8 Ekim 1935 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

8 Ekim 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

8 Birinclteşrin 1935 CT7MHÜRİYET Nüfus sayımına dair Bu yıl sayımla ulusal bir yoklama yapacağız Ancak bu suretle hakikî varlığımızı öğreneceğiz, sayıma bütün kudretimizle yardım etmemiz lâzım detle ihtiyac var... diyordu. Daha önce Bakanlığa bir rapor ver miştim, bu raporumda: (Tahriri nüfusun 1341 (1925) senesinde icrası için 1340 senesinden, tahriri nüfus memurlarının her 6 0 8 0 haneye bir memur isabet etmek üzere tayini ve her on tahriri nüfus memurunun bir müfettişle murakabesi, icra ettirilecek tahriri nüfustan ne malî, ne askerî, ne adlî hiçbir maksad takib edilmedığinin vak tile efkârı umumiyeye iblâğı ve kezalik tahriri nüfustan lâakal birkaç ay mukaddem Türkiyede mevcud bilumum hane lere numara vaz'ı mukteziyatı umur meyanında bulunmaktadır. (2) diyordum. Raporumdan bir ses çıkmamıştı. Sa bırsızlanıyordum. îşi açığa vurmuştum. Sıkılmağa başlamıştım. Bu kadar ileri gitmek bir devlet işyanna yaraşmazdı. Böyle bir yazı çıkardığım için direktörlükten çekilmeğe çağınlacağımdan o kadar korkmuyordum; (bu yaraşır mı?) diye soracaklap.ndan korkuyordum; sıkılıyordum. Insan tanımadığını nasıl sever? Biz Korktuğum başıma gelmedi. Tehlikekendimizi tanıtamıyorduk. Başka ulus lann Türkleri sevmemesinde birçok se yi atlattım. *** bebler vardı. Kendimizi tanıtmamamız da bu sebeblerden biri idi. İş bununla da O günlerden nekadar uzaktayız. kalmıyordu. Istatistiklerimiz olmadığı i 1927 de birinci nüfus sayımını yaptnış çin bizi çok geri, bilimsiz bir ulus sanı bulunuyoruz. İstatistik Genel Direk yorlardı. törlüğü o zaman tasarlandığından daha Istatistiklerimiz bana kapitülâsyonlar tükel bir şekilde kuruldu. Kıvanç duyukadar ağır geliyordu. Bu yüzden kendi lacak bir tükellikle işliyor. Bugünedek kendimizi de tanımıyorduk, bilmiyor 60 kadar izer çıkardı. duk. Koyu bir bilimsizlik içinde yüzü İleri uluslann çoğu, her beş yılda bir yorduk. nüfus sayımı yaparlar, sonu 0 ve 5 ile Universiteyi bitirince bu yokluğumuzu biten yıllar sayım yılı olmuşlur. Öbür gidermek için uğraşmağa karar vermiş uluslar gibi biz de bu yıl nüfus sayımı yapacağız. Bu ikinci sayımımız, birincitim. On iki yıl önce İstatistik Direktörlüğü sinden daha tükel olacak. Ancak bu iş çok geniş, çok kapsal bir ne geçince hemen işe koyuldum. îstatistik üzerine yeni ne çıkmış, ne çıkıyor a iştir. Herbirimizin üzerimize düşen yü raştırdım. Yıpranırcasına çalıştık. Bir kümü son derece özenle yapmamıza bağlikte çalıştığım dört arkadaşım geceleri Iıdır. Doğru sonuçlar alabilmek için bu yemek vakti gelince âdeta sıkılarak izin işte hepimiz gücümüz yettiği kadar çalışalıp gidiyorlardı. Geç vakitlere kadar malı ve uğraşmalıyız. süren bu çalışmalardan birkaç sonuc elGerçekliğe göz yumacak; göz yurn de ettik. mafc istiyecek kadar kuşbeyinli kimseler Brükselde arsıulusal bir tecim Utatis pekkahnamıştır sanırım. Gerçeklik yü lik bülteni çıkanyordu. Eskileri gibi rür, etkilerini yapar, biz göz yumsak ta bunda da Türkiyenin adı bile yoktu. yummasak ta yapar. Akh başında bir görmeğe, anlamağa, Topladığımız istatistiklerden bir kaçını ınsan, gerçekliği gönderdim. Bunların nasıl toplandığmı kavramağa çalışır, hareketleri gerçeklikbir mektubla anlattım. Verdiğimiz ra lere uydurmanın yollarını arar. kamlar bültene girdi. Bültenden aynca Bu yeni sayımdan çok değimli şeyler bir de teşekkür mektubu geldi. öğreneceğiz. Nüfusumuzun arttığına şüpMeğer, birşey bildirmediğimiz için he yok. Ancak nerelerde, nekadar arttı? En çok hangi yerlerimizde arttı? Niçin bizim »özümüzü etmiyorlarmış. *** başka yerlerimizde bu kadar artmadı? İstatistik Direktörlüğünde amacıma u Çok artan yerde ne var ki ötede yok? laşmaktan uzakta idim. İstatistiğin teme Olmıyan yerlerde bunu yaratamaz mı li nüfus istatistiği idi, bu temel atılma • yız? Nasıl yaratabiliriz? îşte bir sürü mıştı. Yaptığımız istatistiklerin başlıba sorum ki ancak yeni yapacağımız sayım»ına büyük bir değeri yoktu. Ulkemize la halledebileceğiz. Daha pek çok sü bu kadar mal girmiş, şu kadar mal çı rülerle, yığınlarla sorumlar var ki bu karmışız, limanlarımıza bu kadar gemi sayımın gereği gibi yapılmasına bakıyor. (Doğru söyliyeni dokuz köyden ko gelmiş, gitmiş... varlar) derler. Doksan dokuz köyden Bütün bunlar, biz kaç kişiyiz, karı mız çocuk, kaçımız ergen, kaçımız evli, kovulsa kendini bilen, kendini sayan bir kaçımız okur, kaçımız eker...? Bunlar insan gene doğru söylemekten çekinmebilinmedikçe pek işe yaramazdı. Bu melidir. Bu sayım işinde doğru söyliyen için derlediğimiz bilgilerden birşey çıkarmabir zarar yok. Sayımı yapanlar öğren nın imkânı yoktu. Çok üzülüyordum. 12 ağustos 1340 ta diklerini gizli tutmağa bordudurlar. Boşbir betke yazdım. (1) Bu yazımda çok boğazlık eden olursa ağır cezası vardır. Nüfus sayımı hiç kimsenin gizh tut ileri gitmiştim. Devlet işyarlanna yaraşmak istediği ve istiyeceği halleri öğretmıyacak bir özgürlükle o zamanki teş mez. Böyle bir iş düşünülmez; zaten kilâtımızı tenkid ediyordum. Genel Harbden sonra hemen bütün böyle bir işle başa çıkılmaz. Sayım, yaldevletler yeniden birer nüfus sayımı yap nız genel durumlan ortaya çıkarmak tılar. Bir taburda bile yoklama yapilır, içindir. Sayımın ne süel, ne finansal, ne özel bizde de böyle bir ulusal yoklamaya şidEskiden karıstırdığım yıllıklarda, baska uluslann türlü türlü hallcri, okurları, doğanları, gidenleri, gelenleri, hayvanlan, hatta tavukları hakkında açık, düzgün rakamlar yazılı olduğu halde bizim adımız bile geçmezdi. Çocukkığumda bunun sebebini bil mez, içerlerdim. (Bu kadar deyimsiz, bu kadar kötümüyüz ki bizim adımızı bile anmıyorlar?) diye yanardım. Sonralan öğrendim ki bizim sözümii zün geçmemesi, sadece bizim istatistik lerimizin yapılmış olmamasından ileri geliyormuş. (Bu istatistik nedir ki her ulus yapı yor, yapabiliyor da biz yapmıyoruz, yapamıyoruz?) Diye merak ettim. Liscyi bitirince istatistiğin ne olduğunu öğren meğe, anlamağa koyuldum. Türkçe ve fransızca ne buldumsa okudum. Üniversitede istatistik derslerini cankulağile dinledim. Anladım ki bu yapmadığımız şry, yapılamıyacak bir iş olmaktan çok uzaktır. Biz bize Kestane satan adam Bir suç isledim. Bileklerine kelepçe vurulacak, zindana tıkılacak bir adamım. Fakat beni yakalamıyorlar, bilekleri me kelepçe vurmuyorlar. Ve bunu yapmadıkları için derin vicdan acılarile kıvranıyorum. İtlenmiş bir suçun ceza görmemesi pek feci oluyor. Zindanın çıplak duvarlarını, özlüyorum. Oranın karanlığı, içime bir ışık gibi akacak, kirli yüzüm nurlanacak sanıyorum. Benim yerim orası. Orada yaşıyabili rim ancak. Fakat suçlu olduğum halde temiz insanlann arasmda dolaşmak beni eziyor, öldürüyor. Güneş, tepemde kızgın bır topuz. Akşamın pembe bulutlan, etimden fırlamış birer kan pıhtısı.. Işlediğim suçu herkese anlattım. Bana gülüyorlar. dudak büküyorlar. İclerin den, iyi kalbli olanlar acıyorlar. Sen delisin der gibi bir bakışlan var. Yaptığımı, önüme gelene anlatmaktan yılmıyacağım. Kendi hakkımda verdiğim hükmü tasdik edeoek bir vicdan anyo rum. Onu buluncıya kadar çalışacağım. Beni dinleyiniz: Kalabalık bir sokakta yürüyordum. Kestane satan bir adam gördüm. Onünde, şeklini sizin de bildiğiniz bir mangal vardı. İlkönce adama baktım. Açlıktan a vurdlan çökmüştü. Sonra mangala göz attım. Ve bu adamın günde ne kazanabileceğini hesabladım. Önündeki bütün kestaneleri satsa, eline kırk elli kuruş ancak gecebilecekti. Bu para ile adamın avurdlanna biraz renk gelmesi mümkün değildi. Şüphesiz evinde çoluğu çocuğu da vardı. Nasıl geçiniyordu? Merak ettim ve adama yaklaşaraK, acıyan, yumuşak bir sesle bunlan sormak istedim. O, maksadımı anlaymca çökmüş avurdlan kireç rengini aldı. Kestane almadığıma sinirlenmişti. Ayağa kalktı. Yüksek ve çirkin bir sesle bana küfür etmeğe başladı. Gelenler çeçenler durup bakmağa başlamıslardı. Rezil olacaktım. Aklıma şeytanca bir fikir geldi. Büyük bir soğukkanlılıkla: Beş kuruşluk kestane verir misiniz? Dedim. Kireç renkli, çökük avurdlu yüzde iki ümid ışığı parladı.. Küfür eden yüksek sesi alçaldı, dalkavuklaştı. Kese kâğıdını elime verdikten sonra bir dakika önce bahsetmek istemediği hayatını uzun uzun anlatmağa kalktı. Adamı beş kuruşa satın almıştım. Kölelik kalktığı bu devirde ben, beş kuruşa bir adam satın aldım. Suçum büvüktür. Bunu ödemek istiyorum diyorum. Bana gülüyorlar. A d i s a b a b a ve Rom mektubları Harb Adisababada nasıl ilân edildi? Sarayın önünde 20,000 siyah çehre bir ölüm sükutu içinde bekleşiyordu Foyalık eden kızlar ilirsiniz: Bazı kıymetli taşlann parlakhğını artırmak, renklerini daha güzel, daha tatlı göstermek için, kuyumcular bunların altına foya koyarlar. Bu foya eğer değersiz taşların altına, alıcıyı aldatmak maksadile konmuşsa, meydana çıkmalan kadar feci birşey olamaz. Ve bu foyanın meydana çıkması yalnız mücevherata has olan birşey de ğildir. Bazan insanların da foyaları meydana çıkar! Meğer, bundan korkmıyanlar, bile bile foya kullananlar da varmış. Çinde, bir kadın gelin olacağı zaman, bölgenin en çirkin kızlannı etrafına toplar, düğün töreninin başından sonuna kadar bunları yanından ayırd etmezmiş. Gelinin güzelliğini, bir kat daha belirtmek maksadına hizmet eden bu âdet, böylece foyalık ödevini gören gudibetlerin de işlerine gelirmiş. Zira, foyalık, çok para eden, önemli kârlar getiren bir iş imiş. Birkaç sene içerisinde, bu zenaat vü zünden hatın sayılır birer servet edinen çirkin kızlara o kadar talib çıkarmış ki, hangisine varacaklannı şaşınrlarmış! Bu neticeden alınacak büyük bir ibıet yok mu, dersiniz? Bencesi, vardır. O da şudur ki, foyanın en büyüğü, en tesirlisi mubarek paradır. Parası olduktan sonra, başkalanna foyalık edecek kadar çirkin olan bir kız, dünya güzellerine, bakmız nasıl rakib olabiliyor. Vaktile, Mektebi Hukukta gayet çirkin bir hocamız vardı. Boş zamanlannda şairliğe de yeltenen bu zat: «tntikam almaksa kasdin gamzei hunhareden, işte gönlüm, işte sen, ben çıktım artık âre den..» diye bir şarkı yapmıştı. Gencler biraz saygısız olurlar. Ben de o vakitler gencdim ve saygım biraz kıttı. Buna, tuttum, şöyle bir nazire söyledim: Çehrei menhusuna bak var mı farkı fâreden? İlmü irfanı zararsız, anlar aktan, kâredcn, Her kusuru setreder, sen gel haber ver pâreden, îşte... İşte sen, ben çıktım artık âreden! Meğer ben o vakit hikmet savurmuşum da, farkında bile değilim! Adisababadan cephelere asker sevkiyatı lıyor ve yüksekçe bir yere çıkıyor. Koca davul, ayni ahenkle, ayni boğuk, derin \e mustarıb sesıle gümbürdüyor. Bakan harmaniyesinin eteğini omzu na atıp beyannameyi okumağa başladı: «Yehuda kabilesinin muzaffer aslanı, Habeş İmparatoru Haile Selâsiye...» Beyanname okunurken, davulun sesi artık sustu. Sanki bu garıb manzarayı görmek için halkın tepesinde uçuşan kuşlardan başka etrafta ses ve hareket yok. Beyannamenin okunması yarım saat sürdü ve şu cümle ile bitti: «Askerler, şeflerinizin etrafına toplanınız. Onlara yürekten ve hep birlikte itaat ediniz. Allah bizimle beraber olacaktır. împara tor ve vatan namına herkes ayağa kalk sın!» Bakan, sandalyasından indi ve bu binlerce kişinin ölümü andıran sükutü, birden, bir fırtına patlar gibi, sevinc ve itimad yaygarları halinde yükseldi. Beyaz Görünüşte bu kadar sakin olan bu muhariblerın hepsı, büyük bır sabırsız 1 harmaniyelerin üstündeki bütün siyah lıkla, Negüsün emirnamesini okuyacak eller havaya kalktı ve şimdi sarayın kim münadinin ortaya çıkmasını bekliyor. Bu bilir hangi salonunda bulunan împara sırada, Haile Selâsıyenin içinde bulundu tora doğru bravo avazeleri yükseldi. ğu büyük salonun aşağı kata inen derin ve Intizamı temine memur olanlar, kılıcgeniş merdiven başında, kırmızı şeridli Iarını ve tüfeklerini havaya sallamağa harmaniyesile siyah renkli bir Habeş, iki başlıyan bu coşkun muharib kütlesini mumetro kutrunda, gergedan derisinden ya hafaza edemez olmuştu. Bütün bu kalapılmış bir davula saniyede bir tokmak in balık, gazetecilerle sinemacılardan ibadirmekle meşgul. Bu Menelikin harb da ret cılız bir manianın muhafazasında buvuludur. Ayni davul, bundan kırk yıl lunan merdivenlere doğru saldırdı. Bu evvel, ayni tokmağın darbelerile inliye runları dibinde pırıldıyan sivri silâhlar, rek Habeş muhariblerini Adua sava herkesi sağa sola dağıttı. Sinema maki şma çağırmıştı. neleri devrildi ve kalabalık, her engeli yıkıp deviren bir sel gibi, merdivenlerden Bu biçare davulun hakkmdan gelmek tırmandı, davulu çiğneyip geçti ve İm için İtalyanlann yığdıkları tayyareleri, paratorun bulunduğu sarayın pencereleri tanklan, kamyonları ve bütün o azametli altına yığıldı. Orada, tüfekler ve kılıc harb malzemesini düşünüyorum. larla, acayib bir harb oyunudur başladı. Davul, sulh ile harbi, bu iki yaşayış împarator meydanda görünmüyordu. tarzını, kara bir kaderin elile birbirinden Bir saat sonra, kalabalık ağır ağır sarayayınr gibi, muntazam ftısılalarla inen tokmağın darbeleri altında, o koskoca dan dışan dağılmağa başladı. Bir aralık merdivenin başında hâlâ gümbürdüyor. davulcu ile benden başka görünürde kimse kalmamıştı. Davulcu da, yorgunlukKalabalık, lâkayd davulcunun tokma tan olacak, yavaş yavaş aşağı doğru kayğından çıkan sesleri, bir nevi uyuşukluk mış ve merdivenin alt basamağına kadar içinde dinlerken, birdenbire merdivenin inmişti. başında bir kapı açıhyor. Bakanlar kuİşte Negüsün îtalyaya harb açışı, böyrulu dağıldı. İmparator cevabını verdi. lece ilân edildi. (Paris Soir) Şimdi bu cevabı, Bakan, halka bildire Asmara mektubu cek. Kalabalığın arasından bir mırıltı yükseliyor, halk itişip kakışmağa baş Asmara 4 İtalyan erkânıharbiyesilıyor, abanoz yüzlü, sık ve kır sakallı nin ve General de Bononun sevkülceyş Bakan, elinde yazı makinesınde yazılmış plânı hakkında salâhiyetli bir kaynaktan bir kâğıd, kalabalığı güçlükle yaran bazı tafsilât aldım. Somali cihetindeki askerlerin ve kölelerin açtığı yoldan iler ! harekâtın ilk hedefi olan suya çabuk ulaAdisababa 4 Negüsün harb ılânı unutulmaz bir manzara teşkıl tti. Bu tören, Menelikin eski sarayı olan büyük Geleide yapıldı. Sabahın onu. Silâhlı hizmetkârların, mızraklarla muhafaza ettikleri kapıyı açtınp împarator sarayının etrafmı kuşatan üç duvarı geçiyorum, sivri çakıllarla örtülü bir yoldan yürü dükten sonra, bir tepeye geliyorum. A şağıdaki meydanlıkta 20,000 insan, beyazlar giyinmiş, tüfekler ve kılıçlarla silâhlanmış yirmi bin siyah çehre var. Heyecan veren bir ölüm sükutü içinde birbırlerine sokulmuşlar bekleşiyorlar. Tepelerinde yakıcı bir güneş kaynıyor. U fukta, dağların teşkil ettiği çemberin ortasında, Mukaddes dağ, harikulâde bir keskinlikle belli oluyor. Şimdi, oradaki gölün etrafında 6,000 rahıb dız çökmüş, Habeşistan için ve împarator için dua etmekle meşgul. Gözlerini açtığı zaman bu tatlı his çılgm bir heyecana dönüvermişti. Çünkü o, köpüre köpüre yalınm temellerine vuran mavi suların üstünde ve bır sandalın içinde o yahnın önüne kadar geliyordu. Seza pencereden biraz daha, biraz daha sarkmıştı. Genc zabitin gözleri, eskimiş cephesinin koyu lâcivert gölgesini kıymetli ve kalın bir halı gibi suların üstüne seren saray kadar büyük yalıya çevrilmiştj. Ve bu gözler yalının en üst katında gölgeyi seçmişlerdi. Ona bakıyorlardı. Seza da dikkatle ona bakıyordu. bir nefes kadar hafif bir sesle: Pakize, Pakize! sadüf etmişti. Gene ilk defa olduğu gibi arkalannda yürüyen genc adam Hisara kadar gelmiş ve sandala binerek yalının önünden geçmişti. 1 Ercümend Ekrem TALU şılacaktır. 15,000 kişilik bir İtalyan kuvveti, su bulunan noktaları, yani Gerlogubi, Uarder ve ValVali tutmak üzere Harrara doğru ilerliyecektir. İtalyan Somalisile Harrar arasındaki tehlikeli ıklim salimen aşılacak olursa, bu kuvvet temiz, havalı mmtakaya girmiş olacak ve Adisababaya giden cenub demiryolunu ko layca ele geçirecektir. N. hiçbir noktası yoktur. Doğru söyliyenlerin bu yüzden en ufak bir zarara uğramasına imkân yoktur. Doğru söylemiyenler, doğruyu gizliyenler, hallerini iğri bildirenler olursa devlete, ilme çok büyük kötülük etmiş olurlar. Bunun böyle olduğunu küçük büyük herkese anlatmak aydınlar için ulusaî bir borcdur. İstatistik Kurumumuz en ileri uluslann kurumlarile omuz öpüşecek bir tükelliktedir. Bu tükel Kurumumuza düşen bu büyük işin gereği gibi görülebilmesi için herbirimiz bu ulusal borcumuzu yerine getirmeğe canla ve başla çalışmalı yız. Ankara Hukuk Fdkültesi profesörü SÜHEYB DERBİL (1) 1340, (2) 1340, Ticaret Vekâleti mecmuası sene No. 1, sahife 35. Iktısad VekAieti mecmuası sene No. 3, sahife 194. Muharib ttalyan kuvvetleri Maamafih, İtalyan erkânıharbiyesinin son aylar zarfında yaptırdığı yoliardan şimdi ilerliyenler, Eritre kıt'alarıdır. Bu taarruz kuvvetleji her biri 15,000 kişilik beş muntazam fırka, on bin mevcudlü dört Siyahgömlekli fırkası ve her biri 8000 kişilik üç yerli fırkadan mürekkebdir. . 30 40 bin kişi kadar tahmin edilen işçi ordusu, Habeşistan içerisine doğru devamlı surette inşaat yaparak bu mevcudü takviye etmektedir. Sekiz yüz uçak, 3600 mitralyöz, 300 sahra topu ve 100 tank Eritre kıtaatını tamamlamakta ve bir fırka, Abışeleli vadisinden inerek Eritre ile Somali arasmda irtibat teminine hazırlanmaktadır. Habeş împaratorunun ancak 300,000 kişiyi silâhlandırabileceği ve teçhiza tın da noksan olacağı söylenmektedir. (Paris Soir) onun ellerine bırakmağı bir kere istemeden uzaktan uzağa onu sevmekte sonsuz bir zevk, kolay kolay irişilemez bir heyecan bulmuştu... Ve şimdi Atıfa karşı duyduğu et, kan ve sinir sevgisile bu başka sevgiyi mukayese ederken böyle temiz ve insanlık zâflarından bu kadar uzak bir muhabbeün bir zamanlar kalbinde nasıl yaşadığmı hayretle kendi kendine soruyor. HIÇ Edebî Roman: 10 Bu kadar erkek vücudlü bir delikan lıyı hangi genc kız beğenmezdi ki Pa kize de ona gözünün ucile bakıyordu. Ve Dadının meşgul olduğu bir dakikada onun kulağına fısıldıyordu: Aman ne güzel bir adam. Galiba «enin arkandan geliyor. Çünkü hep gözü sende! Seza cevab vermeğe vakit bulmadan Dadı kalfa onlara dönmüştü. Arkalarından yürümeğe başlamıştı. Onlan adım adım takib ediyordu. Tüneli beraber inmişlerdi. Karaköyden beraber tramvaya binmişlerdi. Bebekten Hisara kadar da arkalarından gelmişti. Ve Hisara yaklaşırlarken gene Pakize onun kulağına fısıldamıştı: Aman Dadı görürse mahvolduk!.. Hâlâ peşimizde... Dadı görmemişti. Herhalde ihtiyar Dadı bu genc kızlann yanına bırakıla cak çok iyi bir muhafız değildi. Yalıya girer girmez Seza ile Pakize Yazan: Suad Derviş Sezanın odasına çıkmışjardı. Yalıdaki geniş odası şimdi bütün te ferruatile hatırasında canlanıyor: Koyu lâciverd ve bej desenli fe$ rengi halı.. Çok yüksek ve çok geniş ceviz karyola.. Cevizden tuvalet masası ve o kocaman dolablar, pancurlan daima yan kapah duran bu odanm içinde iri bekçiler gibi onun etrafmı sararlardı. Ve Seza bu ağır, bu ciddî eşya ara sında kendini adeta ezilmiş hissederdi. Bu kadar ağırbaşlı bir dekor içinde hareket etmek, neşelenmek, gencliğini göstermek hatta şarkı söylemek bile ne zordu! İki genc kız bugünkü hâdise hakkında fısıldaşa fısıldaşa büyük aynanın kar şısında acele ile siyah çarşaflannı çıkar mışlardı. Bu ipek pelerin ve etekleri birer koltuğun üzerine atmışlardı. O günü tamamile hatırlıyordu. Pakize kenardaki koltuğun.. aynanın öbür tarafındaki iet rengi kadife koltuğun üstüne oturmuştu Ve Seza siyah çarşafın altından çıkan bol ve kabank etekli beyaz yakalı gri aftadan elbisesinin eteklerini fiskeler vurarak kabarttıktan sonra başının üzerinde topladığı iki uzun örgüsünü de çözüp omuzlanndan aşağı salıvermişti. Ve lonra biraz hava ve ışık almak için penceresine gitmiş, pancurlan açmıştı. Açılan pencereden içeri sert bir deniz ve yosun kokusu, açılan pancurlardan içeri erguvan rengi bir akşam ışığı doluvermişti. Ve Seza hafif, hafif esen deniz kokulu rüzgân kuvvetle ciğerlerine çekerken zevkle gözlerini yummuştu. O tıpkı içmeğe yeni başlamış bir insan gibiydi.. Bilmediği bir lezzet ve bir zevk keşfediyordu. Bu zevkte, baş döndüren, nabızları kuvvetle attıran çarpıntı ve gönül ezginliği veren biraz hastalığa biraz ıstıraba benziyen üzücü ve ezici bir lezzet vardı. Artık ona kâinattaki herşey ayni heyecanı ve ayni duyguyu veriyordu. Tabialte şimdiye kadar tezmediği, bilmediği bir mana keşfeden benliği çabucak sarhoş oluvermişti. Gözlerini kapamasını ve kendini içinin bu afyon sarhoşluğuna benziyen tatlı seline terketmesini bunun için istemişti. Bu tesadüfler tam altı ay devam et mişti. Seza bu altı ay içinde her derse indiği gün onu görürdü. Seza neden onu arardı?.. Ve o neden Sezanın peşindeydi? Böyle genc bir erkeğin bu kadar küçük bir genc kızm arkasında onunla bir kere konuşmağı bile ümid etmeden dolaşmaVe sındaki mana neydi?.. Diyordu. Pakize de teyzezadesinin halindeki değisikliği farketmişti. îskarpinlerinin ucuna basarak pencereye kadar yaklaştı. Sandal suları yararak yavaş yavaş Bebek istikametine süzülüp gitmişti. *** Bugünden sonra Seza piyano derslerinin olduğu güne kadar beyhude yere odasının penceresinde bir sandal beklemişti. Fakat bu sandal hiç, hiç görünmemışti. Piyano muallimine gıdecekleri gün çarşafının başını yapmakta fazla bir itina göstermişti. Ve işte o gün gene ona \e Halbuki bu bir hakikatti. Ve bu sevgi bu inanılmaz sevgi onun çocukluğundan başlayıp genc kızlık senelerinde de Seza için bu ?ey büsbütün başka idi. bir din gibi lekesiz olarak kalbinde yaşaDaha on beş yaşına girmek üzere olan mıştı. tecrübesiz ve hayalperver bir çocuktu?... Oh bu ne temiz, ne kibar bir duyguyVe Seza onu bu tertemiz ve çocuk kalbile sevmişti. Çocuk kalblerinin bir nevi tapışı du? Istırabı bir ibadete, sevinci bir şükraandıran tehlikeli iptilâsile.. onu kim oldu na benziyen ne yüksek bir duyguydu. ğunu bilmeden, hatta sesinin ahengini Onu görmediği zamanlar da olmuştu. duymadan, ismini öğrenmeden tıpkı bir Bu zamanlarda kalbe derin duygular resim sever gibi sevmişti. veren asil bir keder duyardı. Sandalile Onu tanılan, bilinen yakınlığı ve sevgisi tadılmış bir erkek gibi değil, uzak ve esrarlı bir varlık olan bir ilâh gibi oı hayran olarak, onu herkesin ve kendisinin fevkinde görerek sevmişti. Onunla bir kere konuşmağı bile ümid etmeden, ellerini yalınm önünden geçip uzaklaştığı zaman, bu kocaman, bu esrarengiz dünyanm içinde onu büsbütün kaybetmiş gibi dehşetle titrerdi ve onu bir daha göremezsem nasıl yaşarım? diye düşünürdu. (Arhan var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: