19 Ekim 1939 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 6

19 Ekim 1939 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 6
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

O günü postacının getirdiği büyük zarfı açınca Mehmed Cemil büyük biz memnuniyetle gülümsedi İşte haftalardanberi beklediği çiçek ka- taloğu nihayet Avrupadan gelmişti, Bu kataloğ, gelmiyecek diye ne ka- dar üzülmüş, kendi kendini yemiş ti. Avrupadaki muharebe dolayısile postala- intizamını kaybetmişti. Halbuki Mehmed Cemil son derece bahçe meraklisi idi Köşkünün arka tarafındaki geniş bahçede renk renk, çeşi” çeşit çiçekler göze çarpıyordu. Mehmed Cemil sık sık Avrupanın çi- çekçiliği ile meşhur memleketlerin- den böyle kataloglar, tohumlar, s0- ğanlar getirtir, bunları bahçesine di- kerdi. Şimdiye kadar hayatında hiç ev- lenmemişti, İşinin haricinde bütün meşguliyetini bahçesi teşkil ediyor- du. Hayatında hiçbir kadın onu bir gül fidanı, nadide cinsli bir karanfil kadar meşgul etmiş değildi. Ona: — Yahu evlen artık... Yaşın geçi- yor!.. dedikleri zaman Mehmed Cemil bunu söyliyenleri penceresinin önü- ne kadar götürür, elile bahçesindeki renk renk çiçekleri göstererek: — Ben evliyim yahu... Hem de ba- kın kaç kişi ile birden!.,, der, gülüm- serdi. Onda yalnız çiçek merakı yoktu. Bahçesine küçük küçük ağuçcıklar, fidanlar da dikmişti. Onlara da bü- yük bir itina ile bakardı. Bazan bah- çesinde meşgulken aklına dostları- nm evlenmeğe dair olan tavsiyeleri gelirdi. O zaman kendi kendine gü- lümser «İşte benim zevcelerim...> diye çiçeklere bakar, «İşte bunlar da evlâtlarım» diyerek gözlerini fidan- lara, küçük ağaçcıklara çevirirdi, Bahçedeki zevceleri o derece boldu ki adeta bir harem hayatı yaşıyor gibi idi. Akşamları eve gelir gelmez hemen soyunur, dökünür, kendisini bahçeye atardı. Gayetle şık, bir bahçe kıyafe- ti vardı. Geniş şapkası, gülleri keser- ken taktığı eldivenleri her şeyi her şeyi tamamdı. O günü Avrupadan yeni gelen ka- ranfil kataloğunu (o karıştırırken emektar uşağı Ahmed içeri girdi: — Efendim, dedi, bitişiğe yeni ki- racılar taşınmış... Bizim gül maka- sini istiyorlar... Ne?... Gül makasını m istiyor. lar?... Mehmed Cemil bahçesine ait eşyasma son derece meraklı idi, On- ları Kimseye vermezdi. Uşağına sert sert: — Olmaz... dedi, gül makasıni veremem!... Uşak dışarı çikarken Mehmed Cemil düşünüyordu. Yeni taşıanan komşulara karşıda pek ayıp olacaktı. Birdenbire aklına gel. di. Evde bir de eski gül makası var- dı. Uşağına seslendi: — Eski makası bul da onu veri... dedi. Tefrika No. 104 Uşak:.— — Peki efendim... diyerek dışarı çıktı. Mehmed.Cemil yeni taşınan kiracıları hiç görmemişti. Demek on- ların da bahçe merakı vardı. İşte bu ho- Şuna gitmişti. Kataloğu son yaprağı. na kadar tetkik ettikten sonra kalk- t. Bahçeye çıktı, Yeni taşınan kira- cıların bitişik bahçesine şöyle bir göz attı. Güller arasında, elindeki makasile genç bir kadın dolaşıyordu. Mehmed Cemil gülümsedi. Çünkü genç kadının hareketleri o kadar acemi ve o kadar beceriksiz idi ki üstad bir bahçeci olan Mehmed Ce- milin bunlara gülmemesine imkân yoktu, Mehmed Cemli o günü de kendi kendine bahçede dolaşıyordu. Bir ara- kk aklına arkadaşları geldi. Şimdi kim bilir onlar hangi eğlencelerin peşinde koşuyorlardı. Bir kısmı belki de küçük çilingir sofrasının başına kurulmuşlardı, Bazıları şu esnada sigara dumanları ile dolu kalabalık kahvehanelerde, tavlaları (açmışlar zar atmakla meşguldüler, Mehmed Cemil bunları düşündük- teh sonra gülümsedi: — İlâhi... dedi, akıllarına Şaşa- rım!... e > gibi güzel bir zevk, mübim bir #ğlence dururken... Bu suretle aradan günler geçti. Mehmed Cemil yeni komşusile tanış- mıştı. Bu kendi halinde güzel bir duldu, Gençti, artık inzivaya çekil- miş bir hali vardı. Bu köşkü satın almıştı. Bahçeye, çiçeklere yeni yeni merak saldığını söylüyordu, Henüz münasip bir bah- çıvan bulamamıştı. Mehmed Cemil genç kadınla çok konuşmuyordu. E- sasen öyle kadınların karşısına ge- çip saatlerce çene çalmağı da pek sevmezdi. Fakat Mehmed Cemilin gözleri te- lâşla açıldı. Bu bahçe işinde son de- rece acemi olan genç kadın gülleri berbad ediyordu. Mehmed Cemil bir müddet: «Ba- na ne?» dedi, Sesini çıkarmak iste- medi. Lâkin genç kadının hareketle. rini o derece Zararlı buldu ki kendi kendine: — Tüüü... Yazık'... Gülleri mah- vediyor!... diye söylenmeğe başladı. Nihayet büsbütün coştu, İk! bah- çeyi ayıran alçak parmaklığın yanı- na geldi: — Aman, dedi, ne yapıyorsunuz?... Güller mahvoluyor... Fidanlar öyle kesilmez... Genç kadın tatlı bir gülümseme ile cevap verdi: — Ne yapayım? Bu işte pek acemi- yim... Mehmed Cemil bir müddet par- maklığın öte tarafından ona yapaca- ğı işi tarife kalkıştı. Fakat genç kâ- dın yine beceremiyordu, Mehmed Ce- mil; -— Olmuyor, olmuyor, öyle değil!.. SEVİLEN KADIN Deminki sözlerinde samimi idi. Bu gayretli, çalışkan, güzel, iyi ahlâklı Suzan ona hakiki bir itimad telkin ediyordu. Saat üç sularında kpı önünde bir Otomobil durdu. İçinden iki kadın çıktı. Pencerenin yanında bulunan Seza sıçradı. Onun bu heyecanlı ha- reketine kimse dikkat etmedi. Makastar, Beyoğlu âleminin ve İs- tanbul sosyetesinin bütün macerala- rını biliyordu. Tekmil dedikoduların Aşinasiydi. «-— Renza bul» diye düşündü. Fakat yanındaki kadını pek seçe memişti, Kadınlar salona girdikleri zaman, Beza, şaşırdı. Yanındaki kadın, iki damla suyun biribirine benzemesi şeklinde Suzan Bedriye benziyordu. Bu giren, belki biraz daha toplucay- dı, kuvvetliydi, dinçti; yorgunluk ifa- de etmiyordu. Fakat aynı boy, aynı vücud şekli, aynı çehre, aynı fıtri €salet! Tenlerinin matlığı, gümrah saçlarının oluk oluk akışı, daha ne demeli, her şeyleri, her şeyleri eşti! | iz Nakleden : ( Wâ - Nü) Bu kadar benzeyişe hayret olu- nurdu, Makasdar, gelen misafirleri karşı- lamak üzere yürüdü: — Buyurunuz, safageldiniz! emriniz var - diye sordu. Süzi, ecnebimsi bir şiveyle; — İki model elbise alacağız... Bak- mağa geldik! - dedi. Makasdar, derhal, içeriki odaya seslendi: — Küzler!... İkiniz geliniz... Ve müşterilere hitaben: — Buyurunuz şu aynalı odaya efendim... kapılmış Seza, kendini hayalâta telâkki ediyordu. İki kadının biribi- rine bu derece benzemesi kabil miydi? Kadınlar konuştukları sırada, Seza dikkat ederek bunun son günlerde sik sik ismi geçen meşhur dansöz Süzi ol- duğunu anladı, Belli ki, çantaları doluydu. Âşıkları paradan yana onları sıkıntıya düşür. müyorlardı. — Evvelâ benim için bir süvare elhi- Liseler arasında spor müsabakaları Liseler arasında yapılacak spor hareke!- lerinin programını tezbit etmek üzere dün Maarif müdürlüğünde beden terbiyesi ö8- gelmenlerinin iştirakile ikinci bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantıda talebeler arasın- da yapılmasına karar verilen atletizm, tut» bol, atış, voleybol hareketlerini idare ede- cek komiteler seçilmiştir. Komiteye seçilen beden terbiyesi öğretmenleri şunlardır: Atletizme İbrahim Hakki, Ferhad, Nuri, Ziya, fütbole Hamdi, Ihsan, Cevad, voley- bole Selim, Sabih, Hayri Ragıb, kız mek- tepleri arasında yapılacak voleybole Yaşar, Aliye, Sabiha. Atletizme Handan, Şaziys, Mediha, Atışa Şebime, Hidayet, İffet. Liseler arasında yapılacak spor müsaba- kalarına 16 erkek 12 kız mektebi iştirek ede- cek ve müsabakalara cümburiyet bayra- mından sonra başlanacaktır. Futbol mü- sabakaları bir devreli liz usulü olacak ce cumartesi günleri Taksim ve Şeref stad- larında yapılacaktır. Üç futbolcu tecziye edildi Alemdar kulübünden 1891 sicil sayılı AD- dürrahman Kalyon iki ay, Süleymaniye Kulübünden 682 sicil sayılı Torahim Supçun iki ay, Altınordu kulübünden 1787 aleli sa- yılı Ekrem Ali #ke iki ay. z Yukarıda adları, soyadları, kulüpleri ve Bölge sicil sayıları yazıl bulunan idman- cılara iştirak ettikleri müzabakalardaki su- ihareketlerinden dolayı iki ay geçici mü- sabaka boykotu cezaları verilmiştir. Tebliğ tarihi olan 10/10/939 tarihinden itibaren kulüplerinin ve hakemlerin bu futbolcuları ceza müddeti içinde müsabakalara iştirak ettirmemeleri lüzumu tebliğ olunur. diye yırlınıyordu. Genç komşusu da onun gösterdiği bu titizliğe, bu asa- biyete tatlı tatlı gülümsemekle ikti- fa ediyordu. Nihayet Mehmed Çemil: — Anlaşıldı, siz bu işi beceremiye- ceksiniz. Güzelim gülleri mahvede- ceksiniz, Geleyim de size yapacağı- nız işi göstereyim... Böyle söyliyerek öteki bahçeye geçti. Genç kadına güllerin nasıl ke- sileceğini belki bir saat talim ettirdi. Hatta bir aralık makâsı genç kadına verdi, Onun ellerini tularak, küçük bir çocuğa yazı meşkettiren bir hoca gibi hareket etti, Genç kadının elleri avuçlarının içinde gülleri kestiler. Bu esnada aralarında büyük bir samimiyet hasıl olmuştu. Ertesi günü Mehmed Cemil yine genç komşusunun bahçede - yaptığı işleri beğenmedi. Tekrar öteki tarafa geçerek bu sefer de Saatlerce komşu- suna bahçecilik dersi verdi. Yavaş yavaş güzel komşusunu be- genmeğe başlamıştı. Hele ondaki bahçe merakı pek hoşuna gidiyordu. Vakıa bu işlerde, pek cahil, pek ace. mi idi amma... öğrenirdi... Böyle üs- tad bir hocasi olduktan sonra... Sonra Mehmed Cemil düşünüyor- du. Eğer komşusile hayatını birleşti- recek olursa aralarındaki müşterek bahçe zevki, bahçe merakı onların saadetlerinde bir hayli rol oynaya- caktı. Hele evlendikleri takdirde iki bah. çenin birleşeceğini düşündükçe Meh- med Cemil memnun memnun gü- lümsüyordu. Pek kısa bir müddet sonra ortalarında bulunan tahta parmaklık kalkmış, iki bahçe birleş- mişti!... Hikmet Feridun Es — Peki mafmazel Renza için? - ye Seza sordu. — Ay, beni tanıyor musunuz? — Tabii efendim... Alkışladım bile... Doğrusu pek tehlikeli numaralara gi- rişiyorsunuz... Yüreğim hop hop etti. Cambaz kadın, mütevazı bir tavırla; — Pek o kadar mühim birşey değil Alışkanlık! - dedi. Seza, türlü türlü elbiseler çikarıyor- du, — Şunu alınız.. Fevkalâde bir mo- deldir. Süzi, hemşiresi için gâyet kalın bir de manto almak istiyordu. Makastar da, içerdeki işçi kıza benziyen bu akt- risi hayretle süzmekte devam ediyor. du. Kâh yere çöküp eteklerdeki pilleri düzeltiyor, kâh modelin şurasına bu- rasına iğneler sokuyor: — Bakınız, ne kadar yakışlı! » du. Patron, müşterilerle konuşmaktay- dı, Meşhur cambazın müesseseye geldiği şuyu bulunca, o da bütün meraklı ka- dınlar gibi onu yakından görimeğe gel- mişti, LAf açıyor, bir taraftan da ka- dını kontrol ediyordu. Fakat Süzi ile karşılaşır karşılaşmaz, o da bir adım gerilemişti. Maiyetinde çalışan işçi kızın tebdili kıyafet ederek karşısın- da belirdiği hissine kapılmıştı. Birkaç basma kalıp cümle görüştükten sonra aklına esti; atelyeye seslendi: — Suzan Bedri hanım! Tefrika No. 93 Yazan: İskender Fahreddin Kapının önünde dilenci kılıklı, yüzü ve elleri yanmış, derisi büzülmüş gibi iğrenç suratlı bir adam bağırıyordu Diye bağırmış ve kapının eşiğine biraki- lan hediyeleri ayağile atarak kapıyı tekrar ve şiddetle Ömerin yüzüne kapamıştı. Ömer içini çekerek geri döndü. Ve bahçeye çıkarken söylendi: — İçimde öküz yüreği olsa, gene çatlar» dı, Bu hakaretlere nasil tahammül ettiği. me ben de şaşıyorum. Fakat, yarın ondan ümidini kestiğin zaman, benim ayağıma düşeceksin! O serseriyi çabuk unutacaksın! Ömer o akşam şebir kapısına çıktı ve gece yarısına kadar Kıys'ın yolunu bekleti, «Taşyürekli» nin başına gelenler! Kıys (Ur) dağına çıkar çıkmaz (Can) bö- Yi bulacak ve kendisile konuşmüdan Kafa- sını koparacak, ondan sonra derisini yüzüp şeyhe getirecezli, Kıys bu işi düşündüğü gibi kolayca be- cerebilecek miydi? Bunu önceden kim kös- tirebilirdi? Yalnız Ömerin Kıys'e güveni vardı. — Ur dağına ben iki kere gittim, (Can)ia karşılaştım. Bir iş göremeden döndüm. Fa- kat Kıys bana benzemez, O, dünyanın 6 merhametsiz bir adamıdır. Reisin oğlunun derisini yözmekte bir dakika bile tereddüd etmez. Diyor ve neticeyi sabırsızlıkla bekliyordu. Şerh Mehdi de kızının hâlâ Can beyi sev- Mmesinderi ve ondun bir türlü vaz geçeme- mesinden müteessirdi. — Kıys'de eli boş olarak dönerse ne ya- pacağım? Biricik kızımı bu dertten nasıl kurtaracağım? Diye düşünüyordu. Leylânın - Ömerle evlendiği halde - Can beyi sevmekte devam etmesi kabile ara- sında da çirkin ve can sıkıcı dedikoduları, meydan veriyardu. Kabilenin ileri gelenlerinden biri: — Benim böyle dik kafalı bir kızım ol- saydı, kafasını koparırdım. Demiş ve bu sözleri kabile şeyhine de tekrarlamıştı. Şeyh Mehdi bu yüzden çok muztaripfi, düşünceliydi. Artık dostlarına verecek ce- vap bulanıyordu. Ömerin halk arasında: — Kayınpederim kızına söz geçiremiyor... Diye söylenmeğe başlaması da yeyin ca- mını sikiyordu. Mehdinin kürdeşi şeyh Sald bile çölün or- tasından alaya başlamış ve; — Ağabeyim beni tedibe kalkışacağını. kızını ıslah etsin. Diye haberler göndermişti. Şeyh Mehdi bünlari duydukça hiddetin- den küplere biniyor ve ateş püskürüyordu. * Aradan bir hafta geçtiği halde Kıys'ın dönmemesi Şeyh Mehdi ile damadını me- rak ve hayrete düşürmüştü. Kıys'ın bu işi bir nihayet iki gün içinde bitirip dönmesi tatmin ediliyordu. Kıys bir hafta nerede kalabilirdi? Acaba (Can) bey tekrar şehre mi inmiş- uv? Bu ihtimali düşünen Ömer, Kıys'ı arat- mak üzere Ur'a bir atlı göndermişti Ur şehrine giden Arap atlısı o gün şehir kenarındaki gölde (1) büyük bir kalabalık gördü. (Can) bey oradadır zannile kalabn- lığa karıştı, Kimseyi bulmadı. Önüne gels- ne reisin oğlunu sordu: — O neden aranızda değil? Uriwar, Arap atlisına şu cevabı verdiler: O tekrar dirildi, dağa çıktı, Bundan sonra şehre İn&mez. Arap atlısı ertesi gün döndü ve Urda gördüklerini Ömere anlattı Ömer (Can)jın dağda yaşadığını anlayın- ca müsterih olmuştu, — O halde Kıys onu gebertmek için ftr- sat arıyor. Dönmesi yakındır. Dedi ve Arap âtlısının Ur'da görüp İşit- tiklerini Mehdiye de anlattı. Ömer o sabah çok muztaripti. Patronunun sesi, genç kızı hayalle- rinden ayırdı, — Efendim? - — Geliniz! > Suzancık, iki müşterinin yanına gel diği vakit, patron: — Seza hanım! - deği. - Matmazel Süzi rahatsız olmasınlar, onun alaca- ğı elbiseleri Suzana giydiriniz de şek- dini görsün... İkisinin boyu ve enda- mi tıpa tıp ayni... Hattâ yüzlerinde bi- le çok benzerlik var. İki kız, birbirlerine bakıyorfardı. —A. — A. İkisi de ayni şekilde bir iyi ni dası fırlatmaktan kendini menedeme- di, Hayalleri aynaya aksetmiş gibiydi. Garip bir incizap ile biribirlerine doğru birkaç adım yürüdüler. Seza: — Ne kadar benziyorlar, değil mi? - diye patronuna döndü. Süzi, şaşkınlığı birez geçinve: — Türk müsünüz, küçük hanım? - diye sordu. — Evet efendim, — İsminiz? — Suzan Bedri! — Ne garip... Benim de Süzan... Sü- zi diyorlar... Terzi kız, bu benzeyişe ne diyeceği- ni bilemiyordu. Sesleri de biribirini an- dırıyordu. Bu garip hâdiseyi nasıl izah etmeli? diye sıçradı. Kıys bugün de dönmezse, Ur dağına kendim gideceğim, diyordu. Bir aralık Leylânın babasile başbaşa kal- mışlardı. Şeyh Mehdi: — Bugün kızımı gördün mü? Diye sordu. Ömer: Hayır, dedi, Kıys dönünceye kadar Loy- lânın yanına gilmemeğe karar verdim. Ona (Can)jın ölüm haberini herkesten önce bon verereğim. — Bunu yapmasan, daha iyi olur. Belki senden büsbülün nefret eder, Nefret etse de, bu teessür birkaç gün- den fazla sürmez.. herşeyi çabuk ii (Canhlın yaşadığını duydukça ümidlere düşüyor, Can ölürse İyem bana kollarını uzatmakta gecikmiyesektir. Böylece konuşuyorlardı. Birdenbire ka- pının önünde bir gürültü koptu. Boğuk &i- M bir adam saray kapısındaki nöbetçilere bağırıyordu: — Bırakın beni. reisin damadını göröe ceğim. Ben yabancı değilim. Nöbetçiler bu meçhul adamı kargılarla göğsünden iterek: — Biz seni tanımıyoruz, diyorlardı, ilk önce bize kim olduğunu, nerden ve niçin geldiğini söyle. Gürültüyü duyunca ikisi birden kapıya koştular, Kapının önünde dilenci kılıklı, baldırı şıp lak, yüzü ve elleri yanmış, âdela derisi bü- zülmüş gibi iğrenç suratlı bir adam avan çıktığı kadar bağırıyordu. — Ben yabancı değilim dedim ya. Nedea Jâf anlamıyorsunuz? Haydi, Ömere gidiniz ve Ur dağından Kıys'ın döndüğünü habeğ veriniz! Bunu duyan nöbetçiler: — Kıys nerede? Diye sorunca, kapıda bağıran adam şid- detle yumruklarını sıkarak nöbetçilerin üze- rine atıldı; — İşte, demindenberi karşınızda duruyo- rum. Beni tanımıyor musunuz? Nöbetçiler: — Biz Kıys'ı çok İyi tanırız. Diyorlar ve yalın ayak kapının önünde çırpınıp bağıran adami kargılarla kovu- yorlardı. Şeyh Mehdi? — Bir mecnun. Diye söylenerek tekrar içeri girmek iste- di. Ömer tereddüde bakarak: — Sesi, Kiys'ın sesine benziyor, Diye söylendi. Şeyh Mehdi, damadının kolundan çekti: — Nöbetçiler onu bizden iyi tanırlar, 3u yanık suratlı dilenci, senden paradan bajş- ka ne istiyebilir? Ömer cevap vermedi. merdiven başında duruyordu. Kapıdan uzaklaşlırlan dilenci, gördü: Beni Ur dağına gönderen sen değil mi- sin? Şimdi beni neden tanımıyorsun? Ba- Şuna gelen felâketi neden dinlemek ve öğe renmek istemiyorsun? Ömeri (Arkası var) (0) Ur > Bugünkü Urfa şehridir. Pirat boylarında (Kehriz) çayı kenarında, iki to- penin arasında kurulmuştur. Tepelerden birinin üzerinde eski bir kale ve bu kalenin kapsı önünde axarı atikadan iki büyük sü- tun vardır. Şehir surla muhattır ve dört ka- pası vardır, (Ayni Zeliha) ve (Halilürrah- man) isimlerile iki su, şehrin içinden aka- & iler tarafından mübarek nazarile bakılır. Urfanın eski ismi -ÇUr- idi. Büyük İsken- derin fütuhatından sonra, Makedonyahlar bu şehrin ismini değiştirecek (Kaliros) âdı- nı vermişlerdi. Orphöe — Troa muharebesinden evvel Trakyada yaşamış bir Yunan şairinin adı- dır, — Kamusülâlim — Beni hiç görmüş müydünüz, Su- zan hanım? — Hiç, efendim. - Demek tiyatrolara, varyetelere filân gilmiyorsunuz? — Pek sıkıntıdaydım, yeni yeni biraz ferahladım efendim. Dansöz pek sevimli ve nazikti: — Kendime benziyen sizin gibi bir küçük harıma karşı lâkayıd kalamam, Size biletlerimden versem danslarımı seyrelmeğe gelir misiniz, Nerede otu- ruyorsunuz? Adresinizi verin de yol- Uyayım. Suzan gülümsedi. — Sizi görmek şerefine her ne ka- dar nail olamadımsada isminizdeni bahsedildiğini pek çok işittim. Odamın. pencresinden de apartımanınızı görü- yorum. — Demek ki... — Komşuyuz efendim. — Tepebaşında mı oturuyorsunuz? — Evet, — Öyleyse pekâlâ.. Pek muvafık... Elini uzattı. Suzan muhabbetle sıktı. Fakat Süz dsyanamıyarak, onun boynuna saril dı. İki yanağından şapır şupur öptü. e gibiyiz... - de- Renza'ya dönerek: — Bizi kıskanmadın ya? (Arkası var),

Bu sayıdan diğer sayfalar: