16 Aralık 1935 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

16 Aralık 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

16 Birincikânun 1935 CUMHURİYET Ç Beden Terbiyesi J Biz bize Rekor Son bir asır içinde spor hareketleri metodik bir şekilde inkişaf etmektedir. Futbol, voleybol, boks, güreş gibi varyete numaralannı andıran oyunlan bir tarafa bırakalım, bilhassa atletizmin günden güne ilerlediğini görüyoruz. Rekorlar mütemadiyen kırılıyor. Meselâ, yüz metro sürat koşusunda, elli sene evvel on üç saniye olan rekor, bugün on saniyeye yaklaşmıştır. Sınkla yüksek atlamada dört metro, uzun atlamada sekiz metro çoktan geçilmiştir. Fakat bütün bunlann bir haddi olmak lâzım. Nekadar çalışırsak çalışahm, hiçbir zaman yüz metroyu bir saniyede koşamıyacağız. Sınğa dayanıp elli metroya yükselemiyeceğiz. Vücudümüzün kabiliyeti mahduddur. Fakat başka bir mesele var. Zenciler, atletik sporlarda beyazları kolaylıkla geride bırakıyorlarmış. Bunu bilhassa Amerikada görüyoruz; siyah renkli insanlara nisbî bir hürriyet verildiğindenberi hemen bütün rekorlar onlar tarafından kırılıyormuş. Hiç ekzersizi olmıyan siyah renkliler, uzun senelerdenberi çalışan Amerikalı gencleri alay edercesine yeniyorIarmış. Herşeyin başında gelmek istiyen beyazlar da bazan mağlubiyetlerini çekemiyerek zavallı zencileri saha ortasmda döğüyorlarmış bile. Zenciler muntazam bir şekilde çalışacak olurlarsa, yakında hiçbir beyazın havsalasma sığdıramıyacağı dereceler elde edecekler ve atletik sporlarda şampiyonluğu inhisarlan altma alacaklar. Bu hayat şartlannın tabiî bir neticesi midir? Rüzgâr gibi uçan, ok gibi fırlıyan, hastahk nedir bilmiyen vücudlere malik olmak için J. J. Rousseau'nun «Retournons â Ia nature» sözünü yerine getirmek kâfi midir? Yoksa Hitler'in dediği gibi işin içinde bir ırk meselesi mi var? N. Dil üzerinde çalışmalar Can boğazdan mı gelir? Içtimar hayatın her safhasında inkılâb yapan Türkler yemek âdetlerîni de dğiştirmelidirler Yazan: Selim Sırrı Tarcan Fransızcada bir darbımesel vardır: Kiminle görüştüğünü bildir, klm olduğunu söyleyim! derler. Fakat bunun yanında bir darbımesel daha vardır: Ne yediğini bana söyle, ne olduğunu sana bildireyim! însan kimlerle düşüp kalkarsa onlara benzemesi nekadar tabiî ise, aldığı gıdanm nev'ine ve miktarına göre de vücudünün hatta mizac ve ahlâkmın şekil alması o kadar tabiidir. Hep biliriz ki hayvan acıkınca yer, onun muayyen bir saati yokur. Onun zevki iştihasının derecesine ve yediği şeylerin azçok nev'ine tâbidir. Fakat insan öyle değildir. Yıllar yılı tedricî bir tekâmülle yeme ve içme işlerini bir nizama koymuştur ve onu âdet hükmünü alan bir takım kaidelere bağlamışbr. Böylece muayyen saatlerde gıda alarak hergünkü işlerine halel getirmeden yiyip içme ihtiyac ve zevklerini tatmin eder. îşte insanla hayvanın besi farkı bu noktadadır. Medenî bir insan günlük gıdasını muayyen saatlere uydurmuştur. Bu yemek laatleri milletlerin içtimaî tabakalannın seviyesine, örf ve âdetlerine ve iklime göre değifir. Meselâ şimal halkı ve bilhassa îngilizIerde sabah kahvalnsı çok kuvvetlidir, Oğle ve akşam yemeklerile ikindi kahvalbsı binnisbc daha hafiftir. Biz Türkler bir lngilizin sabah kahvaltısında yediği şeyleri yesek akşama kadar zor acıkınz. Bir fikir edinmiş olmak için Londra lokantalarında îngilizlerin sabah kahvaltısında neler yediklerini sayayım. Kızarmış balık veya rozbif, tereyağda yumurta, istridye, tereyağ, peynir, reçel, bunlardan başka yemiş, domates suyu, üstüne de kakao, çay veya süt. Asıl garibi önce yemiş yiyorlar. Meselâ bu mevsimde aç karnına koskoca bir dilim kavun üzerine karabiber ekip yiyorlar. Sabah kahvaltısını bu kadar kuvvetli yemelerinin sebebini bir İngilizden sor duğum zaman bana şu cevabı verdi: « Mide organizması bütün gece fj uykuda dinlenmiş veya hafif hafif işliyerek içinde olanı biteni öğürmüştür. Sa bahleyin uyanmca insan çok açlık duyar. Yalnız tütünü veya sair içkileri suiistimal derecesine vardtranlann sabahlan iştihalan kapalıdır. Çocuklar, delikanlılar ve umumiyetle köylüler sabahleyin büyük bir zevkle kahvaltı ederler.» Bu söz pek doğrudur. Tarlada işliyen köylüler. rençperler sabahleyin işe giderken mükemmel kannlanm doyuruyorlar. aile efradı evde toplu bulunur. Çocuklar mektebden gelir, baba işinden döner. Onun için herkes iştihasını akşama saklar. Fransızlar olsun, îtalyanlar olsun akşam yemeklerini sekizle dokuz arasında yerler. AngloSaksonlar ne bu saatte yemeği, ne de bu tarzda tıkabasa mideyi doldurmayı doğru bulmazlar. İsveç, Norveç, Danimarkalılar da bu fikirde dir. Akşam yemeklerini hem daha erken, hem de çok hafif yerler. Meselâ bıraz soğuk hindi veya tavuk eti veya biraz jambon, biraz turp, biraz çiy domatez, biraz salata, peynir, tereyağı yerler, üstüne de ekseriya biraz çay filân içerler. Biz Türkler de Lâtinler gibi en çok akşam yemeğine ehemmiyet veririz. Zengin olup ta garbli gibi yaşıyanlanmızın evlerinde sabah kahvaltısı, öğle yemeği, ikindi çayı ve akşam yemeği olmak üzere dört öğün yenir. Ortahalli evlerde sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemekleri yenir. Halkın fakir tabakası sabah kahvaltısmı kuru bir kahve veya çayla, kışlan bir fincan süt veya saleple geçiştirirBirçok ailelerde öğle yemeği de hafif tertib geçer ve bütün kuvvet akşam yemeğine verilir ve oldukça hazmi güç şeyler yenir... Misafirler ekseriya akşam yemeğine davet edilir, bu suretle borekler, pilâvlar, dolmalar, kadayif ve hamur tatlılan hep akşam yenir. Tabiî bu yüzden çoğumuzun midesi bozulur. îçtimaî hayatın her safhasında inkılâb yapan Türkler behemehal yemek âdetlerini de değiştirmelidirler. Zengin fakir her evde herkes kendi kudreti nisbetinde mutlak sabah kahvaltuını yan çizmemelidir. Hele çocuklan açaçma kat'iyyen mektebe göndermemelidir. öğle yemeklerini kuvvetli yemeli. Et, sebze, tath ve yemiş yemeli, bilhassa yemiş yemeden sofradan kalkmamah. Mekteb çağında çocuklara ikindi üstü tereyağlı bir dilim ekmekle biraz peynir ve mevsime göre elma, armud, üzüm, ceviz, fındık, badem gibi şeyler yedirmeli. Akşam yemeklerinden börekleri, pilâvları, dolmalan, hamur tathlannı mutlak hazfetmeli. AngloSaksonlar gibi hem hafif yemeli, hem erken yemeli. Eskiden Türklerin güzel bir âdeti Yardı. Akşam ezanile sofraya otururlardı. Bu âdeti yeniden ihya etmeli ve akşam yemeklerini soğuk tavuk, dil, çiy havuc, domates. salata ve mevsim yemişlerile geçiştirmeli. (V + Ğ) eki meselesi «Türk dilinde (vokal) ler ek olmaz. Kırım an'anesinde put, sanem; kırgız Ek gibi görünen (vokal) ler ana kök an'anesinde «ceddi âlâ» adl sayıldığını olan (o. f ğ) nin ek olması ve «ğ» nin bulduğumuz gibi)... Yukanda zikrettiğimiz kelimelerin son okımmadan düşmesi demekiir.» [*] f ~ «Güneş Dil Teorisi» nin vazettiği eklerinin (v. ğ) olduğunu tebarüz etbu kaidenin, daha doğrusu Türk dilinde tirmek için biz de bu usulleri tatbik edekeşfettiği bu kanunun, kelimelerin eti ceğiz. I. ALA molojik analizini yaparken büyük rolü «Ala» kelimesinin eski şekli olan *avardır. Diyebiliriz ki bazı kelimelerin kökleri ancak bu «v. f ğ» ekini tebarüz ağ, alak» ın bugünkü türkçede de kır ettirmek suretile bulunabilir. Bundan ön pıntı halinde (manasız kelime sayılarak) ceki bir yazımızda [ 1 ] «aba», «oma», yaşadığını (meselâ: Allak bullak, a «omak». «ubay», «oymak» ve «umay» lak culak v. ». gibi), moğolcada [2] gibi kelimelerin bir kaynaktan geldiğini se aynen «ala» manasında «alak» şekancak bu «v. f ğ» ekinin yardımile te lini görüyoruz. Şüphesizdir ki ilk insan güneşe «ağ» barüz ettirebildik. Muhtelif Türk leh dediği gibi, onun biraz renklerine de çelerinde «g», «ğ» nin düştüğü veya «v, kıy» seslerile tebadülü, (duru = «ağ» ve sonra ikinci rengi farkettiği ve tutruğ; san = sanğ; ta = dağ; tan = «L» konsonunu çıkardığı zaman «al» detanğ; topra (çuvaş.) = toprağ, top'rak; di. Bu ikisini birleştirerek, sonuna da gesu = suğ; katı = katığ; an = anğ; ne bir «ağ» ilâvesile (ağ + al + ağ) sulu = suluk; altı = altığ; karlı = diye «türlü türlü renkleri jamil «obje» karlık, kışla = kışlak; yayla = yaylak: dağ = tav, sağ = sav, beğ = bey... mefhumunu ifade etti. «Ala» kelimesinin eski şeklini, muh sözlerinde olduğu gibi) eski filoloji mektebince de malum bir hakikattir; fa telrf Türk dialeklerinde söylenen şu kelikat, eski metinlerde ve yahud bugünkü melerde görüyoruz. bütün Türk lehçelerinde «k. + v.» ekile 1) Alak culak: [karş. [3] alagula] biter gibi görünen kelimelerin son eki (Rad. I. 356, «Kırım» ). <<v + İ» olacağını eski mekteb hatınna 2) Ala gula: ala, türlü renkli (Rad. bile getirmemiştir. Çünkü o mekteb bu I. 352). formülün Türk sözlerinin etimolojik ana3) Alak culak: Kırgız türkülerin lizindeki büyük rolünün farkmda değil de: «Alak culak yeryüzü» (ilkbahar dir. da karlı ve karsız yerleri tarvir edryor). Güneş Dil Teorisinin müessisi, Türk dilinde vokalle biter gibi görünen keli melerin sonundaki vokalin daima «v. fğ» olduğunu bir kaide olarak vazeder ken, ancak yukarıda gösterdiğimiz keli meleri gözönünde bulundurmamışür. Türkçede «k. j v.» ekile biter gibi gÖriinen yüzlerce kelimeleri inceliyerek bu neticeye vâsıl olmuştur. Yukandaki malum kelimeler yığını ise, bize «Güneş Dil Teorisi ekolü» mensublan için (v.fğ) eki üzerindeki tetkiklerimizde ancak ilk hareket noktası olmaktan başka bir kıymet ifade edemez. Teorimizin vazettiği bu kaide, Türk dilinin geçmiş bir devrinde hâkim olan kanun olduğunu göstermek üzere birkaç kelimeyi (meselâ ala, ata, aba, dede, ana. ağa, aya, tura, arpa, kara) kelimeIerini alalım. Misal olarak aldığımız bu kelimelerin son ekleri (v. f ğ) olduğu Türk dili üzerinde çalışan filoloğlardan kimsenin hatınna gelmemiştir. (Yalnız «ala» kelimesinin moğolcaya geçmiş şeklinin «alak» olduğunu Radloff kaydetmiştir.) «Türk dilinde (vokal) ler ek olmaz. Ek gibi görünen (vokal) ler ana kök olan (v. f ğ) nin ek olması ve (ğ) nin okunmadan düşmesi demektir» kanununu, teorimizin müessisi, şu yollardan yürüyerek bulmuş ve ortaya çıkarmıştır: 1 Muhtelif Türk lehçelerinde ayni veya yakın mana ifade eden (k.fv.) ekile tamamlanan kelimelerin o veya bu Türk lehçesinde (v. 4 ğ) ile söylenip söylenmediğini araştırmak (meselâ: «ata» kelimesini tetkik ederken kumandu lehçesinde «adak = büyük baba» olduğunu bulduğumuz gibi) ; Radloff bu manayı bilmiyor: «Oraya buraya, heyecan, karmakanşık» diye i zah ediyor (1, 356). 4) Alak: Budala (Rad. 1. 355). 5) Ala: Altayca ve kırgızcada buda1» ahmak; falak. alu şekilleri de var] (Rad. I) [karakteri bir türlü olmıyan, dönek, kararsız man&larile]. 6) Alak malak: [Şeyh Süleyman, Çağatay Lugati] mühmelâttandır: Ka nşık, bulaşık. 7) Allak bullak: ( R a d . «Osm.» ) = karmakanşık. I. GUN DE Halka verir talkını... ün, bu sütunda, Fransa büyük elçiliği kâtiblerinden birinin, Türk misafirperverliğini çirkin bir şekilde suiistimal ederek, aleyhimizde yazmış olduğu bir yazıdan şikâyet ve o yazı sahibini takbih etmiştim. Paristen, bir zarf içinde bana gönderilen o yazının maktuası diğer bütün arkadaşlarnnıza da gönderilmiş ve onlarm da haklı infial ve teessürlerini mucib olmuş ki, hepsi de, azçok ayni mealde mütalealarla bunu kendi sahifelerine geçirdiler. Bu meyanda Haber gazetesi de, o yazryı, birinci sahifesine, büyük puntolu ve nazan dikkati calib başlıklarla koydu. Haberci arkadaşlar, her Türke yakışacak vatanperverane bir heyecanla, Istanbuldaki Fransız mehafiline bile müıacaat edip, ne düşündüklerini sordular, aldıklan cevabı da, ayrıca okuyuculanna sundular. Bunlann hepsi de çok yerinde, her suretle takdire değer şeylerdir. Ve bu asil heyecanı Haberci arkadaşlara elbette yakıştırdım. Fakat, nasıl olmuş? Bilmem: Bir müddettenberidir, Haberin iç sahifelerinde, sabah gazetelerindeki bazı yazılarm hulâsasım yapan Bayan Hatice Süreyya, kendi gazetesinin birinci sahifesinde tezahür eden bu hassasiyet ve heyecandan haberdar olmıyarak, benim fıkramı ele almış ve bana nasihat veriyor: «Hani, münasebetsiz şeylere icabında bağıran çağıran, fakat için için kizmıyan, ehemmiyet vermiyen, kendisini üzmiyen geniş yürekli insanlar vardır. Ben de hemşerilerime bunu tavsiye ederim. Bu neşriyatı protesto edelim. Ve pek hakh olarak «bir sefaret kâtibine yakışmaz!» diyelim. Lâkin bunlar bize vız gelsin... Neşemizi kaçırmasın.. Kılımızı bile oy natmasın.. Üzülmiyelim!.» diyor. Bayan Hatice Süreyya kızımızın bu sözlerinde doğru cihetler belki vardır. Iyi.. Güzel, ama, acaba kendi, hatta benden de çok, bu meseleye neden üzülmüş?. Neden bu derece ehemmiyet vererek, ağabeyisi Vâ Nunun idaresindeki gazetenin ilk sahifesine, hem de büyük puntolu başlıklarla geçirttirmiş? Neden, ta, Fransız mehafiline kadar gidilip te tenezzülen tahkik edilmesine mâni olma mıs?. Çekoslavakyanın yeni Reisicumhuru (Ba? tarafı birind sahifede) cumhuru» Mazarykin sitayişlerile doludur. Figaro gazetesi, müşarünileyhi, hik meti şahsında temsil etmiş olan son he kim diye tavsif etmekte ve şunlan söylemektedir: «Mazaryke her taraftan gelen tek rimata biz de iştirak ediyoruz. Zira Mazaryk, vatandaşlannın minnettarlığına ve bütün dünyanın ve bilhassa sadakati mücerreb bir dostu olduğu Fransanm hür metine istihkak kazanmış bir zattır. Müşarünileyhin kendisine Beneşin halef ol ması suretinde göstermiş olduğu arzu bizim de arzumuzdur. Hiç kimse memle ketin mukadderatmı idare etmek husu sunda Beneşten daha ziyade liyakat sa hibi değildir. Biz bu fikirdeyiz. Benes, memleketine pek parlak hiz metler etmiş bir zattır. Hiçbir intihab, Avrupada ve Fransada bundan daha iyi karşılanamazdı.» Mazarykin halefi meselesinden bah seden Oeuvre gazetesi diyor ki: «Herşey Mazarykin tetnennisinin yerine geleceğini ve Benesin büyük bir ekseriyetle Cumhur Başkanı seçileceğini göstermektedir. Milletler Cemiyeti, Benesi art'k Cenevrede göremiyecektir. Mesai arkadaşı Kroffa Dış Işleri Bakanlığma kendisine halef olacak olursa fikri Te zihniyeti her zaman Cenevrede hazır bulunacaktır. Çekoslovakya, Benesin idaresinde, Fransa, Küçük Itilâf, Balkan Itilâfı ve Sovyet Rusya ile uzlasarak Milletler Cemiyeti mukavelenamesile kollektif emıiyet misakı siyasasını takib edecektir.» man nazarile bakar. Bana gelince, ben ki avukatım, müekkillerime daima hakikati söylemekten ihtiraz etmelerini tavsiye, yalanlarını teyid etmeliyim. Fakat ek seriya bunu yapamıyorum; çünkü bili yorum ki onlara elem veren, suçlannı itiraf etmek ve onun cezasmı çekmek değil, inkâr yoluna sapmaktır. Esasen, bile bile bir suç işledikten sonra onu itirafa cesaret edememeği havsalam almaz. Bu iti raf korkusunu ben herhangi bir cinayetten daha hakir görürüm. 8) Alah: (Pekar. 67, ala kelimesinden) Alah bulah = karmakanşık. II. ATA Bu kelimenin de «ğ» ile bittiğini Altayca da Kumandu lehçesinde büyük baba manasma gelen «adak» ve çağa taycada vasiy manasma gelen «atağ». Ilâhi, Bayan kızım! Halka verip talKazan ve Kırgız lehçelerindeki «atay kını.. kendi yutar salkımı, diye bir söz (ğ) » kelimelerile gösterebiliriz. «Okunmaz ğ» kaidesi bize yalnız vardır. Ağabeyine sor, o bilir! Hem o, «ata» kelimesinde düşmüş bir «ğ» oldu böyle meselelerde. bizden de ileri gider, ğunu tenvir etmekle kalmıyor; Türk di bazan.. Fakat, hernedense, onun heyecanı sana ni ve diniyatı tarihinde kimsenin hahn sirayet etmemiş; sen ağabeyine çekmemişna gelmiyen bir hakikaü meydana koyu yor, ki o da «nezir» manasına gelen «a sin, kızım!. Ercümend Ekrem TALU dak» kelimesinin menşeidir. Bunun içindir ki baba, ceddi âlâ manasma gelen «adağ» ile nezir (ceddi âlâ putuna, yahud mebde ve menşe diye inanılan obje şerefine tahsis edilen, vadedilen şey) manasma gelen «adağ» kelimelerinin. etimolojik analizi ayni olmakla beraber, sonradan aldıklan manaya göre, kök manasında ve eklerin rolünde az çok değişimler olabilir. Can boğazdan gelir sözü, tefsire Fransız, Italyan ve bütün Lâtin ır muhtacdır. Can boğazdan değil iyi ve kına mensub olanlarda kuvvetli olan ak kolay hazmedilen besleyici gıdadan gehr. şam yemeğidir. Buna sebeb olarak akşam SELtM SIRRI TARCAN Kayıb sporcu bulundu! Hayır müessesesi gibi görünen mektebler Bir müddettenberi Istanbul azlık ve yabancı okullanndan bazılannın mües sislerinin, mekteblerinin hayır müesseseleri olduğunu ileri sürerek bazı vergileri vermek istemedikleri anlaşılmış, bu va ziyet tetkika başlanmıştı. Anlaşıldığına göre bu mektebler bi rer hayır müessesesi gibi görünmektey se de hemen ekserisinde okuyan talebe den para alınarak tedrisat yapıldığı ta hakkuk ettiğinden bir müddettenberi ahnan vergilerin tekrar tahsiline karar ve rilmiş ve karar' aid olduğu mekteb mü essisliklerine bildirilmiştir. îstanbulda daimî ortodoks sen sinodu istemişler Beyoğlunda çıkan Apoyevmatini gazetesinin yazdığma göre Romanya ve Sırb patriklikleri Fener patrikhanesinde bütün müstakil ortodoks kiliselerinin mümessillerinin iştirak edeceği daimî bir sen sinod kurularak ortodoksluk dinî işlerile bu meclisin meşgul olmasını istemişlene de Fener sen sinodu ortodoks kilisesinin ahkâmında daimî büyük sen sinod bulunması hakkmda bir sarahal bulunmadığından Romanya ve Sırb patriklerinin bu talebini reddetmiştir. Beykoz kulübü yüzücülerinden ve Istanbul mıntakası yüzme rökortmenlerinden Saffan bundan bir müddet evvel ortadan kaybolmuştu. Genc yüzücünün ortadan böyle sebebsiz yere kayboluşu haklı surette endişelere yol açmış, Saf fanın bir cinayete uğradığı zannolun muştu. [ «Aba, dede, ana, ağa, aya, altı. Yaptığımız tahkikata göre Saffan ha2 Türklere eski devirlerdenberi tura, arpa, kara» sözlerinin bu bakımdan komşu oturan ve Türk kültürü tesiri al analizi ile bu bahsin hulâsa ve neü'cesini yattadır ve Karamürselde bir akrabasının yanında bulunmaktadır. tında bulunan (Rus, Mançu, Moğol gi yannki sayımıza koyacağız.] bi) kavimlerde aramak, varsa, eski te ABDÜLKADlR tNAN Yurddaş lâffuz şeklini meydana çıkarmak ( «ala» (*) Etimoloji, morfoloji ve fonetik Altıncı arttınm ve Yerli malı yedi kelimesini tetkik ederken Moğollarda bakımından Türk Dili, S. 28. gtinOnde «n az birinden veya hep«alak» kelimesini bulduğumuz gibi); (1) «Ulus> un 5.XII. 1935 tarihli, 5159 sinden bir kilo özüm, incir, Fındık, 3 Eski Türk an'ane ve rivayetlerin numaralı nüshasına bakınız. Anteb fıstı^ı al, ye ve yedir. Bunun a hem kendine hem de bu de tetkik mevzuumuz olan kelimeyi an (2) Poppe cMoğol dilinin amelî dersyernisleri yeti tirenlere , hetn de dıran ve (v. + ğ) ile tamamlanan keli liği», Leningrad, 1931 (Lugat Kısmı). yurduna yararsın. meleri aramak ve bulmak ( «aba» keli(3) «Karş.» losaltması «karşılaştın Ulugal ekonomt ve aıUıruıa kunımu mesini tetkik ederken «abak» kelimesinin nız> demektir. Yabancılann önünde utanmayı anlarım! dedi. Başkalannm hayatı hu susiyelerini alâkadar eden hâdiseleri gazetelerde okuyup ta telezzüz eden halktan utanıhr.. Lâkin kendi yakınlannm önünde.. Kocası, yüzüne pek dik bakmakta ve sesi de titremekte olduğu için, başını çevirmeğe mecbur olan İren: Belki.. dedi. Belki yakınlara.. teklifsizlere karşı hicab daha ziyade duvuluyor. Fritz kımıldamadan duruyordu. Içinden gelen gizli bir kuvvetin tesiri altında gibiydi. Demek ki.. Sen.. Sesi birdenbire değişmiş, tath bir ton almıştı.. Demek ki, sen.. Çocuğun, kaba hatini başka birine daha kolayca itiraf edeceği kanaatindesin ? Meselâ müreb biyesine.. Eminim. Eğer sana karşı bu derece temerrüd gösterdiyse, senin vereceğin hükme daha çok ehemmivet atfettiği i çindir. Cünkü en çok sevdiği sensin. İhtimal ki haklısın. Tuhaf! Ben hiç bunu düşünmemiştim. Sana tamamile hak veriyorum. Ve istemem ki sen beni affedemiyecek tıynette zannedesin. Hayır, bilhassa senin böyle bir zan beslemene kail değilim, îren! Kansının yüzüne gözlerini dikmiş bakıyordu. İren kızardı. Acaba bu sözleri o bir maksadı mahsusla mı söylüyordu, yoksa bu bir tesadüf, sinsi ve tehlikeli bir tesadüf müydü? O her zamanki yaman kusku gene içini kemirmiye başlamıştı. Fritz adeta sevincle: Verdiğim hükmü nakzettim! diye bağırdı. Helenin cezası affolundu.. Ve ben bu müjdeyi ona bizzat gÖtüreceğim. Nasıl? Benden memnun musun? Yoksa daha bir dileğin var mı? Görüyorsun ya: Bugün âlicenablığım üstümde. Bu, ihtimal ki bir haksızlığın vakit ve zamanile farkına varmış olmakhğımdan ileri geliyor. Böyle şeyler, insanın daima içini ferahlatır. Daima. îren!. Bu son sözlerin üzerinde niçin ısrar eylemiş olduğunu, İren anlar gibi oldu. Kocasımn yanına sokuldu; söyliyeceği lâkırdıların gönlünden doğru kopmakta olduklannı hissediyordu. O da, sanki kansının elinden bir an evvel o ağır esrar yükünü almak istivormuş gibi, yaklaştı. Fakat bu esnada, îren onun teşne ve sabırsız nazarlarile karşılaşınca, itiraf arzulan birden y«k oldu. Elleri iki yanına sarkıverdi. Başını çevirdi. Nafile!. içini yakan, ve rahat ve huzurunu mahveden kurtancı sözleri söylemeğe bir türlü di linin varamıyacağını anlıyordu. Koca sjnın ihtarlan gittikçe kuvvetleniyordu, fakat îren de, artık mukadderat neyse ondan kurrulmıyacağma kanaat getir mişti. Ve şimdi, can ve gönülden istediSi şey. u?•• bu ana kadar o derece korktu?• ' ' hatinin meydana çıkmasıydı. Bu arzusu, tahmin ettiğinden buk tahakkuk eder gibi oldu. Mücadele on beş gündür devam ediyor ve îren, arhk takatinin kesilmekte olduğunu duyu yordu. Dört gündür, mahud kan gözükmemişti; lâkin korku Irenin içine o derece işlemişti ki, her zil çalınışta, bizzat kapıya kadar koşuyor, her an beklemekte olduğu santaj mektubunu almağa gidi yordu. Asabiyetinde bir nevi sabırsızlık, hemen hemen bir nevi iştiyak vardı. Zi ra her ödediği para onun bir akşamlık sükunetini, çocuklarile birlikte birkaç saatlik huzurunu, şehirde kısacık bir gezintiyi temsil ediyordu. (Arh~z>. var) Edebî Yazan : Stefan Zweig Halbuki, biraz evveline kadar, kız bu ;öz yaşlarını zaptedemiyordu. Ernin ol, IU, daha fenadır. Iren başını kaldzrdı; bakb. Her keli menin kendisini istihdaf eylediğini sanı yordu. Fakat kocası ona dikkat bile et miyor gibiydi. Lâkırdısına devam ede rek: Bu, cidden böyledir, inan bana! dedi. Ben bunun böyle olduğunu tecrübe ile öğrendim. Müttehimler, hakikati ketmettiklerinden, inkâra mecalsiz kal mak tehlikesinden çok tnustaribdirler. Bin türlü ufacık hud'aya karşı bir yalanı müdafaa için giriştikleri mücadele, ağ roman Çevlren: E. Ekrem Talu zından bir ikrar kelimesi kopanlmak is tenildiğinde, bir müttehimi kıvrandıran, büyük ve yaman bir ıstırabdan başka birşey değildir. Bazan, itiraf cümlesi, müttehimin gırtlağma kadar gelmiştir; onu, neredeyse boğacaktır. Dayanılmaz bir kuvvet o cümleyi oradan çekip çıkarmağa cebreder. Müttehim söylemeğe hazırlanır. Fakat tam o sırada, başka. daha büyük bir kuvvet, aklın alamryacağı bir korku ve inad halitası mâni olur. O zaman, mücadele yeniden başlar. Hâkim, bazan suçludan daha mustaribdir. Halbuki suçlu, kendisine bir yardımcıdan başka birşey olmıyan hâkime daima düş 12 Emin misin ki.. insanlan durdu ran.. daima.. korkudur? Bazan da.. utanc. Gönlünü açmak.. âlemin gözü ö nüne sırlannı dökmek utancı da olamaz mı? Kocası hayretle yüzüne baktı. Kansının kendisile münakaşa etmesine alışık değildi. Lâkin bu mütalea alâkasmı u yandırmıştı. Utanc diyorsun.. Fakat o da bir nevi korkudur. Belki de daha hafiftir; çünkü ceza endişesinin bunda dahli yoktur.. Ayağa kalkmış, heyecanla, bir aşağı, bir yukan geziniyordu. Karısının sözleri, içinde çırpman ve kıvranan birşeyler u yandırmış gibiydi. Birdenbire, durdu: m

Bu sayıdan diğer sayfalar: