8ON POSTA 18 M ıb uğrunda oğlunu urban veren doktor Şeyhületıbba General Hazım Bellisan, mümkün olsa günün 24 saatini de ayakta geçirecek, Sayın doktorun kerimesi: «— Babam, sabahın yedisinde evden çıkar, gecenin dokuzunda, onunda dö »- ner!, dedi. Bu yüzden General Hazım Bellisani günlerce aradıktan. vakitli vakitsiz ka - pıyı çaldıktan sonra ele geçirebildim, Generalin ilk sözü: «— İhtiyar değilim amma, yaşım fazla.. Onün için dolaşmak, hamlamamak mec - buriyetirsleyim.» Oldu. Sonra, güle güle ilâve etti: — Bu yaştan sonra, bâsübadelmevt sırrına ermiş gibi, kendimi bebek farzedi- yorum. Onun için de «Bezbek» te oturu - yorum, dedi, — General Hazım, gazeteci- lerden biraz muhteriz. Bazı arkadaşlarım, kendisi ile görüşüren, tabi istemiyerek o- lacak, ufak tefek zühuller yapmışlar, Ge- neralin bu ilk tecrübelerinden gözü yıl- mış. Not almak için kaleme, kâğıda dav - ranınca, sayın muhatabım: «— Aman... Aman... Gene kâğıd, kalem çıktı, diye telâşlandı. ü Generalin sözlerini, işitmemezliğe gel - dim ve tababet hakkındaki fikrini sor - dum, Şeyhületıbba: — Tababet, şüphesiz ki ulvf bir ilim - dir, mukabelesinde bulundu. Fakat, pek çok ta acıları vardır. Doktor, daima har- beden, daima silâh karşısında kalan bir bir asker gibidir. Düşman, malüm: Mik - rob. — Size acı bir hatıramı anlatayım. Paristen henüz gelmiştik. Üç arkadaş idik; Bir ben, bir Cemi, Topuzlu, bir de Cemal merhum, Kur'a çektiler: Cemil Topuzlu, Hay - Harpaşa hastanesi cerrahlığına, ben Gü - müşsuyu hastanesi cerrahlığına, Cemal tmerhum da mektebi Tıbbiyei askeriye a- Meliyei cerrahiye muallim muavinliğine tayin edildik, Hastaneye yakın olsun diye, Kabataş- ta Abdülezel Paşanın evini tuttum. Karım General Hazım Bellisan ve 9 yaşında bulunan oğlum ile buraya yerleştim. Mabeyinci Hacı Ali Bey, komşumuz idi. Bir gece yarısı Ali Beyin ağası Bilâl ağa bize geldi: «— Beyefendinin iki mahdumu da çok hastadırlar. Aman koşun!> Dedi. Gittim, Çocukları muayene eder etmez difteri- ye tutulduklarını anladım. Lâzım gelen ilâçları verdim. Sonra hastaneye koştum, kendimi dezenfekte ettirdim. Eve dön - düğüm zaman, oğlum karşıma çıktı. Baba diye boynuma sarıldı. Geri çekilmek iste- dim amma iş işten geçmişti bir kere .. 24 saat sonra oğlum da hastalandı. Bak tım, difteriye tutulmuş. Bu yüzden duy- duğum ıztırab o kadar büyüktür ki şim- di bile, bakınız ağlıyacak gibi oluyorum. Tam bir hafta uğraştım. Fakat çare bulmanın imkânı yoktu. O vakit, henüz serom keşfedilmemişti. Yavruma, ölece- Namlarına jübile yapılan doktorlarımız “ Son Posta ,, ya hatıralarını anlatıyorlar ğine yakın bir trizmüz geldi. Nefes ala- bilmesi için parmağımı ağzına soktum Cildimi dişlediği için ben de hastalığa a - şılandım. Evden, zavalirı oğlumun ce - nazesi çıkarken ben de yatıyordum. Bir lenfatit ki sormayın... Bütün kolum, göğsüm kadar şişmişti. Başkalarının çocuğunu kurtarmış, fa - kat kendi evlâdım; ölüme mahküm et - Miştim. Bereket versin ki bugün tedavi çok te- rakki etmiştir. Bu gibi ârızalardan, insan, hem kendini, hem de hastalarını koru - yabiliyor. General Hâzım Bellisan: — Vâkıâ bana hatıralarımı soruyor - sunuz amma, böyle teessür vericilerini söylemek te nereden hatırıma geldi, dedi. Bakın, size Paristen bahsedeyim de biraz neş'eleniniz... Pariste, dersine en çok devam ettiğim Zzat, profesör Tiyyo idi. Fakat bir sabah erkenden arkadaşlar ile birlikte bir eğlen- tiye gidecek oldum. Profesör Tiyyo'ya tâzimkâr bir mektub yazdım. Evine gittim., Kartımın ucunu kırdım, mektubla beraber profesörün u- şağına verdim. Ertesi gün, vaktaki dersten çıktık. Pro- fesör Tiyyo hepimizi topladı. Damdan dü- şer gibi: «— Türkleri, nasıl biliriz? Barbar!» de- di. Yanımda doktor Nazım Şerafeddin mer hum vardı. O bana baktı, ben ona baktım, apışıp kaldık. Profesör Tiyyo devam ediyordu: «— Evet, Türkler, barbar, nezaketten Ââri bir millet, değil mi? Biz, Fransızlar ise, centilmenliği kimseye vermeyiz! Fakat, ihtiyarlara, hocalara hürmet — elzemdir. Bu, ihnsanlığın vazifesidir. Dün, Hazım. evime kadar gelerek kar- tile beraber bu mektubu bırakmış, Hal- buki, bir Fransız talebem de, geçen haf- ta, bir kokota randevu vezir gibi posta ile şu kartı yollamıştı! (Devamı 11 inci sayfada) Kırkpınar mazideki kadar inkişaf edebilecek mi? güreşleri Güreşlerin başhakemliğini Kırkpınar yağlı güreşlerinin başha - kemliğini yapan Kırklareli meb'usu Şev- ket Ödülü Kırkpınar dönüşü İstanbulda Suyolcu —Mehmed pehlivanla eski gü- reşler hakkında bir görüşme yaptığı es - nada buldum. Yağlı güreşler hakkında kendisinin neler düşündüğünü öğrenmek istedim. Beni çok nazik karşılıyan bu eski pehlivan idarecisi suallerime cevab ver- meğe başladı: — Kırkpınar güreşleri hakkında neler düşünüyorsunuz? — Yağlı güreş Türkün — ar'anevi bir sporudur. Bu güreşler Kırkpınarda asır- lardanberi rağbet görmüş, burada Türk pehlivanları boy ölçüşmüş ve birçok kıy- | metli pehlivanlar burada seçilmiştir. Böy- lece Kırkpınar güreşleri seneden seneye halk arasında bir spor destanı olarak ya- yılır ve söylenirdi. Eski ihtiyar pehlivan- lardan dinledik ve Suyolcudan da işiti - | yoruz ki Kırkpınarda 27 kat davul, zur « na bulunurmuş. Bu, güreş meydanının ne kadar geniş olduğunu göstermeğe kâ - fidir. Ben bile Kırkpınar güreşlerinde küçük ve büyük ortalarda kırkar çiftin çarpıştığı günlere yetiştim. Biliyorsunuz ki Kırkpınar güreşleri yeniden ihya e - diliyor. Ve her sene biraz daha eskiye Yyaklaştırılıyor.» Şevket Ödülün burada sözünü kes - tim. Ve: — Yeni güreşçilerie eski güreşçiler a - rasında bir mukayese yapar mısınız? de- dim. Sualimle Suyolcu Mehmed pehlivan da fazla alâkadar oldu. Şevket Ödül Suyol- cuya bakarken sözlerine şöyle devam et- ti: — Kırkpmar güreşleri bize yeni isti - dadlar tanıtıyor. Bu gençlerden çok ü - Mmidvarız. Şimdiki güreşçiler arasında Ko- ca Yusuflar, Adalılar ve Kurddereliler â- yarına çıkacaklar bulunmamakla bera - ber Avrupada dünya şampiyonluğu ka - zanmış Kara Ahmedler derecelerine namzed ve bugün dahi o kadar kudret ve kabiliyette gençler vardır. Şevket Ödülü ile bir mülâkat yapan Kırklareli meb“' Şevket Ödülü — Bugünkü profesyonel güre:ğî”; miz nasıl yetişmekte ve namı kâ tadır? — Bugünkü birinci ve ikinci sınlf ; pehlivanlarımız muhiti tenha ve larak birdenbire serpilmiş gençl!r dir. Desteden başlıyarak başa kad;:j güreşçi akranlarile boğuşarak îl#' bir mücadeleden sonra bugünkü küni alabilmiştir. laj Güreşçilerimizin hakikt kıymeti€ herkes tarafından bilinememesi t€ö" 4 sızlık yüzündendir. Halen bir te doğru gidildiğine göre birkaşç sen! de yağlı güreşlerde büyük bir d&! göze çarpacak, halk pehlivanların kıymetlerini görecek ve takdir ede€ Bilhassa yağlı güreşler iki senM — Geçti, oğlum, artık! Bundan sonra hiç bir kadın senin yüzüne bakıp ta, kalbinin heyecanlarını senin karlı manzaranla dondurmaz. Bu ana değin nasıl yaşadınsa, gene öyle yaşamıya de- vam edeceksin. Mânasız hodgâmlığın- la, içine bir etek karıştırmadan harca- dığın ömrün şimdiden matemini tut - mıya alış! En son hükmü bu olmuştu. Ve merdümgirizliği bir kat daha art- mıştı. Hafizeden bile kaçıyor, onun lâ- kırdılarını cevabsız birakıyordu. Boşa giden gençliğinin mes'ulü kendi değil de sair insanlarmış gibi, beşeriyete a- detâ için için kin bağlamakta idi. Ve bu kin ile beraber, gönlünde, Sapanlı köyünün, yavaş yavaş daüssılasını düy- mıya başlıyordu. Orada, kendi varlığı kadar çorak, ve- rimsiz ve ıssız tabiat ile ne güzel imti- zac etmişti! - Ü Bahçede dalgın dalflgın geziniyordu. Zihni o dakikada köye kadar uzanmış; mektebin bomboş dershanelerine dal- mış; çocukların ter ve toprak kokan kalabalığını arıyordu. Tepesindeki ağaçların yaprakları a- rasında birkaç tane Ağustos böceği çatlayasıya ötmekte, bu parlak ve sı- cak günün sanki, kendi — dillerin- ©e methiyesini vapmakta idi. Çamlardamn; ikide birde; çatır çatır sesler geliyor; kızgın güneşin patlattı- ğı kozalaklar dallarından kopup bir bir; kuru toprağın üzerine düşüyordu. Ortalıkta ağır bir hava vardı. Yer su- samış, nebatlar susamış, — tabiat; kaç günlük yağmur hasretile bezgin; bit - kin bir hal almıştı. Ölmek üze'- re bulunan çiçekler — boyunları - nt mütevekkilâne bükmüş; kibar ve nazlı birer müşteri tavrile ağır ağır ge- lip de konan arıların ziyaretlerini men- fi bir tavırla kabul ediyorlardı. Ahmed Ercan yoruldu.. bun#lmıştı. Geldi; havuzun yanı başında durdu; FT REŞ ee gerinlemek ihtiyacını duyan nazarlarını KAR yosunlu suya dikti. Tam bu esnada, “* başının üzerinde ko — pan gevrek bir kah- kaha, gayri ihtiyari kafasını kaldırıp yu- karı bakmasına se : beb oldu. : Kendi — bahçesini komşununkinden a - yıran alçak - duva - tın öte tarafındaki kiraz ağacının üs - g$ tünde, on yedi, on sekiz yaşlarında bir İ genç kız, yerde gö « rünmiyen — birisile şakalaşarak, meyva — topluyordu. : Hafif giyinmiş - ti. kollarını omuz - larına kadar çıplak bırakan bluzunun #altında taze ve çevik vücudünün tenasübü seziliyordu. Kızın yalnız başı bir şiirdi. Olgun başakları hatırlatan delişmen kâküllerinin çer - çevelediği simada ideal kadın tipinin bütün güzellikleri, incelikleri vardı. Kulaklarına kirazdan küpeler takmıştı. Dişlerinin arasına alıp da gülerek ez- mekte olduğu kırmızi meyva düdakla- rile bir kül teşkil etmekte idi. Ahmed Ercan, yalnızlığını Tahatsız eden, düşüncelerini dağıtan bu küstah, bu münasebetsiz ve saygısız kıza öfkeli bir nazar firlattı. Kendini zorlamasa, çıkışacak, tekdir edecekti. Yeni O böylece huşunetle oraya bakarken, kızın da nazarları bu tarafa döndü, Za- Ercümend Ekrem Kiraz ağacının üstünde on yedi, on sekiz yaşlarında bir genç kız vallıcık utancından kıpkirmızı — olduü. Atmağa hazırlandığı ikinci bir kahkaha dudaklarında dondu hiç bir şey söyle - meden, bir ceylân çevikliği ile yere at- ladı ve duvarın öbür tarafında birden kayboldu. Ahmed Ercanın keyfi kaçmıştı. Ar - tık bahçesine serbest serbest çıkamıya- caktı. Bu mel'un ağacı getirip oracığa dikmek te kimin aklına gelmişti? Böyle komsunun harimini tecessüs etmiye müsaid bir yere kiraz #ğacı dikilir mi idi? Sonra bu genç kız, kimin nesi ise, ne kadar da terbiyesiz, saygısızdı! Bu tarafta bir bekâr adamın oturmakta ol- duğunu herhalde bilmesi lâzımdı. Bu- nu bildikten sonra da, onun bahçesine Edebit Romanımız: 6 | DAĞA GÜNEŞ VURDU Yazan: Talu bakan bir ağaca tır- manmaması ve he - le arsız arsız kahkak ha atmaması icab ederdi. Bu hâdise zihnin - de yer etmişti. Dü- şündükce öfkeleni - yordu. O burahya ra- hat etmek, şunun bunun gözünden u - zak, asude bir ha - yat yaşamak için gelmişti. — Koşkoca, at kadar - bu tabiri aynen kullanıyor - du- bir kızın bu ra- hetı ihlâl etmiye ne hakkı vardı? — Değil mi, -Hafi- ze hanım? Sen söy- le, Allahını sever - sen! İhtiyar hizmetçi efendisine karşı, bilmediği, tanımadığı suçluyu, mah - za onu yatıştırmak için, mazur göster- miye çalışıyordu: — Cahillik, beyim! Kusura bakma - ! — Nasıl bakmam? Ne hâakkı var, e - fendim, beni gözetlemiye? — Niçin gözetlesin? Kiraz toplamıya çıkmış oraya. — Bahçıvana toplatsın. Kart karının, ağaçların tepesinde ne işi var? Bal gibi beni gözetliyordu.. alay bile etti, be - nimle! — Ne haddine? — Bu şehir çocukları bövledir. Sı - Partiden yakın alâka görmektediş’;; güreşlerde dersce alan pehlivanlar (Devamı 11 inc: syf_“_g’,; benim köylülerimi görsen! ö niii' Birkaç gün, bu yüzden bah lj Ayni nazarlarla karşılaşmaktan, tehzi zannettiği kahkahayı bif işitmekten çekiniyordu. gj di kendine: — Canım! Nihayet kendi ba'f“ı'ed ç an*" kar, kiraz da topiar, güler de. oluyor? tıki bir mecraya ulaştırmışti: ; Bir-akşam, nası! oldu, bılmeî”vıa, rımsız, tozlu ve kenarlarını nhiıâ bürümüş yol hemen daima te o# lar gelip geçivordu, Sol tafaâ”;f vermiş köhn- Hit 'duvarın için j sdikım demetini seyre dalâı BU bir levhayı andıran manzara çen sene ve bu sene Kırkpınarda marık ve terbiyesiz oluyorlar: Ali, tardfıma, havuzun - başına gİ m:’ L Maamafih öfkesi biraz geçmlşü' ğil mi? Ne isterse yapar. Ağacâ 92 g) Diye, muhakemesini salim V€ kak kapısının önüne çıktı. Bu ve buradan ancak civarda evle terek küme halinde fışkırmış wğ na gitmişti. Yer yer yosun tutmüf' öY şunit taşların ortasında bu mofıul.; g katen güzeldi; ve Ahmedin sanatkâr ruhunu okşuyordu: O, bu temaşa ile meşgulkenığ_mıı’ den birdenbire bir eteğin geç setti. Kendine geldi, baktı. Aga tünde görmüş olduğu o aynl de bir tenis raketi ile ve çevik f la geçiyordu. Muallimle göz gbf J’: lince mütebessimane selâm VE M med de bu selâma insiyaki bif ketle mukabelede bulundu. Kız, bitişik köşkün açık d maklıklı kapısını itti, ıçerıye medin bakışları gayri ihtiyarfi peşine takılmış, onu takib € — Güzel kızcağız! diye M? canlı da.. Allah bağışlasın! Bu sefer öfkelenmemişti. D e — Bizim burası istediğim kâ ha değil.. kılığımıza, kıyafetilM itina etmemiz lâzım... a/ af asw <arkası ”) |