5 Kasım 1936 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

5 Kasım 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

5 îkinciteşrin 193b CUMHUBİYET Kültür üzerinde Sun'î kauçuk Almanlar, sun'î kauçuğu tabiatten iyi yaptılar Dünyanın üç büyük sanayi memleketi olan Almanya, Amerika ve Rusyada, şu sırada, sun'î kauçuk imali hakkmda gittikçe artan bir faaliyetle tetkikatta bulunulmaktadır. Bu tetkikatı yapmakta olan alimler ve mühendisler, işi iki cepheden ele almışlardır. Kauçuk yerine kul lanılabilecek, asidlere, yağlı maddelere ve s;c<t"a mukavemet itibarile ondan daha sağlam bir madde bulmak ve bir harb veya bir abluka vukuunda memleketi, kendi ihtiyacını temin edebilecek bir vaziyete koyabilmek. Esasen, sun'î kauçuk meselesi pek yeni birşey değildir. Ondokuzuncu asır so nunda, Harris, kauçuğun uzvî bir mürekkeb cisim olan «isoprene» den müteşekkil olduğunu müşahede etmişti. 1909 senesinde, kimyager Hofman kauçuğa benzer bir madde yapmağa muvaffak oldu. Fakat Harbi Umumî patlayınca, Almanlar, henüz lâboratuar sahasında kalması icab eden bu keşfi derhal büyük endüstriye tatbik ettiler ve kauçuk tedarikinde âciz olan Almanya, hemen kauçuğun «ersatz» ını imal ediverdi. Leverkuser fabrikalarında yapılan bu kauçuk, daha ziyade köseleye benziyordu. Sürtünmiye mukavemet edemiyor, çabuk yıpranıyordu ve elâstikiyeti azdı. Harb biter bitmez istihsalât durdu, fakat Alman kimyagerleri çalışmaktan vazgeçmediler, 1926 da memleket muvazenesini tekrar bulunca, yeni bir enerjile tekrar işe koyuldular. Sun'î kauçuğun esas maddeleri kireç ve kömürdür. Bu iki madde bir arada elektrik fınnına konulunca birleşerek karbür de kalsyom haline gelmekterir. Bundan önce asetilen, sonra bütadyen çıkarılmakta, bundan sonra, muhterilerin gizli tuttuklan bir taknn usullerle, poli merizasyon denilen birçok hüceyrelerin bir hüceyre halinde birleşmesi ameliyesi tahakkuk ettirilmektedir. Sun'î kauçuk imali inhisan, halihazırda, meşhur I. G. Farbenindustre müessesesindedir. Almanlar, bugün yapılan sun'î kauçuğun bir ersatz değil, tabiî kauçuğa faik ve onun yerine kullanılabilen bir madde olduğu kanaatidedirler. Söy lenildiğine göre, sun'î kauçuk, tabiisınin Jıaiz olmadığı bir takım evsafa, ezcümle sürtünme neticesinde kolay kolay yıpran,mamak hassasma maliktir. Fabnkanın Buna N markasmdan itibaren muhtelif işaretlerle piyasaya çıkardığı bu kauçuklann diğer bir meziyeti de benzin ve yağ nev'inden maddelerle temas halinde, tabiî kauçuk gibi kabartı hasıl etmemesidir. Birleşik Amerika ile Rusyanın da, kauçuğun maddei asliyesi olan Heveaya arzı iftikar etmemek için sun'î kauçuk imaline çahştıklannı yukanda söylemiştik. Bu iki memleketin tuttukları yol, heveadan daha çabuk büyüyen bazı nebatlan, hevea gibi usarelerini almak su retile değil; ezerek işlemek usulüdür. Sovyetler, 1937 senesinde, muhtelif ne batlardan 10,000 ton sun'î kauçuk imal etmiş olacaklan iddiasındadırlar. Amerikada da, hevea evsafını haiz gibi görünen guayule isimli bir fidan kullnılmaktadır. Her iki memlekette de, Almanyadaki sistemin tatbikı suretile aynca sun'î kauçuk imal ediliyor. Ruhiyatta yeni tecrübeler Ilk mektebler Yazan : Profesör Salih Murad Cumhuriyet sütunlannda kültür ve terbiye meselesine dair neşrolunan on iki makalenin başlangıcında maksadımın kültür meselesinin genel cephesile Avrupadaki şekillerini hulâsa ettikten sonra kendimize aid düşünceleri yazmaktan İbaret olduğunu söylemiştim. Muhtelif sebebler yüzünden, maale sef, bu makaleler araları açıldı, adeta temadiyet kayboldu. Şimdi iki üç makalede bunları toparlayıp bir netice çıkarmağa çalışacağım *** Anlaşıldığına göre bizde mecburî tahsil kanunu epeyce eski zamanlarda, hatta, İngiltereden daha evvel kabul edilmiştir. İstatistiklere göre memleketimiz de yanm milyondan fazla vatan çocuğu ilkmekteblerde okuyor. Cumhuriyet devrinde gerek kemiyet ve gerekse keyfiyet itibarile belki en ziyade inkişaf eden mektebler de bunlardır. İlkmekteblerden beklenen gayelerin gazete okumasını bilen, hayatta geçen ölçüleri kullanabilen, vatan seven, az çok terbiye edilmiş ço cuk yetiştirmek olduğuna bakılırsa ilk mektebler müfredat programlan itiba rile pek zorluk arzetmez. Diğer taraftan ilkmektebler orta ve yüksek mekteblere nazaran devlete daha ucuza mal olur ve kurulması nisbeten kolaydır. İlkmekteblerde başlıca zorluk tabiî mekteb adedi nin çokluğudur. Yani bu işte keyfiyetten ziyade kemiyet rol oynar. Bütün memleket halkının ilk tahsili yaptığını, biran için, farzedelim. Gerçi bu keyfiyet küçük birşey ifade etmezse de pek te böbürlenecek bir iş te değildir. 1leri giden memleketler okuma ve yazma bilenler adedile kryas edilmiyor. Nasıl akıllı adam kendi işjni kendi görürse ileri gitmiş memleketler de, her işlerini kendileri görürler. Bir otomobil kullanmak bir marifetse de motörünü iyi bilerek, lüzumunda tamir edebilmek üzere kullanmak daha büyük marifettir. Binaenaleyh, dünyanın her tarafında olduğu gibi, ilkmekteb mezunlan büyük bir çokluğu teşkil ederse de bilecekleri şeyler pek mahduddur. Bir senede ilkmektebe devam edenlerin adedi yanm milyonu ve bu mektebleri bitirenlerin adedi yüz bmi geçiyorsa da bunlardan ancak on, on beş bininin orta devreye ayrılması ihtimali düşünü lürse akademik bakımından ilkmekteb lerden beklenen vasatî randıman yüzde 10, 15 i geçmez ki bu da her zaman ve kolayca temin edilebilir. Gerçi büyük şehirlerde bu nisbet artarsa da şehir çocuklarını yetiştirmek te daha kolay olsa gerektir. ilkmekteb hocalan daima agır bir yük altındadır. Ham bir çocuğu hele aile terbiyesi biraz geri ise okur yazar bir şekle sokmak yani adam etmek meselesi kolay olmasa gerek. Bunda çok bilgiden ziyade sabır ve metod lâzım. Başka memleketlerde pedagoglar tarafından ortaya konmuş ve tecrübe edilmiş bir takım metodlar var. Bunlar bize kolayca adapte edilip hocalara öğretilebilir. Programlara gelince, yukanda söylediğim gibi, maddî ve manevî bilgileri mütevazin kılmaktır. Anlaşıldığına göre bazı arkadaşlar ilk mekteblerde sınıf adedinin altıya çıkarılmasını istiyorlar. Hoca ve para mesele sinden dolayı bunu yapmak imkân haricinde olduğu gibi bence buna lüzum yoktur. llkmektebleri altıya çıkarmaktan ise programlan iyice tanzim edip mekteblerden çıkanları sıkı bir seçime tâbi tutarak fikrî kabiliyeti geri olanlan orta devreye sokmamak daha faydalıdır. Yalnız bu mekteb mezunlan için iş mektebleri açmak zaruridir. ilkmekteblerde sınıf adedini altıya çıkarmakla hoca adedindeki tezayüd miktan yüzde 20 yi geçer. İlkmekteb hocalannın zaten mahmul olduğuna bakılırsa bu miktar hocanm tedariki gayrimümkün olduğu gibi imkân dahiline sokmağa çahşsak pek pahalıya mal olur. Mecburî tahsil müddetini Avustralya gibi altıya ve hatta yediye çıkaran memleketler varsa da oralardaki şeraiti gözönünde tut mak lâzımdır. İngilterede olduğu gibi ilkmektebleri bilhassa büyük şehirlerde4 ve 7 senelik yapmak meselesi akla gelirse de bunun üzerinde uzunuzadıya düşünmek lâzımdır. Bence maarif sisteminde asıl zorluk membaı orta tahsil devıcsidir. Bunu gelecek makaleye bjrakıyorum. Insan öldükten sonra ruhu yaşar mı? Peştede bir genc kız ağır bir hastabktan kurtulduktan sonra kendi dilini unuttu ve hiç bilmediği halde Ispanyolca konuşmağa başladı Birçok kimseler vardır ki şu veya bu mahalde, şu veya bu halde yaşadıkla rmı hatırlar gibi olduklarmı söylerler. Ve daha evvel mevcud olduklannı iddia ederler. İşte cidden nazarı dikkati celbe değer bir vak'a: Bu, on senelik bir meseledir. Genc bir avukat evlenir, bal ayı seyahatini de, o zamana kadar hiç gitmediği, bilmediği ve görmediği Tuna nehri havalisinde geçirmeğe karar verir. Karısı da bu havaliye asla gitmemiş ve ömründe Paristen dışan çıkmamıştır. Bununla beraber, seyahat esnasmda gördüğü manzaralardan bırçoklarına yabancı olmadığmı söyler, hatta evvelden, biraz sonra vâsıl olacaklan yerleri tarif eder. Bu hal, zevcini hayrette bırakır. Genc kadın, küçük bir köyden geçerken hastalanır. Davet olunan doktor, iki günlük bir istırahat tavsiye eder. Fakat, genc kadın bağırarak: «Olmaz! Olmaz!... Bu yeri biran evvel görmek isterim. Civarda bir şato vardır. Şimdi pek iyi hatrr lıyorum. Hemen oraya gitmek isterim...» der. Yola çıkarlar. Şuna ve buna sorar Iar; civarda harab bir şato gösterirler. Bir rehber kendilerini gezdirmek tekli * finde bulunur. Genc kadın heyecanla: Biliyorum, biliyorum, der. Şato sahibleri burada ikamet ederlerdi. Ve sonra kapalı bir kapıyı işaretle ilâver eder: Açmız, bu kapıyı!... Şatonun bekçisi cevab verir. Kabil değil, madam... Bu kapınm anahtan çoktan kaybolmuştur. Merdivenin alt başında, kenarda bir deste anahtar olacak. Onların içindedir. Bekçi gider, madamın gösterdiği yerde bir deste anahtar bulur. Genc kadın, desteden bir anahtar seçer, kilidin deliğine sokarken titrek bir sesle şu sözleri söyler: Burada iki cesed olacak... Kapı,. gıcırdıyarak açılır. Hep birden bağmrlar. Odada hakikaten iki iskelet var. Birisi yatakta, diğeri yerde, yanmda da kocaman bir hançer... Genc kadın, dehşet içinde: îşte, beni burada öldürmüşlerdi!.. Diye bağırır ve düşer, bayılır. Bunun, (Reenkarnasyon) faraziyele rini müsbet bir vak'a gibi telâkki etmezden evvel bir (rüyeti nafize) hâdisesi olmadığına emin olmak lâzımdır. Hakikaten, vuzuh ile gören basiret sahibi bazı eşhasın geçmiş, nadiren de gelecek hâdiseleri görüş kabiliyetleri kuvvetlidir. Ne olursa olsun, bu hâdiselere naza ran, insanm ruhun öteki âlemde bir müddet dolaştıktan sonra yeni doğacak bir vücude girdiğine ve bazan da ona, eski mevcudiyetini hahrlattığına inanacağı geliyor. Bir diğer vak'a da (Budapeşte) de geçmiş ve ilim dünyasında büyük akisler husule getirmiştir. Kısaca anlatalım: (İris Kruzadi) isminde, 17 yaşlannda genc bir kız (Enflüanza) ya tutulmuştu. 5 ağustos 1933 gecesi o kadar ağırlaştı ki bütün ümidler kesildi ve bir aralık öldüğüne hükmolundu, fakat, biraz sonra nefes almağa, kendine gelmeğe ve o dakikadan itibaren, evvelce bir kelime bilmediği, îspanyol lisanile konuşmağa ve pek güzel bildiği almanca ve fransızcayı anlamamağa başladı. Hastalıktan evvelki mevcudiyetini tamamile unutmuştu. Ne ailesini, ne de kardeşlerini tanıyordu. Celbolunan bir ıspanyolca muallimi, genc kızm (Madrid) şivesile ve pek güzel ispanyolca konuştuğunu söyledi. Genc kız, anasına ve babasına mösyö ve madam diye hitab ediyor ve kendisine sual soranlara: « Benim ismim (Lusiya Altarez dö Salo) dur. Madridde doğdum. Zevcimle beraber (Kale Oskora sokağı) nda, 1 numaralı küçük apartımanda oturuyor dum. Zevcim bir fabrikada çalışıyordu. Elân da oradadır. Ondan dört çocuğum oldu. (isimlerini de söylemiş). Ben, verem hastalığına müptelâ idim. Öldüğüm zaman tamam 40 yaşındaydım. Btgünkü gibi hatırımda, zevcim evde bulunmadığı bir gün son nefesimi verdim...» Diyor, sonra İspanyol millî şarkılarını söylüy^r, (Madrid) i, kiliselerini anlatıyordu. Yapılan tahkikat neticesinde bü tün bu söyledikleri doğru çıkmıştır. (İris Kruzadi) ye geîînce: Babası mühendis olan bu kız asla ıspanyolca bilmiyordu ve ömründe İspanyaya gitme mişti. Bu sene sonlanna doğru (Oslo) da toplanacak olan beynelmilel 5 inci tet kikatı ruhiye kongresi bu hâdiseleri müzakere ve münakaşa edecektir. • * * Küçük ressam nünde gamlı gamlı düşündüğüm ilk resim Feurbachtan küçültülerek istinsah edilmiş bir tablodur. Bunu Keçecizade rahmetli Reşad Fuadm koleksiyonunda görmüştüm. Alman ressam, Şirazlı şair Hafızın meyli, sakili bir eğlencesini ve o eğlence arasındaki derin düşüncesini tasvir ediyordu. Iran, Hafız, ve Almanyalı ressam. Ben bunlan san'atın nurlu kucağında ve bir fırçanın elyafı arasmda birleşmiş görmekten şaşırmıştım. Rahmetli Reşad Fuad, hayretimi çoğaltmak için, bana bir çok resimler daha gösterdi. îçlerinde Geromun Türk kasabı, cami içi, horoz dövüşü gibi memleketimize aid nefis tablolann fotoğrafileri vardı ve bizi bizden önce san'atın engin meşherinde tecessüm ettiren bu resimler içime garib bir üzüntü veriyordu. Sonra Türk san'atkârlann resimlerini görmekle de bahtiyar oldum. Hamdi Beyin, Halil Paşanın, Şevketin ve yeni bir yolda yürüyen Çallı îbrahimin tablolannı hazla, iftiharla seyretmek fırsatma bol bol erdim. Bu temaşalar bcnde eski devirlerdeki Türk ressamlan araştırmak merakını uyandırdı, Lokmanm Hüner namesini nefis resimlerle süsliyen üstad Osman, Onyedinci asırda İstanbulun büyük san'atkârlan diye tanılan Solakoğlu Miskalî, Tiryaki Osman Çelebi, Tasbâz Ali, Hoca Mehmed Çelebi gibi üstadlann hayatını elimden geldiği kadar araştırdım. Vardığım netice, eski ve yeni ressamlanmızın, minyatürcülerimizin bütün alimlerimiz, şairlerimiz, ediblerimiz gibi muhitin müsamehasile güreşe güreşe ve yüzlerce müşkülü yene yene yetiştiklerini öğrenmekten ibaret kaldı. Şöhret, onların hepsini ihtiyarlıklannda ziyaret etmişti: Mezara teşyi etmek için!.. * * * Turgud Cansever adlı bir çocuğun îstanbul Halkevinde kırk beş tablo teşhir ettiğini duyunca bir düşünceye kapıldım. Henüz on beş yaşında bulunduğu söylenilen bu mektebli çocuk, kudretli bir istidadın bizde de pek çabuk inkişaf edeceğini nasıl bir iç güvenile iddiaya teşebbüs etmiştir ve bu iddia ne dereceye kadar ciddidir? Bu düşünceden müspet veya menfi bir kanaat edinerek kurtulabilmek için Halkevine gitmek lâzımdı. Gittim ve küçük ressamla eserlerini gördüm. Riyasız bir tehalükle hemen söyliyeyim ki bende bir Şato Briyan salâhiyeti olsaydı ve Turgud Cansever de önüme fırça ile yarattığı eserler ayarında yazılar koysaydı ona «ulvî çocuk» demekte tereddüd etmezdim. Şato Briyanın Hügo için söylediği bu lâkab taşrdıği ressamlık kabiliyeti itibarile, Turgud Cansevere de cidden yakışır. Fakat onu genc san'atkâra tevcih etmek hakkını üstad ressamlara bırakıyorum ve ben sadece onda bir Vandik, bir Rafael, bir Mikel Anj değilse bile bir Fabrienne, bir Latour, bir Fiosole istidadı bulduğumu samimî bir sevincle ilân ediyorum. Halkevine gidip te küçük ressamın sergisini ziyaret edecek olanlar krrk beş nefis tablonun beni parlak bir belâgatle tasdik ettiğini göreceklerdir. İ SALİH MURAD Bediî cerrahinin yaptığı harikalar «Bediî cerrahî», cerrahî fenninin in] san vücudlannın ayıblannı, kusurlannı, tamir eden ve güzelleştiren tababetin bu branşi, son zamanlarda büyük terakki eserleri göstermeğe başlamıştır. Bediî cerrahinin, birkaç senedenberi dünyanın her tarafında mebzulen tesis edilen güzellik, müesseselerile hiçbir alâkası yoktur. Çünkü bu müesseselerde tatbik edilen usuller, fennî esaslara istinad etmedikten başka, nihayet bu ruşuk düzeltmek kabilinden masajımsı tedbirlerdir. Halbuki bediî cerrahî, yukanda da söylediğimiz gibi, tıbbın bir şubesidir ve tabiatin esaslı noksanlarını telâfi eder. Resmimizde görülen şekilde son derece çıkıntılı burunlar, fazla şiş ve sarkık göz altları, baştan ayrı gibi duran kulaklar, dışan doğru fırlamış çene ve derin yüz çizgilerile sarkık yüz derileri, bediî cerrahî fenninin birer harikası denecek şekilde düzeltilmektedir. Bu kusurlu uzuvlarda yapılan ameliyatın hiçbir iz ve bir leke bırakmadan azamî muvaffakiyetle neticelenmesi de hısar etmediğini söylemek zaiddir. İn bediî cerrahinin nekadar terakki ettiği san vücudünün en nazik ve en kıymetli ni ve nekadar salâhiyetle tatbik edildi uvzu olan gözlerde bile cerrahî usullerğini gösterir. le fevkalâde ehemmiyetli operasyonlar Bu tıb şubesinin yarattığı harikaların yapılmakta ve ayni muvaffakiyet elde yalnız resmimizde görülen uzuvlara in' edilmektedir. Egede tütün piyasası Gelen malumata göre, bu senenin ilk tütün piyasası Akhisarda açılmıştır. Ak hisarda ilk alıcı Kavalalı Hüseyin firması olmuştur. İlk fiat baş tütüne 128 kuruştan verilmiş ve o gün bu fiattan 50 kuruşa kadar muhtelif cins tütünler satılmıştır. Şimdi Eğe mmtakasında açılmış olan tütün piyasasımn Gördüste fiatları 35 85, Manisada 45 95, Kırkağacda 45 100, Ödemişte 50 90, Karaburunda 45 85 ve Gâvurköyde 55 120 kuruş arasmdadır. Alman konsoloshanesinde verilen ziyafet Dün gece saat 8 de, Alman konsoloshanesinde Emden kruvazörü süvarisile zabitanı şerefine bir ziyafet verilmiştir. İstanbul Valisi, îstanbul Kumandanile İstanbuldaki Alman kolonisi ziyafete davet edilmişleriir. Hamal ücretleri ucuzlatıldı Afyon înhisar idaresi taşınıyor Uyuşturucu Maddeler İnhisan önümüzdeki ay sonunda Dördüncü Vakıf hanından Sahpazanndaki yeni bina sına taşınacaktır. İnhisann şimdiki binasmın zemin kahnda bulunan stok afyonlanmn taşınmasına şimdiden baş lanmıstır. aşağı ınıyor: Bu memlekette ihtiyatın manası yoktur. Firuze gibi rakid bir havada ıslanmak ve böyle günde akşama kadar elleri cebinde gezmek mümkün! diye söyleniyordu. Hakikaten boğucu sıcak vardı. Sokakta dalgm ve ağır adımlarla geçen birkaç adamdan başka kimseye raslamadılar. Yüksek bir yere çıkmak ve hava almak ihtiyacile Tophane meydanına yürüdüler. Bütün Bursa ovası görünüyordu. Eski kahvenin parmaklığı kenarında biraz serinlediler. Ve oradan, göz alabildiğine her tarafa doğru yemyeşil uzanan, hiçbir insan emeği katılmaksızm yer altmdan kendi kendine fışkınyormuş hissi veren bereketli ve canh ovayı seyretliler. Fakat sokaklar bomboş, ve ova Allaha terkedilmiş bir güzel levha gibi işlenmemiş duruyordu. Burada tabiat o kadar feyizli, insan o kadar hareketsizdi ki, Cemal gayriihtiyari: Yazık!.. diye bağırdı: Çıknklar işlemiyor, kozahaneler öbek öbek insanla dolmuyor, dere kenarlan kaynasmıyor, halk, öğle vakti evinden çıkıp kahve köşelerine sığınıyor, ve akşam Hamallar cemiyetî idare heyeti seçimi Hamallar cemiyeti yeni idare heyeti seçimi dün başlamıştır. Bu seçimde idare heyetinin istifa etmiş olan yarı azası seçilmektedir. Seçim bugün de seyyar olarak devam edecektir. lan münzevî köşelerde hareketsiz, dalgm durmaktan başka bir şey yapmıyor. Hüzün buranın en mahrem dostu ve içki onun sırrıdır. Akşam oldu, gene de bastı kareler!... Nakaratı uzak bahçelerde, havuziann kenarına kurulmuş gramofonlardan ölgün bir şikâyet gibi şehrin damarlarına yayıhr. Yazık!... Bu güzelim memleket israf ediliyor. Uzakta, terkedilmiş ve harab olmuş binalan gösterip: Bunlar, eski kozahaneler. Bu taraf •ski tarlalar.. dedi. Demir, asabiyetle yumruğunu parmakhğa vurarak: Tenbellik! dedi. Hakikatte bu facia, yıkılan eski tezgâhlann faciasıydı. Makine, dev adımlarile silâhlannı memleketin içerilerine gönderirken tezgâhlar kımıldanıyor, içine kapanıp ilâhilerini okuyarak mukavemete kalkıyor ve nihayet didinerek, depreşerek yıkılıp gidiyordu. Bu sokaklardaki korku veren sessiz lik, bu kahvelerin biçare inzivası, bu bomboş tarlalar ve hareketsiz çıknkların faciası, yalnız buradan geliyordu. Cemal ve Demir, bunu tahlil etmeğe adam. Yazan: Hilmi Ziya Gümrükten Liman idaresi eline ge çen hamalların bir kısmı ihtiyarlıklan, hastalıklan ve sicillerinin vaziyetleri dolayısile tasfiyeye tâbi tutulmuşlardı. Bu tasfiye neticesinde limanın ihtiyaclarına göre çok geniş olan hamal kadrosu makul bir hadde indirilmiştir. M. TURHAN TAN Liman idaresi, hamallar azalınca, mas H: raf ta azalmış olduğundan eşya hamal Çamlıcada Çetin Gürsoya: ücretlerinde ton başma 50 kuruş bir Hcrhangi bir gün saat üçte matbaaya tenzilât yapmağa imkân bulmuş ve bu gelirseniz gramerler ve lugatler hakkında nu derhal yapmıştır. konuşabılviz. M. T. T. lüzum gördüler mi bilmiyorum. Şu kadar var ki, sonbahann bunaltıcı sıcağın dan biraz kurtulduklan için memnun, gülerek şehre dönüyorlardı. Cemal, yolda biraz önce nefretle bahsettiği Hacı Turana aid, yan kalan hikâyesini anlatmağa başladı: «Bir gün, kâğıd oynıyanlann toplantısındaydım. Orada, bir kenara çekilmiş, gözleri oyundan ziyade oyunculann üzerinde dolaşarak, pusuda bekliyordu. Onu çok iyi tanıdığımı bildiği için bir türlü bana bakamıyor, gözgöze gelmekten çekindiği halde gene kendisini gözetlediğimi farketmiş olacak ki dişlerini sıkarak sakin görünmeğe çalışıyor; bir teviye avıhı araştırıyordu. Bir aralık yanıma yaklaşh. Gülerek omuzuma dokundu. Fakat bu sahte yüz arkasında gizlenen sırtlanı, her neye mal olsa, meydana çıkarmak istediğimden korktuğu için benimle konuşmağa cesaret edemedi. Çok durmadan uzaklaşıp kalabalığa kanştı. O gece, herkesin işi yolundaydı. Kaybedenlerin de kazananlar kadar yüzü gülüyor, odada benim gibi boş durup halkı gözden geçirmekle meşgul bir iki kişiden baska herkes masa başında hararetli bir yanşa girmiş bulunuyordu. «Bu akşam talihi yok!» diye düşündüm. O sırada esmer, ter bıyıklı, ince bir delikanlı kalabalığm arasma sokula rak yer istedi. Masayı genişlettiler. Bu bizim gencliğimizde, roman kahramanı diye düşündüğümüz zarif, oldukça utangaç ve hulyalı genclerden biriydi. Giyinişi ve tavrile muhiti yadırgıyan bir hali vardı. Evvelâ azdan başlıyarak gittikçe işi büyülttüğüne, talihi açıldıkça gözleri parlayıp masaya daha fazla sokulduğuna bakılırsa, eğlenceden ziyade kazan mak için oynadığı anlaşıhyordu. Bu şüphesiz henüz meslek tutamamış, belki de mekteb çağını bitirmemiş olduğu için babasının veya amcasının eline bakan bir çocuktu. Buraya kimbilir kimin teşvikile ve nasıl sokulabilmişti! Akşam yemeğinden sonra beni zorla getirenlere içimden lânet ederek, bütün neş'emi kaybetmiş, zavallı çocuğa bakıyordum. Ona ihtar etmek, menhus masadan kurtarmağa çalışmak beyhude idi. Bu azab verici hale bir nihayet vermek için biran evvel çıkıp gitmeği diişünüyordum. O sırada çocu5un birden saranp soğuk terler dökmeğe rjaşladığını gördüm. lArkast vari Cumhuriyetin içtimal rotnanı: 23 < Hayır, insan zâfı... Şaşıyorum! diye Demîr devam etlî. Herşeyi inkâr ederken Allaha nasıl inanabiliyorsun? Doğru!.. Herşeyi inkâr ederken nasıl olup ta inanabiliyorum? Fakat biliyor musun ki, herşeyi yıkabilmek için yalnız ona dayanıyorum. îbrahim, bütün putlan kırmak için en büyük puta sığınmadı mı? Allah namütenahidir, hududsuzdur. Bilinemiyen, tarif edilemiyen şeydir. Ben de ona sığmarak bütün tarif edilen putlan kırıyorum. Eğer Allah varsa, âciz olduğum için mutlaka beni o yaratmıştır. Eğer Allah yoksa, aczimden dolayı onu ben yaratmağa mecburum. Ne o! Hayret mi ediyor sun? Sözlerim galiba birbirini tutmuyor. İyi amma, tabiat te tenakuz içinde.. «Allah zıdlan yaratarak, hakkı meydana çıkardı» derler. Karanlık ve aydınlık, şeytan ve melek, mazi ve istikbal birleşerek günü, zamanı, uhrevî âlemi meydana getirmiyor mu? Niçin, en köhne fikirlerle en aşm düşünceler birleşip insanı vücude getir mesin? Cemal bugün heyecanlı konuşuyoıdu. Geceyi uyanık geçirmiş olmalıydı. Demır bir aralık kâtib Niyazi Efendiyi sorduğu için rahat rahat ona Hacı Turan hak kmda izahat vermeğe fırsat bulmuştu. Bununla beraber şimdi çay sofrası, ne dense çekilmez bir hal almıştı. Rüzgâr birdenbire durmuş, fırtına işareti gibi dolaşan gürültüler kesilmişti. Ortalıkta a ğır, tehükeli sükunet vardı: Kurşunî kalın bir çarşaf halinde dümdüz, hareketsiz bulut kütlesi kaplamıştı. Cehennemî bir ocağın üzerinde kaynamak için her tarafından sıkıca kapanmış kazan gibi örtülen şehir, bunaltıa bir hararet içinde yanıyordu. Cemal birdenbire yerinden fırlıyarak: Çıkalım! dedi. Bu havada imkân yok durulamaz. Yağmurluğunu almaya davrandığı sırada onu kolundan çekip i

Bu sayıdan diğer sayfalar: