14 Eylül 1936 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

14 Eylül 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

14 Eylul 1936 CUMHURİYET f Türk tababet tarihinde j Yeni teskilât İki Umumî Müfettişlik daha ihdas edileceği haber veriliyor FuLi Türktür ve burada beyindeki kurdları Önümüzdeki sene mülkî teşkilâtımızayıklıyarak iyi eden doktorlar vardı da mühim bazı değişiklikler olacağı haİstanbul Üniversitesi Tıb Tarihi Ens Krallığından bahsederken, bu krallığın titüsü Türk tababeti tarihinin islâmi • Çin İmparatoruna Brahma mezhebinin yet devrinden evvelki zamanlara aid banisinin dişlerini gönderdiğini ve bu birçok garb ve şark ve bilhassa Çin nunla beraber Bonze ilmini bilen bir de mehazlanndan toplattırılan vesaiki tabib hediye ettiğini yazar. (Visdelu; şimdiden tıb tarihile meşgul olanlann Bibliotheque sahife 126). Demek oluyor ve tarihçilerin nazari dikkatini celbetmek için neşre karar vermiştir. Tıb Ens ki kimyevî maddelerle insanlann hayattitüsünün gazetemize tevdi ettiği eski lannı idame etmek ilmi Bizansta değil, Türklerde tababetin ve kimyanm bu fakat Türkler arasında mevcuddu. Vislunduğuna dair tarihî izleri bugünden delunun bunu Bizansa atfetmesi meselesi, «huistiyan olmalan dolayısile bunları itibaren derce ba§lıyoruz: Tham sülâlesi tarihinin 146 ncı babı nm 16 ncı sahifesinde, milâdî dördüncü ve beşinci asırlarda, Fulin Krallığı doktorlannm pck ziyade müstaid olduklan ve gözdeki perdeyi, beyindeki kurtlan temizliy>*ek iyi ettikleri, kaydine tesadüf edilir. Ba husus son (Han) lann tarihinde de aynen mevcuddur. Visdelou da bunu «Bibliotheque Oriental» in 147 nci sa hifesinde, tercüme suretile neşretmiştir. Bu doktorlann Türklere aid olduklannı ispat edebilmek için, evvelâ Fulin ülkejinia coğrafî vaziyetini tesbit etmek lâzımdır. Tham sülâlesi tarihinde bu kralhktan şu suretle bahsedilir; Bu krallık garb denizinjn sahillerindedir. Şehirde üç tan« saray vardır. Bu saraylann dahilî kapılannın hepsi zikıymet taşlarla donatılmış ve örülmüştür. Merkez kapılannm ortasında altın bir terazi vardır ki bu terazinin kefelerinden birisinde altın bir heykel bulunmakta ve heykelin başmda da gene altmdan viicude getirilmiş on iki tane yuvarlak vardır. Bu yuvarlaklar her saatte bir defa, birer birer bir kefe den diğer kefeye düşerek saat başını haber verirler. (Visdelu, Bibliotheque sa hife 174). Şu halde Arablann bu top raklan istilâsından çok evvel, Türkler arasında saat dediğimiz şey mevcuddur. Harun Reşide ithaf edilen saat meselesi zorla Türk medeniyetinin Arablığa kalbedilmiş şeklinden başka birjey değil dir. ber verilmektedir. Bu malumata göre biri Ege, diğeri cenub vilâyetlerimizde olmak üzere iki umumi müfettişliğin daha ihdası mevzuubahistir. Ege dördüncü umumî müfettişliğinin merkezi îzmir olacak ve Aydm, Denizli, Isparta, Muğla, îzmir, Manisa ve Balı kesir vilâyetleri bu müfettişlik mıntakasma dahil olacaktır. İkinci umumî müfettişliğin merkezi Adanada bulunacaktır. Bu müfettişliklerin ihdasile beraber valilerin salâhiyetleri de çoğaltılacaktır. Her vilâyerin birer vali muavinliği ihdası da kararlar meyanındadır. Vilâyetlerin adedinin de azaltılması ve vilâyetle kaza arasında üçüncü bir teşkilât daha ihdası da muhtemeldir. Bu takdirde umumî meclislerden bir kısmmın lâğvi icab ve iki milyon liradan fazla bir tasamıf yapmak imkânı hasıl olacaktır. Diğer taraftan belediye varidatlannın artınlması hakkındaki kanun da kat'iyet kesbedecektir. Eski İktısad Vekili Şakirin riyasetinde toplanan bir komisyon belediyeler için varidat aramiş ve bazı esaslar tesbit etmiştir. Belediyelerin varidatı kâfi olmadığından bu yüzden imar işleri lâzım geldiği kadar süratle ilerlememektedir. Komisyon Avrupanm muhtelif şehirlerindeki belediye varidat kanunlannı celbettirerek tetkik edip memleketimizde kabili tatbik olan kısımlannı almıştır. Kanunun Kamutayın bu devredeki içtimaında geçeceği de söylenmektedir. Bulunan ilk iz Eğlence yok, konfor yok, olanı da ateş pahasına! Başka memleketlerdekinin dört misline yani 2 liraya bir bardak viski içmek için hiç kimse dünyanın bir köşesinden kalkıp ta Istanbula gelmez! İstanbula »eyyah celbi için sarfedilen gayretleri kâfi bulmıyanları muaheze edecek değilim. Çünkü bir şehre seyyah celbi için alınması lâzım gelen tedbirlerin dörtte bir nisbetinde olsun yerinde olmadığını herkes görüyor. Geçenlerde tesadüfen dost olduğum bir Amerikah seyyahla bu işlere dair bir konuşmadan edindiğim fikirleri çok doğru bulduğumdan seyyah ticaretini bu bakımdan incelemeği faydafı buluyorum. Muhatabım görmüş, geçirmiş; çok gezmiş bir Amerikah iş adamı idi. Hayata gene yaşta atılmış ve iş için en iyi mektebin tecrübe olduğuna inanmıştır. Sırf şahsî kudret ve teşebbüsile kazandığı servetinin gelirile yaşıyacak kadar zengin olmuş. Şimdi ortayaşı bulmuş, geziyor, eğleniyor. îstanbulu çok beğenmiş, 50'yle diyordu: « Serbest olmasaydım, belki burada senelerce kalır, hayranı olduğum Boğaziçinizde asude birkaç yıl geçirirdim. Fakat ne yapayım ki harekete, sürate çok alışmışım ve burada uzun zaman kalırsam muhakkak hasta'anınm.» Her Aemikalı gibi açık konuşan bu yeni ahbabdan îstanbulun bir seyyah şehri olup olamıyacağını sormak aklıma geldi. Bidayette iş, şimdi de zevk için hayatınm dörtte üçünü seyahatle geçirmiş, amelî bir hayat adamının bu husustaki fikirleri hiç şüphesiz dinlenebilirdi. Söze şöyle başladı: « On gün gibi kısa bir müddet zarfında gördüklerimle size noksanlannızı saymak kabil değildir. Belki birçok eksiklikler gördüm. Fakat bunlar bence tâli ehemmiyeti haiz meselelerdir, yani seyyah işinden anlıyan, ihtısas sahibi olan kimi getirseniz bunlan kolaylıkla ıslah edebilir. Fakat benim asıl bilmek istediğim mesele memleketinize seyyah celbinde samimî olup olmadığınızdır. Bilirsiniz ki seyyahlann dörtte üçünü Amerikalılar ve Ingilizler teşkil ederler. Buniann haricinde, Almanlar ve Lâtin ırklar şimdi bo! para sarfedecek kadar zengin değillerdir. Onun için siz esas itibarile İngilizlere ve Amerikalılara ehemmiyet vermelisiniz. Bunun için de birçok şartlan temin etmeniz lâzımdır. Istanbulda ilk akla gelen şey otel noksanıdır. Banyolu ve konforlu oteller yapmanız şarttır. Seyyah zevk adamı, konfor adamıdır. Bunlan bulamadığı yerlerde durmaz, kaçar. Bundan başka eğlence yerleriniz de yok gibi bir şey.. Barlar, kabareler, dans mahalleri çok azdır. Olanlarınm da biz Amerikalılara göre erkenden kapanmaları pek fenadır. Tam eğleneceğiniz sırada atlet kampında imişsiniz gibi yat borusu çalmak seyyahlann hoşuna gidecek bir şey değildir. Floryada çok güzel bir plâjınız var. Ancak orada şimdiki tesisat seyyah cel bine henüz müsaid değil. Ne bir büyük otel, ne golf, ne tenis yeri; hatta eğlence namına hiçbir şey yok. Mesele sadece bir kumsalda deniz banyosuna münhasır kalıyorsa bu kâfi değildir. Maamafih söylediğim gibi bunlar temini o kadar güç şeyler değil. Isterseniz yapabilirsiniz. Yalnız eğlenceyi ucuza mal etmesini gaye ittihaz etmelisiniz. Dünya buhranından sonra en zengin milletlerin bile para sarfetme kudretleri laşılıyordu. Saniha, şimdi öyle bir rik kat ve şefkat içinde idi ki Ercümendin bu eski bavulu bile onu mütessir ediyordu. Dayanamadı Ercümendin boynuna sa rılı olan kolile göğsünün üstündeki başmı kendi başmın hizasma kaldırdı. Zayıf lığına rağmen bütün güzelliğini muhafaza eden o tunc başın yanaklannı öptü, öptü: Benim sevgili aşkım, benim mah zun aşkım!... Sonra, onun küçücük kulağına fısıl dadı: Gittiğini isetmiyorum Ercümend. Yann Bursaya gitme; kal! Seni kollarımm arasında bütün şefkatimle, bütün aşkımla teselli, tedavi etmek isterim; kal! azalmıştır. Bunu gözden uzak tutmamak şarttır. Memleketinizde Amerikah ve îngiliz seyyahlann en çok istihlâk ettikleri maddeler müthiş pahah. Meselâ biz Amerikalılar çok içki içen bir milletiz. İngilizler de keza. Sizin içkilerinizin en ucuzu bile müthiş pahalıdır. Viski, cin ve buna benzer dışandan ithal ettiğiniz içkiler ateş pahasına. Bir bardak kötü viski ve soda bir buçuk, iki lira. Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir fiattır. Düşününüz ki Amerikalılann içki içenIeri günde dört, beş viskiyi sizin Taşdelen suyu içmeniz gibi içerler. Bundan başka üç beş kokteyl, bir iki şişe bira da yuvarlarlar. Yalnız bunlan hesab edecek olursak bir Amerikalının tstanbulda yevmiye vasatî olarak on beş, yirmi lira içki parası vermesi lâzımdır ki bunu her babayiğit hele bugünlerde gözden çıkaramaz. Ayni içkileri daha eğlenceli, daha konforlu Avrupa eğlenti yerlerinde buradakinin dörtte bir fiatına tedarik etmek kabildir. Sonra memleketiniz dünyanın en nefîs tütünlerini yetiştirdiği halde sigaralarınız da çok pahah. Yeniceden yukan kalm sigaretlerinizin (ki seyyahlar bunlardan içmek isterler) vasatî otuz be? kuruşa geldiğini farzedelim. Bunlardan biz günde dört, beş paket içeriz. Arada da üç dört sigar tüttürürüz. Sigarlann fiatı burada, misli görülmemiş bir şekilde yüksektir. Anlatmak istediğim şudur ki yemek, yatmak parasından haric, bir Amerikah yahud îngiliz buraya gelip te bardağını bir buçuk liraya viski, şişesini yetmiş, seksen kuruşa bira, tanesini bir liraya sigar, paketi kırk, elli kuruşa sigara iç mez. Hakikaten seyyah celbetmek ve memleketinizde seyyahlann uzun müddet kalarak para bırakmasını istiyorsanız ilk iş îçki, tütüo ve eğlence ucuzluğunu temin etmektir. Yoksa dünyanın öbür ucundan ayni içkiye dört beş misli fiat verrrtffc için seyyah kalkıp ta Istanbula gelmez.» Bu açıksözlü Amerikalıya ben hak vermekten başka söyliyecek söz bulamadım. Bilmem bulanlar olur mu? Niçin bize seyyah gelmez? Kırmızı mı, san mı? aliba Büyük Harb sırasında ve etlerin derili, kemikli yumuşak bir yakut parçası kesilip te vitrinleri süslediği esnada olacak. Herifin biri yarım kilo et alıp evine götürür. Çocuklar, adını duyup ta kendini göremedikleri o aziz nesneden bir parçayı babalarınm elinde görünce koşujurlar, el çıromağa başlarlar ve sorarlar: Baba, et çıktı, öyle mi? Demek ki et yüzü görememek, çocuklarda onun mevsimlik yemişler gibi çıkıp batar birşey olduğuna inanc uyandırabiliyormuş! *** Dün iki mekteb çocuğunun bizim pencere önünde heyecanlı bir münakaşaya tutuştuklarını gördüm. Bunlardan biri altının kırmızı, öbürü de san olduğunu iddia ediyordu. İkisi de iddialarını tevsik edecek delile sahib değillerdi, bu yüzden Nuh diyip te peygmber demiyen adam mevkiinde bulunuyorlardı. Onlann masum bir inadla iddialannda ısrar etmeleri, pembe yüzlerini kızıllaştıra kızıllaştıra kırmızı veya san diye tepinmeleri ilkin hoşuma gitti, sonra da boş yere nefes tüketmeleri yüreğime dokundu, içime müdahale hevesi çöktü: Yavrulanm, dedim, siz atışmayı bırakm da bana uslu uslu cevab verin: Altın neye derler? Sustular ve «okumadık» diyen bir gözle beni süzdüler. Onlan masum inadlarından birbirlerine kırılmaksızm uzak' laştırmak için anlatmağa başladım: Altın havada, suda bozulmaz bir madendir. Gerçi parlak ve san bir rengi vardır. Lâkin eridiği zaman yeşil görünür. înce pul halindeyken kırmızı akisler verir. Böyle çeşid çeşid renkler aldığı için çeşid çeşid adlarla anılır: Mat altın, san altın, ham altın, ayarlı altın, beyaz altın gibi. Sonra altın varak, altın rih, altın çubuk, altın kakma gibi şeyler de vardır. Dilimize altın akçe, altın babası, altın suyu, altın topu, altın yaprağı, altın oluk gibi sözler de girmiştir. Eski devirlerde bizim Eşrefî, Aynalı, Barbut, Zerimahbub, Zincirli, Hayriye, Gazi, Sandıklı, Rumî, Kamertab, Sultanî, Şahî, Tuğralı, Atfedli adını taşıyan altınlarımız vardı. Beşibiryerde, yanmbeşlik, yüzlük, ellilik, yirmibeşlik alhnlar da süs için kullanılırdı. Onbeşinci asırda bütün insanlann kullandığı altın altı yüz tonilâto ağırhğmdaydı, şimdi her yıl toprağın altından üç yüz tonilâto altın çıkanlıyor. Bu güzel maden için Türkler güzel meseller ve şiirler soylemişlerdi. MeseIâ: «Her parlıyan altın değildir» derler. «Şimdi altınla biterken her iş Akçe iğermi duayi derviş» beyti de meşhurdur. Benim, kürsüsüz bir hoca gibi, pen ceremden uzanarak verdiğim bu uzunca dersin onlan kırmızı san davasından vaz geçierecek kadar tesir yaptığını tahmin edip maksadımı ortaya koydum ve öğüd verdim: Artık atışmıya lüzum yok, değil mi? Öyleyse kardeş kardeş yolunuza gidin. Zeki yavrular, birbirlerine bakıştılar ve sonra gülümsiyen gözlerini bana çevirip şu cevabı verdiler: Hocalarımız bize derslerin müşahhas olmazsa para etmiyeceğini söylüyorlar. Siz altını anlattınız amma göstermediniz. Bir altınınız varsa gösterin de görelim, renginin san mı, kırmızı mı olduğunu anlıyalım. Emeklerimin değeri artık bakır olmuş.tu ve susmak gerekleşmişti!.. bilmeleri lâzım geldiği kanaatinden» başka birşey değildir. Nitekim Kublây Hanın 1271 tarihinde Çin İmparatorluğu payitahtım topla düşürmeğe muvaffak olması hususundaki kanaati de gene bu gülünç hıristiyanlık akidesinin bir eseridir. Top meselesinde de Çin tarihinden tercüme ile şunlan yazar: «Kublây Han kendi kanından bir krala, topçulannı göndermesi için adamlar gönderdi. Bu talebi derakab kabul edildi, ve iki kişi toplarile geldi. Bunlardan birisinin ismi OLaoYatindi, diğe rinin ismi ise Ysumayudu. Bunlar toplannı Siamyam^fu şehrine diktiler. Bunların gürültüsünden yer ve gök titriyordu. Bu toplar önüne tesadüf ettikleri herşeyi yıkıyordu Bundan korkan şehrin kumandanı Liuvenfuau şehri Türklere teslim etti.» Çince tercümesile bu kadar kalsa gayet iyi birşey. Fakat biraz sonra kendi kendine iki topçunun isimleri üzerinde etimolojik tetkiklere girişir. Bu topçulan müslüman yaparak Olaoyatin isminden Alâeddin, Ysumayu dan da fsmaili çıkartıverir. Ve sebeb olmak üzere de Çinlilerin bunlara hoei hoei dedikleri ni gösterir. Bir defa hoei kelimesi Çinliler tarafından yalnız müslümanlara izafe edilmiş bir kelime değildir. Bu doğrudan doğruya Türklere tahsis edilmiş, bir isimdir. Çok şükür ki bu sırada Kublây Hanın yanında bulunan (Markopulo) bu topçuların müslüman olmadıklanm söylemektedir. Visdelu bunlan müslü Bu saraylann sütunlan da turquoise man yapmakla topun Arablardan getirildandı, yani firuze taşmdandı. Duvarlan diğini ve Arablann da Lâtinlerden aldıcam veya kaya kristallerinden vücude ğını iddia eder. . . . Barutun harbde kullanılmağa başla getirilmişti. Tabanlan altın, kapılan da dığı zaman Avrupada 1330 rarihîn fildişindendi. Burada öyle hokkabazlar vardı ki den sonradır. İlk defa da top halinde yüzlerini ateşlere sokarlar, nehirler akı değil, yangın çıkarmak suretinde kulla tırlar, elleri üzerinde göller vücude ge nılmıştır. Topun icadı ise, Avrupadaki ririrler, ağızlanndan inciler, bayraklar 1339 dur. çıkanrlardı. Halbuki Kublây Han, bu topu 1271 tarihinde kullanmış, ve Çin tarihlerinin Burasının doktorları gayet müstaid di. Gözdeki perdeyi, beyindeki kurtlan dediği gibi, Arablardan değil, fakat komşusu Türklerden getirmiştir. Şu halçekerek iyi ederlerdi. Çin tarihinin açık ve vâzıh bir surette de Türkler arasında topun istimal edil yazdığı bu mesele, garb müverrihlerinin diği tarih 1250 ve 1230 olması lâzımdır. ellerine düşünce aslını kaybederek başka Yani Avrupadan bir asır evveldir. Bu bir şekle girmektedir. Visdelu birdenbire hususu başka bir makalemizde delillerle fulin kelimesini tstanbul İmparatorluğu göstereceğiz. yapıverir. İspat olmak üzere de der ki Sadede gelelim: «Bunlarda ölmiyen ezelî adamlar var Visdelunun Çinliler tarafından bu miş. Yani Bonzler mevcudmuş!» Delili halklara Tasin denmesini de Bizans o de bu kadardır. larak kabul etmek pek garibdir. Halbuki Çin tarihinde Bonzler kelimesinin ba Çin tarihlerinde Tasin kelimesinin manazı kirn>'evî maddelerle insanlan ezelî ve 3i büsbütün başkadır. ebedî yaşatmasını bilen insanlann fen Türklerin hakikî cedleri Assenah lerine tâbir edildiğini görürüz. Böyle bir lara Çinliler Tsenler veyahud Tasinler ilme Bizansta sahîb olan insanlann bulu derlerdi. Oueilerden Çin împaratoru nup bulunmadıklarını takdir edemiyoruz. ThaiWou zamanında bu Imparator Bilâkis Uygurlarda Bonzlerin bulun Tsin ve yahud Tasin Türk kabilesini duklarına, yani kimyevî maddelerle in mağlub ettikten sonra Assenalardan beş sanlann ömürlerini ziyadeleştiren tabib yüz aile Altındağa gelip tavattun et lerin mevcud olduklanna dair kayidlere mişler, burada demirden silâhkr yap tesadüf ediyoruz. Tuhafı şu ki, bu da mağa başlamışlardı. Fakat bazı Çin müVisdelunun bizzat tercüme ettiği eserin elliflerine göre de bunlar garb denizinin diğer bir sahifesinde mevcuddur. Uygur sahillerine yani Hazer denizine gelerek GÜMRÜKLERDE Gümrükler müdürü geldi Izmire ve oradan da Ankaraya giderek temaslarda bulunan tstanbul güm rükleri Başmüdürü Mustafa Nuri dün şehrimize dönmüştür. orada bir krallık vücude getirdiler, ve bu kralhğa Tasin Krallığı ve bilâhare de Fulin Krallığı namı verildi. (Leon Cahun; İntrroduction a l'Histoire de l'Asie sahife 86). Nasturi papazları da bize îranlılann fenahklanndan bahsederlerken bunlann haricî düşmanlarından da bahsederler. Bunlar Romalılar, Bizanslılar, Tasin lerdir. (İntroduction, sahife 107). Ve bu Tasinler İranla simal hududunu teşkil ederler. Şu halde pek haklı olarak Fulini Iranın şimalindeki Hazer Türkleri olarak kabul etmek zarureti vardır. Zaten Çinliler tarafından Sin kelimesi Türk ülke lerine verilmiş isimlerdir. Şansi eyaletinde SinŞen gibi birçok yerler mevcuddur. Daha doğru bir tabirle Sin bir Türk a ilesi, kabilesi ismidir. Daha büyük bir ispat ta Çin tarihle rinde zikredilen bu garb denizinin is mİDİn Kuzgun denizi olmasıdır. İlk iki Hanlar zamanında da Hazer denizine, garb denizi dendiği gibi Kuzgun denizi de deniyordu. Buradaki parlak medeniyete, duvar ları, kapılan altınlarla, elmaslarla süslü *afaylara gelince, bunu Bizansta değil, fakat burada görmek mümkündü. Nitekim Bizans sefiri Zemarque Bizansta göremediği bu medeniyeti, sadece burada, bu Türkler arasında görmüştü. (Okuyunuz:. Menandre tarihi). Binaenaleyh Fulin Türktür ve burada beyindeki kurtlan ayıklıyarak iyi eden doktorlar da Türktü. Tarihte bu Türk tababeti hakkında rasgeldiğimiz birinci izdir. doğru iniyordu. Saniha, müşfik ve himayekâr bir hareketle sol kolunu uzattl, onun boynuna sanldı. Ercümend, şimdi onun baş döndürücü kokusunu emerek, astragan mantosunun içinden gelen tatlı hararetini duyarak öylece kaldı. Gene mülâzim, bu mes'ud vaziyette ebediyete kadar kalmak istiyor du. Hudud boylarında, Sahrayi Kerbelayı andıran çöl gibi yerlerde, cehennemî sıcaklarda çektiği mihnet ve meşak katleri, hicran ve elemleri hep unutmuştu. Sanihanın göğsü, aşkının mes'ud cennetı idi. Eğer bu cennetin saadetini sessız sessiz tatmakta büyük bir zevk bulma saydı, bir şarkmın şu iki mısraını güzel sesile bağıra bağıra söyliyecekti: NÜZHET ABBAS Buğday piyasası Ziraat Bankası mubayaata başhyor Ziraat Bankasının önümüzdeki hafta içinde buğday mubayaatına başlıyacağı haber verilmektedir. Bu sene havalann yağışlı gitmesi ve mahsulün de çokça olması dolayısile h a r man gecikmış, bu yüzden banka muba yaata başlamamıştı. Halbuki geçen sene banka bundan çok evvel mubayaata başlamıştı. Bu sene mahsul köylünün elinde daha yeni toplanmış bulunmaktadır. Bankanın bu yılki mubayaa fiatları geçen seneden oldukça farklı olacaktır. Çünkü geçen seneki fiatlar darlık zamana uygun olarak tutulmuştu. Banka bu sene mevcud buğday mubayaa merkezlerine 52 merkez daha ilâve etmistir. kokulu, yağ kokulu, küf kokulu bir kalabalığm doldurduğu bu daracık ve külüstür vapur salonunda seyahat etmenin ıstırabını düşün Saniha» diyordu. Bursanın kışm yağmurlu havalarda, çok kasvetli olduğunu, tepesini bulutlar sarmış Uludağın her an şetrin üstüne abanmış, onu ezecek gibi bir vaziyette durduğunu yazıyor, annesinın evine ansızın girince, anacığınm ve ihtiyar anneannesile kızkardeşlerinin nasıl sevindik lerini, nasıl ağlaştıklannı uzun uzun anlatıyordu. «Annem, benim kendisine gönderdi • ğim Haleb işi altın gerdanlığı bir tılısım gibi boynundan çıkarmıyan hasretli annem, tunc yüzlü oğlunu görünce boymr ma sanldı, hüngür hüngür ağladı. Hepsi, beni çok zayıflamış, adeta kurumuş buldular. Fakat, ben onlan sıhhatte görünce pek sevindim. Bana küçük bir oda hazırlamışlar. Bütün çocukluğumdanberi kullandığım eski eşyamı bu odaya koymuşlar. Bunlan görünce, kendimi mazide yaşıyoîum sandım. Galatasaraydan, Kuleliden, Harbiyeden eve izinli dön düğüm günlerimi hatırladun. Fakat, bu eski hatıralar arasmdaki hayatımdan pek çabuk bıktım. Burada durmadan yağan M. TURHAN TAN "Cumhuriyet,, in tefrflcan 64 Abidtn Daver ÛATER gıma müteessifim. Arkadaşlar bıraksaydılar ağzını, burnunu dağıtacaktım. Si zin için söylediği alçakça sözlerden öyle tepem atmıştı ki Avrupada olsak onu düelloya davet eder. Ya ölür, ya öldü rürdüm. Demek beni bu kadar sevîyorsunuz ha? Deli gibi, dedi; şapkasını çıkarıp başını Sanihanın omzuna dayadı. Ka dın, onun içini çektiğini duydu. Elile saçlarını okşadı. Sonra parmaklarını gözlerine sürdü. Mahzun yeşil gözleri gölgeliyen uzun kirpikler ıslaktı, göz kapakları ateşler gibi yanıyordu. • Benim güzel kahramanım, benim mahzun aşkım, diye okşadı. Otomobil kaldırımları berbad bir yerden geçiyor ve sıçrayıp duruyordu. Heı sıçrayışta Ercümendin başı kadınm onr zundan biraz daha kayıyor, goğsüne Eldivensiz elini, mülâziminin avucuna koydu. Böylece elele, omuz omuza, bazan birkaç kelime konuşarak, daha çok susarak ve ikisi de duydukları derin saadetin zevkini yudum yudum içerek Yeşilkoye doğru gidiyorlardı. Otomobil bozuk kaldırımlarda sarsı lıp sallanıyor, o zaman iki sevgili birbi" rine çarpıyor ve bu rahatsızlık bile hoşIanna gidiyordu. Bir aralık Saniha okşıyan bîr sesle ve iftiharla sordu: Demek, benim için Azamet Beye tokatı yapıştırdınız ha! Evet, dedi; hem öyle bir yapıştırdım ki beş parmağımın yeri bir iki gün yüzünde kaldı. Mahkemeye gidecekti. Sonra vazgeçti. Alay kumandanına şi kâyet etti. O da, beni bir hafta hapsetti. Ses sertleşti: Edebsizi, adamakıllı pataklamadr 5 Gözlerin Kur'ani aşkımdtr, kucağın cennetim, Saniha, küçük salonundaki şezlonga Olsa da hatta cehennem, orda yanmak uzanmış, bir mektub okuyordu. O, bu isterim. mektubu kaç kere okumuştu; fakat hâlâ Ercümendin güzel başı, gögJünün üs okunrtağa doymamıştı. Ercümend bu tünde yatarken Saniha da ayni saadeti mektubu ona Bursadan yazmıştı. Kötü, duyuyordu. Bir aralık gözleri onun ba küçük bir vapurda, hayli kalabalık yolvuluna ilişti. Bu eski bavulu, hiç şüphe cular arasında, bütün bir gün süren se • s'Z, ilk zabit olduğu zaman almış ola yahatini anlatıyor: cakh. Oradan oraya gide gele, bavul da «Kalbimde, senin saçlannın, senin dusahibi gibi yorulmuş ve yıpranmıştı. Sıç daklarınm, senin vücudünün doya doya rayışından içinde pek az eşya oldufu an teneffüs ettiğim kokusu varken sarmısak yağmurların ve eski ahşab evlerin, küf lenmiş kiremidlerin manzarası sinirime dokunuyor. Annemi, kızkardeşlerimi çok göreceğim gelmiş olmasa, burada yanm saat bile oturamam. Sevgili Sanihacığım, anlıyorum ki sen benim hayatımsm. Havamsın, güneşimsin, herşeyimsin. Artık sensiz yaşıyamıyacağımı hissediyorum. Bundan sonra ancak seninle, yahud ö " lümle mes'ud olabilirim.» Saniha, Ercümendin mektubundaki bu «ölüm» kelimesinden irkilmiş, korkmuştu. Mahzun aşkının mektublarında ve sözlerinde sık sık bu menhus kelimeyi okuyor, işitiyordu: Olüm, ölüm... Delice neş'eli ve mes'ud olmadığı zamanlarda, Ercümendin ruhunu matemli bir hava sanyordu; sanki delikanh cenaze çıkan bir evde oturuyormuş gibi ke derli bir hal alıyordu. Ercümend, bu gene yaşında neden bu kadar mahzundu? Payastaki halini, gur bet ve hicrana atfetmişti. Şimdi, Istan bulda kendi yanında da, yahud da Bursada aile ocasmda da, sık sık kederlenip duruyordu. Daha çocuk denilecek bir yaşta harbde, karşılaştığı için mi, ölümle bu kadar teklifsiz olmuşru? lArkası vari

Bu sayıdan diğer sayfalar: