ve ten Bir gün, çiftliğimdeki tavuklara hadadır. Civarda hiç komşu yoktur. Babakan kadmm kızı Rozali, ormandan ge zan çiftliğe geldiğim zaman evvelden çen bir çerci tarafmdan taarruza uğradı. haber vermem, ansızm gelirim. Bundan iki sene evvel, bir salı günü Bu hâdise bütün köyde büyük bir dedikoduya sebeb oldu. Kızcağız o ka gene böyle, Paristen çiftliğe geldım. Gedar çırpınmıştı ki az daha ölüyordu. ce saat on bir vardı. Hiç unutmam, yıfÇerciyi yakaladılar, mahkemeye ver dızlı, güzel bir geceydi. Çiftlik binası diler, beş sene hapse mahkum oldu. Ro nın önüne geldiğim zaman, yatak odazaliyi her gün gördüğüm halde onu hiç mm penceresinde ışık yandığmı gör bir zaman kadından saymamıştım. Bu düm. Bu saatte, evde herkesin uykuda vak'adan sonra Rozalinin güzel, hem de bulunması gerekti. Bu ışık beni işkillençok güzel bir kız olduğunu gördüm. U dirdi. Koştum, bir merdıven buldum, bizun bir boyu vardı. Yürüyüşü de öyle naya tırmandım ve pencereden içeriye ahenkli idi ki, nasıl anlatayım, insan de baktım. O manzara hâlâ gözümün ö ğil, sanki bir ruh, diyeceğmiz gelirdi. nünden gitmez. Yorganları ve çarşsfYürümüyor, süzülüyordu. Fakat haki ları, odanın dört tarafına darmadağm katte bu ruh, inek sağıyor, gübre ayık serpilmiş bir yatak: Benim yatağım. Bu yatakta upuzun uzanmış, çırçıplak bir lıyordu, o da başka! Vak'anın ertesi gününden itibaren, erkek: Mahud Çerci. Yanmda da çırçıpRozaliye delicesine âşık oldum. Onu lak yatan bir kadm: Benim karım. Çok kendime metres yapmak istedim. Fakat fazla yorulmuş oldukları, ölü gibi, kolöyle b.T inad karşısmda kaldım ki, duy larını iki taraflarma uzatıp halsiz halsiz uyuyuşlarmdan belliydi. Demek, duğum hırs ve ipitlâ büsbütün arttı. Çerci, delikten çıkmış, gene gelmiş, RoOnu okşamak için yaptığım her te şebbüsü, onun ağzmda bir musiki tath zaliyi bulmuştu. lığı alıyor vehmine kapıldığım §u söz Çoktanberi kaybettiğim, senelerdir aradığım bu hayali gözlerime doldurmak lerle reddediyordu. A! Ne yapıyorsunuz öyle ya? Ne için bütün varlığımla pencereden on ları seyrettim. Bu herifın, iki defa kiryapıyorsunuz öyle? Bir sabah, gene onu görmek için ahı lettiği karıma, kendi karıma karşı, esra gittim. Okşamak istedim, gene ayni kiden duyduğum arzu yavaş yavaş gene içimde köpürmeğe, kudurmağa başşekilde reddetti. Beni dinle Rozali, dedim. Aklmı lıyordu. Bu hayali, Çercinin hayalini başına topla. Seni sevmemin ne zararı gözlerime, daha kuvvetle, delice bir hareket yaparak, korkunç bir manzara havar? Ormandaki çerciyi unuttun mu? linde, bir daha silinmiyecek bir iz haBaşını arkaya devirdi, iki yanmı tutarak öyle güldü, öyle güldü ki; inekler linde gömmek lâzımdı. bile başlarını çevirdiler, hayretle onu seyrettiler. Rozaliye para teklif ettim, yeni bir rop, bir inek, bir küçük ev teklif ettim. İstemiyor, istemiyordu. İki ay bu böyle devam etti. Bütün gayretlerimin boşa gittiğini gördüm ve bu kadına malik olmak hırsı içimde öyle büyüdü, öyle arttı ki, nihayet onunla evlendim. Evlendiğimin ertesi günü, dünyanm en bahtsız adamı idim. Hırsım geçmiş, Rozalinin aşkile birlikte gözümün önünde canlandırmağa alıştığım çercinin hayali de bu hırsla beraber silinmiş ve bu aşkm bütün şiirini alıp götürmüştü. Ben iyi bir adam değılim, hatta galiba biraz da vahşiyim. Küçücük bir çocukken kızkardeşimi gayet komik bir şekilde öldürmüştüm. Kızkardeşim ve rem ve biraz da boğazına düşkündü. Doktor, bahkyağı tavsiye etmişti. Her sabah bir kaşık içiyordu. Bir gün, alay olsun diye, balıkyağı şişesini aldım, o nun odasma gittim. Bir kaşık balıkyağı içersen sana bir şeker vereceğim, dedim. İçti, şeker verdim. Dedim ya, boğazına düşkündü. Bir şeker daha alabil mek için bir kaşık daha balıkyağı içti. Böyle böyle şişeyi bitirdi. Tabiî hastalandı, kustu, arkasından bir ateş geldi, sonra öldü. Neyse şimdi bunlan bırakalım da Rozaliye gelelim. Hırsız adımlarla eve girdim. Ahırdan sağlam bir ip aldım. Yukarı kata, gene ayni sessiz yürüyüşle çıktım ve odaya girdim. Hâlâ uyuyorlardı. Birdenbire, bütün kuvvetimle Çercinin üzerine atüdım, herifi sıkı sıkı bağladım. Sesi çıkmasm diye ağzına da bezden bir tıkaç soktum. Ben hücum eder etmez karım uyanmıştı. Korkudan büyüyen gözlerile bana bakarak: Ah efendiciğim, efendiciğim! diye yalvarmağa başladı. Herifi sürükledim. Karyolanm demirlerine sıkı sıkı bağladım ve işkenceye basladım. El ve ayak parmaklarınm tırnaklarmı birer birer söktüm... Bağıramıyordu. Dedim ya, ağzına havludan tıkaç sokmuştum. Parmaklarmdan kan lar akıyor, boynunun damarları çatlıyacak gibi geriliyor, bir keman kirişi gibi sesler çıkarıyordu. Gözleri müthiş bir can çekişme ifadesile dönüyor, kandan ve terden ıslanan bütün vücudü, kor kunç hareketlerle kıvranıyordu. Adalelerinin, erir gibi gevşediğini, kaburga kemiklerinin dışarı doğru gömülürce sine fışkırdığım, saçlarmın, moraran kafatasına yapıştığını gördüm. Bu manzara tam on iki saat sürdü. Herifin hıçbir hareketini, yüzünün hiçbir kırışığını, vücudünün hiçbir ürpertisini gözden kaçırmadım. Ve artık, bu Atinadan Fransız gazetelerine veri en haberlere göre, Bulgaristanm gu ney ve doğu güney vilâyetlerinde bd yük bir süel faaliyet vardır. Muhtelif noktalarda, tamamile mücehhez Bul gar kıt'aları karargâh kurmuşlardır. Kıtaata 80 tank refakat etmektedir. Dördüncü ordu bu harekâtı haber almış ve hükumete bildirmiştir. Bu faa liyetin sebebi henüz öğrenilememıştir. Atina 20 (Özel) Bulgar ordusu nun Yunan topraklanna müteveccıh hareketlerde bulunmakta olduğu hakkmda bazı gazetelerin verdikleri ha berler Dördüncü Ordu Erkânıharbıye Başkanı Stavrianopulos tarafından kat'î surette yalanlanmıştır. Bizden mal alan ve bîze mal satan memleketler (Baştarafı 1 inei tahifedej kasına yatırmalanna lüzum yoktur. Arjantin, Brezilya, Çin, Iran, tspan ya, Hindistan, Meksika, Pero, Portekiz, Romanya, Siyam, Şili, Yemen, Trablusgarb, Bingazi, Efganistan, Blücistan, orta Amerika hükmetleri ve Ingiliz müs temlekelerile aramızda kliring anlaşması veya benzeri olmadığından ve bu hükumetler memleketimize aldıklarından fazla mal sattıklarından bu memleketlerin satıcılan Cumhuriyet Merkez Banka sına depo ettikleri mal karşılığını ancak Türkiyeden Türk malı alarak ayni memlekete göndermek suretile kullanabile ceklerdir. Şimdi Allahm kendilerile beraber olBelgrad 20 (A.A.) Parlamentoda duğuna, velinimetinin tehlikeden kurtulafinansal görüşmeleri açan Finans Bacağına inanıyordu. Bu şevkle hayvanını kanı M. Lepiça, son finans yasasına gösürüyor, ecel taşıyan Süleyman Paşa ile re tasarlamış olduğu projenin, ekonomik îşte Meşrutiyet yıllarmda da çocuk aralanndaki mesafeyi bu sefer kendi lekalkınma amacını güden 22 tane yasa ruhu bu biçim deyimlerle anlatılıyor hine genişletiyordu. hükmünde kararnameden ibaret bulun du, çocuk eğitimi bu çeşid kitablardan Saatte on iki, on üç kilometro aldığı duğunu söylemiştir. elde edilecek bilgi ile yürütülmek is için gün doğmadan Saraybosnaya gel teniyordu. Ben, daha önceki hocaların Şehre girdiği vakit sabahın ilk nurPOLİSTE falakasile bu yeni muallimlerin kalemi mişti.pencerelere vuruyordu. Fakat bü ları arasında ruh üzmek bakımından hiçbir tün halk, ayak üzerinde idi; küme küme llâçtan zehirlendi ayrılık bulamamakta elbette haklı idim. sokaklara yayılmışlardı. Bu manzaradan Şehrimizde bir Macar garib bir suSon günlerde elime yeni basılmış bir ilkönce şaşırdı. Memlekette bir fevkalârette zehirlenmiştir. Bristol otelinde Makitab geçti. Adı: <Çocuğun tahlil ve delik bulunduğuna zahib oldu. Sonra car tebaasından Ispecone Kovar isminde terbiyesi». Yazan da Bursa öğretmen hatırladı. O gün kurban bayramı idi ve biri oturmaktadır. Bu adam dün fazla lerinden Nazım Yücelt. Hâlâ içimde halk bayram namazı kılmak için camilere miktarda meçhul bir ilâç içtiğinden zekanayan çocukluk hatırasile kitabı oku gidiyordu. Bu tesadüf kendisini ayrıca hirlenmiş ve derin bir uykuya dalmışhr. mak istedim. Bu dilek, özlü bir heyecan ııeşelendirdi, içine yeni bir ferahlık gelMacarın hayan tehlikeli görüldüğünden gibi yüreğime yapışmıştı. Sonra gözü di: Cerrahpaşa hastanesine kaldırılmışhr. mün önüne Meşrutiyet yıllannda basıPolis tahkikata başlamıştır. lıp ta uzun zaman mekteblerde okutu Bir motör bir sandalı batırdı lan o anlaşılmaz eser geldi ve yüreğünEvvelgün sabaha karşı Cibali açıkla deki heyecan tavsar gibi oldu. Lâkin innda sis yüzünden İnebolulu Abdulla çime merak ta girdiğinden elimdeki kihın motörti 3351 sayılı sandaja çarpmış tabı bırakamadım, okumaya koyuldum. ve sandal parçalanmıştır. Sandalın içindeDerin bir kıvançla söylüyorum: 91 sa* kiler etraftan yetişilerek kurtanlmıştır. hife tutan bu eser, benim içimdeki o' eski falaka acısını da, birkaç satırını Zavallı yavruya kamyon örnek olarak aldığım o anlaşılmaz terçarptı biye kitabmdan gelme tiksintiyi de giBeyoğlu Bostanlbaşı caddesinden şo derdi. Çünkü yurdumuzda çocuk ruhuför îbrahimin idaresindeki 3647 sayıl nun artık anlaşıldığına, çocuk tarbiyeet kamyonu geçerken, kapıcı Halilin sinin asra uygun bir kavranışla bizde de 7 yaşındaki kızı Tasvireye çarpmış ve zavallı yavruyu ağır surette yaralamıştır. kurulduğuna inandım. Bana bu inanı aşılıyan muallim Nazım Yücelte yürekmanzararim bir daha gözümden kaybol ten teşekkür ederim. mıyacağma emin olduğum zaman, kafasma bir bakır şamdan vurarak ge berttim. İşte o gündenberi Rozaliyi seviyorum Beni gördükçe, korkuyor, benden nef ret ediyor, bana: Ah efendiciğim, beni öptüğünüz zaman, ağzmızda kan kokusu var gibi geliyor! Diyor amma ben onu seviyorum. Zaten aşk dediğiniz nedir? Delilik ve aptallık, Bir sürü çamur ve bir sürü de kan! Çeviren H. VAROĞLU Bu eserin bize öğrettiği bir gerçeklik daha var. O da gene öğretmenlerimizin bilgilerini okul sıralarmda taze kafalara boşaltmakla kalmıyarak meslekte geçen sınayış ve deneyişlerle o bilgi leri karıştınp ortaya böyle faydalı kitablar koymayı da boşlamayışlarıdır. Bu, içimize ayrıca sevinc veren bir ileri gidiştir. Yugoslavyanın finans işleri (Arhast var) (*) cHasan Paşa, car ve peçe ile nis< van libasına girip ev cemaatile bile biç odaya müntakil olup seçilmedi.» Ta • rihten.. Tavla oyununun ağababası Amerikada halk kumara ve her türlü talih oyunlarına çok aaşkündür. mar Amerikada şiddetle yasak ve zabıta bu hususta çok şiddetli davranır Çocuklarımızın iyi ellerde pişmek olmakla beraber Amerikalıları gene kumardan ve talih oyunlarından alakoyte olduğuna inanımız, hele böyle güzel mak kabü değildir. Yukarıki resim Kaliforniyada Santa Monica plâjmda eserleri gördükçe, nasıl çoğalmaz?.. «Blackgammon» denilen bir nevi tavla oyununun gayet büyük mikyasta bir tahta üzerinde oynandığını gösteriyor. M. TURHAN TAN

Bu sayıdan diğer sayfalar: