31 Ekim 1936 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

31 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

31 Birinciteşrin 1936 CUMHUEtYET İ Avcılık yalnız ve yalnız bir sinir meselesidir Asâbına hâkim olamıyan avcılar seyyar ve mücessem bir tehlike teşkil ettikleri gibi, her zaman muvaffakiyetsizliğe mahkumdurlar Şu dünyanın bütün alt ve üstündeki tabiî teşekkiilâtta ve üzerinde yaşıyan insanlann harekât ve evzaında nasıl sar sılmaz bir insicam, bir kaide ve bir usul ve nizam cari ve hâkimse bütün sporlar da, avcılığın her sahasında, avlanmada, avdaki geziş ve tüfek atışlannda, av takiblerinde de kuvvetli bir usul ve kaide caridir. Ve takib edilen bu usul ve kaide ise dünyanın her bucağında, beynelmilel mevzuattandır. Her tarafta kurulan bütün avcı birlik ve derneklerinin ilk vazifesi, av ve av cılığm işte bu inceliklerini, bu şaşmaz kaidelerini efrad ve azasına adeta şiringa edercesine tedris ve telkin eylemekle başlar. Avcılık, esasen yalnız ve yalnız bir sinir meselesidir. Asabına hâkim olamıyan avcılar, seyyar ve mücessem bir tehlike teşkil ettikleri gibi her zaman, her yerde muvaffakiyetsizliğe mahkumdurlar. Ge çen yazımda bahsettiğim Beyoğlunun u çan, tatlısu avcılarından biri gibi avının sonunu, her zaman hicab ve hüsranla bitirir. Futbol maçlarında bir taraf takımını teşkil eden ve vazifeleri tefrik ve tayin olunan oyuncular, nasıl yekdiğere yar dıma ve meselâ, kendisinin muvaffak o • lamıyacağı, beceremiyeceği bir vaziyet hâdis olunca diğer arkadaşına pas ver mek suretile gol yapmak şerefini fedaya mecbursa avcılar da ayni teavün ve te * sanüdle mükellef ve adeta buna mecbur durlar. Bu yazımda son zamanlarda karşılaştığım ve anlatmadan geçemiyeceğim bir meseleden bahsetmek istiyorum. Gerçi bıldırcın mevsimi geçti. Hem öyle geçti ki, bütün Istanbul ve civan avcılarınm kolunu, kanadını kırdı, ge • çirdi de öyle geçti. Evvelki senelerin hergün birbiri üzerine yapan ve usta bir avcıya beş yüzden bine ve daha ziyadeye kadar bıldırcın vurduran o zamanın curnatalarına mukabil, bu sene çantasında elli kuş göremiyen avcılar, ettikleri masrafa, ihtiyar eyledikleri zahmete yandı lar. Hele gece eğlence ve uykularım terk ve feda ile «ağuşu harı canandan» ge ceyarısı fırlayıp güneş doğumundan bir saat evvel, soluğu Beyoğlundan Ambar lmın meşhur Çakmak tarlasmda alan bazı çakaralmazlar içinde ve geçen şu koca bıldırcın mevsiminde av yekununu on beşe bile çıkaramıyanlar bulundu. İşte şu bıldırcın geçiminin, geçtiğini farkedemiyen serdengeçtilerden biri, geçen akşam Küçükçekmece trenile Bakır köyüne avdet etmek üzere gardan geçti* ğım sırada mütebessim, biraz da müte casir ve lâübali bir vazı ile yanıma so kulda. Kendisini takib eden uşak, yahud çantacısmın yedeğinde zincirlerle bağlı üç tane güzel, Sen Jermen cinsinden beyaz, soğani paftalı köpekleri göze çarpıyordu. Çantacısına bir işaretle bineceği kompar tımanı gösterdikten sonra: Kopmaytz öyle kolaylıkla yapışkan otuyuz! Çekoslovakya Romanya temasları Bir Ingiliz gazetesi bu mesele etrafında ne düsünüyor? Londrada çıkan Morning Post gaze tesi. Bükreş muhabirinden aldığı kay dile şu haberi vermektedir: «Kabine azasile müdavelei efkârdan sonra Sa Majeste Karol refakatinde Veliahd ve Hariciye Nazırı M. Antenesko olduğu halde dün gece Çekoslovakyaya müteveccihen hareket etmiştir. Bükreş siyasî mehafilinin fikirlerine nazaran çarşamba günü Sa Majeste Karol, Yugoslavya Prensi Paul ve Çekoslovak Cumhurreisi Benes aralarında başlıyacak olan konferansın Küçük Antant tarihinde blr dönüm noktası teş kil edeceği merkezindedir. Artık Romanya ve Yugoslavya me nafiinin Rusya ile müşterek muavenet bahsinde ve Habsburglar meselesinde Çekoslovakyanmkinden esas itibarile farklı olduğu bir sır değildir. Küçük Antant memleketleri şeflerinin toplanmalarma sebeb her üç memleketin ittihadı için esas meseleleri teşkil eden işler üzerinde kat'î ve nihaî bir anlaşma teminine matuftur. Romanya, Yugoslavya ve Çekoslo vakya arasındaki ittifakın şimdiki şeklini muhafaza ve Fransa ile hali ha zırdaki tam teşriki mesainin devam edip etmiyeceği Prag konuşmalarının neticesine bağlı bulunmaktadır. Çekoslovakya ile Rusya arasında daha seri bir hattı muvasala temini maksadile inşası düşünülen Romanya Çekoslovakya sevkulceyşî şimendifer hattı projesinin Prag konuşmalarının neticesine kadar tehir edilmiş olması ma nidardır. Şayet Prag konuşmaları neticesinde Küçük Antant ittihadı takviye edilmiş olursa, haber aldığıma göre Çekoslovak fabrikalarına büyük esliha siparişleri yapılacaktır.> Tarihten yapraklar Radyo ir zamanlar acı tahassürler içindeydik. Avrupada, Amerikada ihtiyarlamağa başlıyan radyo, bizim için cazib bir masaldı. Onun yalnız adını biliyorduk, gazetelerde ve kitablarda resmini görüyorduk. Nihayet yüzünü gördük ve türkçe konuşmasını dinlemek bahtiyarlığına erdik. Fakat inkisan hayale uğramaklığımız da gecikmedi. Neşriyatı deruhde eden şirket, İstanbul radyosunu mahalle kahvesine çevirdi. Öyle bir kahve ki bir kÖşesinde ahiretten bahsolunurken öbür köşesinde kırık dökük bir saz takımının harharası kulaklan tırmalar ve başka bir yanında Battal Gaziden, Şah Merandan tekerlemeler gevelenir. Gazeteler bir müddet bu vaziyete tahammül gösterdi, sonra köpürdü, hücuma kalktı. Artık radyo maskaralığı en ağır başlı gazetelerin bellibaşlı şikâyet mevzularından biri ve mizah gazetelerinin de yegâne ilham kaynağı idi. Maddî ve manevî hiçbir fayda temin etmiyen, üstelik halkın zevkini inciten radyo, vur abalıya sözündeki abalı durumuna düşürülmüstü. Nafıa Vekâleti, her işte gösterdiği büyük hassasiyetle, radyo meselesine de el koydu, şirketi giderdi, neşriyatın idaresini Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğüne verdi. Telefon devlete mal edildikten sonra radyonun hususî ellerde kalması zaten doğru değildi. Nafıa Vekili yanlış tutulan bir işi düzeltmiş ve gazetelerin şikâyetlerine nihayet vermiş oldu. Şimdi bir intizar devresi başlamışb. Herkes hızlı bir değişiklik, neş'e ve inşirah verici bir yenilik bekliyordu. îşbilirliği, çahşkanlığı kendini tanıyanlarca müsellem olan Posta ve Telgraf Umum Müdürü Nazif, bu intizarı boşa çıkarmadı, radyo neşriyatını çarçabuk faydalı bir sekle soktu. Bu himmetin ilk neticesi, istanbul havasına Türk musikisini taklid ederek her gece yayılan yabancı seslerin sönüp gitmesi oldu. Artık bizim radyo bizim sesimizi yayıyor ve bize yarar konferanslar dinletiyor. Fakat gazetelerde şu önemli değişik liği hikâye tarzında olsun bildiren tek bir satır yok. Ben işte bu noktayı dikkate değer buldum. Gazeteleıin külü gördükleri herhangi bir isi intikad etmek nası] hakları ise o kötülüğün giderilmesini gördükleri zaman memnuniyetlerini ve teşekkürlerini izhar etmek te öylece borclandır. Hak ile vazifeyi müsavi ve müvazi buIundurmazsak, yerinde müsteki ve yerinde sakir olmazsak sesimizi kime duyurabiliriz ki... Kralı ölümden kurtaran tokad Düşenin dostu olmaz derler, Alfred de tek başına dağlarda dolaşıyor, barınacak bir delik arıyordu İngilterenin büyük adını taşıyan krallarmdan biri de Alfreddir. Bu hükümdar, garbî Avrupada kanlı bir meddü cezrin yaşadığı devirde yatişti. Normanlarla onların akrabasından olan Danuvalar Fransız toprakları gibi İngilızler yurdunu da sık sık ziyaret ediyorlardı ve denizden ayrılmış bir nehir gibi dolaştıkları yerlerden çekildiklh vakit arkalarında kurak bir çöl bırîikıyorlardı. Danuvalar ilkin Britanya adasında gelip geçen bir fırtına oldular. Sonra bulutlardan düşen çekirge kümesine benzediler ve adanın bir köşesine ya pışıp kaldılar. Bu doymak bilmiyen ve herşeyi kemiren çekirge sürüsünün ilk hamlede ele geçirdiği köşe, Humber nehrinin üst tarafındaki topraklardı ve oraya Norl Humberland diyorlardı. Adanm sahibi olan Anglo Sakson ların kanını, malını ve çoluğunu çocuğunu bu kılıch kalkanlı çekirge sürüsüne karşı müdafaa etmeğe kalkışanların başmda Kral Büyük Alfred var dı. Çalışkan ve becerikli kral, tahtını değil yatağım bile bırakmıştı, geceyi gündüze katıp yurduna üşüşen çekir gelerle boğuşuyordu. Bazan bir Norman baskını Büyük Alfredi dağdan sahile indiriyordu. Bazan bir Danuva akını onu deniz kıyılann dan dağlara koşturuyordu ve kendisi ardı arası olmıyan bir didinme, dinlenmeğe aman vermiyen bir çalışma içinde yaşıyordu. Fakat müstevliler de yamandı. Gerçekten meddü cezre benzi yorlardı. Manş denizi medleri gibi dayanılmaz ve önüne durulmaz bir ya yılışla adayı basıyorlardı ve .»ene o denizin ansızm geri çekilmesi gibi süzü lüp yataklanna dönüyorlardı. Onlar dan ele geçirilenlerin binbir çeşid iş kence ile öldürülmeleri ve meselâ yı lanla doldurulmuş fıçılara hapsedilmeleri fayda vermiyordu. Geliyorlar, daima geliyorlar ve yakıp yıktıktan sonra çekiliyorlardı. Büyük Alfred uzun yıllar bu canlı denizin coşkunluklarına karşı göğüs vermeğe çalıştı. Koca adada Norman veya Danuva akınından kendini koruyabilmiş bir kıyı' yoktu. Yalnız Lon dra, istılâ dalgalarını sokaklarına al mamıştı. Başka yerler, bütüri öbür sahil şehirleri harabdı, çiğnenmişti ve gene çiğneniyordu. Bu yorucu didinmeler sırasında Oksford Üniversitesini kurmak ve Avru pada ilk «ölmez ilim müessesesini» vücude getirmek büyüklüğünü de gösteren Alfred, bir aralık dahilî bir sadmeye uğradı, siyaset entrikalanna yenil di, payitahttan kaçmak zoruna düştü. Şimdi Anglo Saksonlann büyük hü kümdarı, yurdun yılmaz koruyucusu bir günahkâr, bir suçlu gibi şiddetle aranıyordu, kovalanıyordu. Zavallınm kellesine ağır bir paha biçilmişti. Du varlara yaftalar yapıştırılarak, sokak larda tellâllar dolaştınlarak bu kellenin koprılıp getirilmesi isteniliyordu. Düşenin dostu olmaz, derler, Alfred de tek başma dağlarda dolaşıyordu, kırlarda barınacak delik arayıp duru yordu. Yarı aç yarı tok bir vaziyetteydi. Yataksız, yorgansız acıkh bir ömür geçiriyordu ve koparılmak istenilen kellesini yerinde tutabilmek için bin bir mihnete göğüs geriyordu. Bu gezişler sırasında bir köylü ka dına rasladı. Açlık, yorgunluk camna kâr ettiği için herşeyi ona açıkça söy lemeği ve himaye taleb etmeği kurdu, yanına sokuldu. Kadm, tam bir An glo Sakson kızıydı. Olur olmaz şey lerden şaşırmazdı ve en şaşkınlık verecek hâdiseleri tabiî telâkki ederdi. Bu gizli işaretler yaptığı zamanki gülünç ha* lıni saklayamıyordu. Hele sofralarında garptan yeni gelmiş birinin bulunması, onu büsbütün yapmacık hareketlere ve zarafet taklidine sevkettiği için, bu hali yalnız misafirlerin değil, asıl ev halkının da gözüne çarpıyordu. Demir, bu mecliste her halde ilkönce Kurdoğlu ve damadı ile konuşmak lâzım geldiğini hissediyordu. Bekir Bey, yemeğe başlamadan muhtasar bir aperitif almalarını teklif etti. Bu muhakkak ki, saatlerce sürecek bir rakı âlemi için yapılan mukaddemeydi. Nur, ona bakarak kaşlannı çattığı ve Zeki el~ lerini uğuşturduğu için, Bekir Bey avucunun içini usul usul masaya vurup: Merak etmeyinl Öyle uzun bir şey değil diyor. Sonra misafirlere dönmüş: lştihayı açar, biraz neş'e verir değil mi efendim? diye tasdiklerini bekli • yordu. Netice, herkes ne düşünürse düşünsün, yemekten önce rakı âlemine gi rilmişti. Hanımlar bekliyor ve erkekler içiyordu. Bu hakikaten, bir parça misafirlerin, belki bir parça da ev sahiblerinin çekingenliğinden dolayı ağır bajh, mutedil bir içki sofrası idi. sebeble Alfredin hikâyesini dinleyince ve meramım öğrenince küçük bir hayret göstermedi, sadece anlamak istedi: Siz kralsımz, öyle mi? Kraldım. Yarın belki gene kral olacağım. Bugün öldürülmek istenilen bir adamım. Benim yanıma sığınmak mı isti yorsunuz? Mahzıu? görmezseniz. Bir mahzur var: îş görüp görememeniz meselesi. Ben kaçak bir kralı bile evimde bedava besliyemem. Vereceğim ekmeğin karşıhğını isterim. Na sıl, çiftliğimde çalışabilir misiniz? Çalışırım. Çünkü kuvvetliyim, henüz gencim. Peki. Benimle beraber geliniz, şimdilik ambarları doldurup boşalt makla meşgul olacaksınız. Öbür uşaklarımdan farkınız yoktur. Küçük bir kusurunuzu görürsem izin veririm, sizi yanımdan kovanm. Oksford Üniversitesinin müessisi şimdi bir çiftlikte uşaklık ediyordu. Sırtında un çuvalları, yulaf demetleri taşıyordu, yüksek ambarlara yükle çı kıp iniyordu. Fakat memnundu, hatta mes'uddu. Çünkü kellesi yerinde du ruyordu. Bir uşak kıyafeti içinde ve çavdar ekmeği yiyerek samanlar üs tünde uyumak hoşuna gidiyordu. Bir ay, iki ay böyle geçti. Alfred, köylü kadından; o da krallıktan gelme uşağından memnun bulunuyordu. Lâ kin bir gün yüz, yüz elli kişilik bir müfrezenin çiftliğe gelişi bu karşılıklı memnuniyeti baltaladı. Müfreze, kaçak kralı arıyordu ve çiftlikte araştırma yapacaktı. Verilen emir üzerine bütün uşaklar, ırgadlar, yanaşmalar çiftlik sahibinin etrafında halkalandıkları vakit Alfred de aralarına kanşmıştı. Fakat korku dan rengi atıktı, gözleri bulanıktı, dudakları titriyordu. Çiftlik sahibi kadın, müfreze kumandanından önce onun bu halini gördü, foyasınm meydana çıka cağını anladı ve hemen ona doğru yürüyerek bağırdı: Muhterem kumandamn karşısmda terbiyeli durmayı da bilmiyorsun, kollarını göğsüne kavuşturuyorsun. Dağ da mı büyüdün herif? Bu sözleri bitirir bitirmez Alfredin yüzüne bir de tokat yapıştırdı: Haydi, dedi, yıkıl, ahıra git! Ku mandan lüzum görürse gelirsin! Daha dün krallık eden bir adamın o çiftlikte uşaklık edeceği kimsenin ak hna gelmezdi. Gelse bile bir kadından tokat yiyen miskin bir yanaşmanm a ranılan kral olabileceğine ihtimal ve rümezdi. Bu sebeble Alfred, o günkü tehlikeyi atlattı, sorguya ve... ipe çekilmekten kurtuldu. Bir, iki ay sonra o, gene îngiltere tahtında oturuyordu, kendini silleliyen kadın elini şükranla öpüyordu. orada geceliyerek sabahleyin Safra, Kapanarya, Maslak taraflarında avlana cakmış. Şu izahatı veren cümleleri, birer mu kaddeme teşkil ederken ben de onun şekil ve kıyafetini, telebbüsteki tenasübü, inceIiği tetkikle mesgul oluyordum. Sanya yakr kıvır kıvır parlak saçları çok itina ile taranmış, sinekkaydı dedikleri bir tıraştan sonra ipekli, beyaz gömlek ve yakaya takılan kıravat, ve hele koyu kül rengi üzerindeki siyah çizgilerle kareli spor ceketi, ayni renkteki kilot pantalon, ayağındaki sarı, narin botlar... Bunlar, benim bildiğim av kıyafetile ne kadar da tezad teşkil ediyordu. Ve bu hal, bunun, ava değil, disi bıldırcınlara kur etmek sevdasile yola düştüğü hissini veriyordu. Ben, bir söz söylemiş olmak için: Yalnız mısın? diye sordum. Arkadaşınız, avdasınız yok mu? Henüz yaktığı sigarasının külünü silkerek kompartimanın tavanına baka baka, biraz mütebessim cevab verdi: Eşim var, dedi. Bundan evvelki trenle gitti. Simdi Floryaya çıktığımızda size takdim ederim. O da ava, avcılıga bu sene, yeni heves etti. Bakırköyde oturduğumu, bu şereften mahrum olacağımı esefle anlattım. Yazık! diye o da teessüfüme iştirak etti. Ve ilâve ederek: Genc bir çocuk gibi tarlalarda gezer. Erkek kostümile ava çıktığı için ilk nazarda insana bu hissi yeriyor. Görseniz, s'ze ne güzel ilhamlar verir... Yazılarınızm birine değil. birkaçına süje olurdu. Şu mahrumiyete içimden kalben cidden acıdım ve yandım. Benim bu düsüncelere daldığım sırada o, başından geçen bir av ve avcılık vak'ası anlattı. Denizciliğin, balıkçılığın çok su götürür yerleri, hikâyeleri, dalgaları, anaforları, akıntıları, orkozları, kanntılan, sağanakları olduğu gibi avcılığın da dereden, tepeden, yarıktan, çataktan atmala rı, saçmalan olduğunu bilirdim. Fakat bu derecesini, ne görmüş, ne de işitmiş tim. Hikâye, şudur. Buyurunuz: Bu şık avcı, evvelki sene, kasım ipti dalarında, Anadoluhisarındaki Hekim başı çiftliğinin Hamamlı ve saire gibi fazla çulluk tutan orman ve mer'alannda gayet güzel, çok fermalı ve kokulu «Seter Gordon» dedikleri cins köpeğile gezerken bu nadide ve cidden harikulâde köpeğini kaybedivermiş. Oraya, buraya koşmuş, aramış, taramış, saatlerce düdük çalmıs, oradaki sık ormanlan, pırnarlık ları, dereleri, tepeleri altüst etmiş. Köpek yok. Sanki yer yarılmış, yere geçmiş. Köpeğin tasmasına takılı zil sesi de katiyyen işitilmiyormuş. Sevgili köpeğinin acısile gözyasları içinde ve akşam karanlığında avdete mecbur olmuş. Bütün bir sene, her yerde köpeğini aramış, rasgelene sormuş. Gazetelerde ilânlar vermiş, yüzlerce liralar vadetmiş. Köpekten bir eser, bir nişane yok. Vak'a üzerinden tam bir sene geçmiş. Bir sene sonra, ayni ayda, ayni mevkie gene çulluk avına çıkmış. Bir sene evvelki gezdigi yerlerde sevki tabiî ile nevmid, meyus, köpeğinin hatırai teellümile dolasırken sık bir orman 1 Te$ekkür Henüz yirmi iki yaşında iken, tifo gibi biaman bir hastalığa kurban gi den, c Üniversite Hukuk Fakültesi ikinci sınıf talebesinden sevgili oğlum Hâminin cenazesinde bulunanlara, diğer suretle taziyet eden akraba ve dostları mıza, Haydarpaşa Nümune hastanesinde tedavisile uğraşmış doktorlara ve hastabakıcılara ayn ayrı teşekkür et meğe sonsuz alâmdan takat bulmadı ğım için, bu vazifenin ifasma muhte rem gazetenizi tavsit ederim. Babası: Üniversite Tıb Fakültesi ve Yüksek Baytar mektebi sabık ilmü hayvanat ve parazitoloji ordinaryüsü Profesör îsmail Hdkkı lıktaki derenin içinde o mahud sevgili köpeğini «ferma» vaziyetinde ve tabiî dörtayak üzerinde görmez mi? Söz, bu noktaya gelince, ben birden afalladım. Mütehayyir, biraz da hiddetli ve dikkatli dikkatli yüzüne bakarken, o, içini çekerek sözünü şu suretle ikmal etti: Köpeğimin cinsiyet derecesini, fermadaki hassa ve kuvvetini düşününüz ki, tavallı hayvancık «ferma» da bekliye bekliye o vaziyette can vermiş, bir ke mik, bir iskelet haline gelmiştir. M. TURHAN TAN H: Dostum Ahfeşe: Yazılarınız gecileri de güldürecek kadar tuhaflastı. Tanılmak ve tanınmak davasında verdiğim derse rağmen hâlâ inad ediyorsunuz. Sarf okumadığınıza süphe yok. Lâkin türkceyi hecelıyerek olsun sökebilirsiniz Ş Saminin fKamu.su Türkî) sine bakm da tanılma ile tanramanın farkım öğreniniz M. T. T. M. TURHAN TAN Millî biriktirme ve arttırma günü bugündür Bugün millî artırma günüdür. Her sene bankalara bugün daha fazla mevduat yapılmaktadır. Bunların başında bilhassa mektebli küçükler gelmektedir. Her sene bugün mekteblerde talebeye artırmanın faydalan hakkında dersler, konferanslar verilmekte, talebeler kum bara almakta veya kumbarası olanlar gidip bankalara paralannı yatırmakta dırlar. Bugün ise mektebler kapalı olduğundan mutad konferanslar verilemiye cektir. Kurdoğlu, birkaç kadehten sonra gözleri parlayıp yanında yer verdiği Meh med Demirin sırtını okşuyor ve hemen söze başlıyordu: Demek Almanyada iktısad ve siyaset tahsil ettiniz? Ne güzel!... Hakikaten memleketimizde en noksan ve en lüzumlu meslek. Her zaman söyledim, yazdım, gene de söylerim: Bizi kurtaracak yalnız siyaset ve iktısaddır. Lâkin siyaset diyince harcıâlem havadisler sanmayın!.. Zaten bizi mahveden bu komitacı ruhu değil mi? Maamafih bizi kurtaracak gene ilmi siyaset ve iktısaddır. Bedri Ziya AKTUNA Bir Fransız gazetecisi hapse mahkum oldu Paris 30 (A.A.) Kraliyet taraftarı Action Française gazetesinin direktörü Charles Maurras dün akşam bir lokantadan çıkarken tevkif olunmuştur. Maurras. katle teşvik cürmünden dolayı hapse mahkum edilmişti. Dün öğ leden sonra temyü: mahkemesi Maur rasm müracaatini reddetmiş olduğun dan. muharrir derhal hapisaneye götürülmüstür. kabartır. Horoz döğüşü seyreder gibi basımıza toplanıp bizi kızıştırmağa kalkardı. E ! . . . Doğrusu, seyrine doyum ol • maz a!.. Bakalım kim kimi yenecek, hangisi daha fazla küfredecek? Hangisi altta kalacak? Altta kalmak bu küfürleşmede susmak demektir. Dilin varamaz da durursan, vay haline!.. Ya ortaya attığımız fikir ne oldu? Hiç!... Onu soran var mı? Ukalâlığın lüzumu yok! Fikirden bahsetmek, dünyadan habersiz olmak demekmiş. Bir gün bana biri dedi ki: « Efendi! Tecrübeye bak, tecrü beye! Fikir dediğjin nedir? Boş nazariyeden ibaret!» Ne diyeyim?.. Zaman onlara hak ver di, hakikaten bizi dinliyen olmadı. Bu uğurda boşuboşuna yıkıldık... Fakat, onlar daha feci yıkıldılar. E...y!.. Geçmiş günler. Gene derdlerimi tazeledin. Seni görünce çok sevin dim, Demir Bey! Gencliğimizde Le Roy Beaulieu'vü okuduk, Adam Smithi öğrendık. Montesquieuyu ezberden bilirdik. Bilmem şimdikiler bunlarla uğraşır mı? Mısramın nâzımı gibi bana yapıştı, kaldı. Kompartimana kadar birlikte geldik. Her neredeyse beni uzaktan uzağa tanıyor, yazılanmı kaçırmadan takib e diyormuş. Bu akşam Floryaya gidecek, Hamiş: Ava ve avcılıga dair bana birşey sormak, yahud yazılarımda gördükleri hatayı, ihtar ve tashih etmek lutuf ve te nezzülünde bulunan sayın okuyucuların gönderecekleri mektublarda: (Bedri Ziya Bakırköy) adresi kifayet eder. B. Z. A. sat bulamamış olduğu halde bütün tavır larile dikkati kendine çekmek istediği; ve hele Nurun bir çocuk saflığile gülerek konuşmasına (şüphesiz beğenildiğini zannettiği için) canı sıkılmış gibi arasıra kaşlarını çatarak bakmasından, onu içinden kıskandığı hissediliyordu. Bakışları ve duruşlarının manası o kadar meydanda idi ki, bu iki kardeş ara* smda içten içe geçen mücadeleyi göre bilmek için, konuşroalarını beklemeğe lüzum yoktu. Gerçekten, Ayşe Fahrünnisanm kocası bazı usulca kulağa söylenmiş iki kelimelik sinirli ihtarlarile bu dilsiz sahneyi daha açık bir hale getiriyordu. Damad Zeki Bey, daracık, iğneli yakası, zorla sıkılıp boğulmuş parlak kıravatı, siyah benekli esvabm üzerinde kabarttığı ipek mendili ile başı yukarıda, bir taşra kiban gibi görünüyordu. Hareketlerile karısını nümayişe teşvik ettiği, olduğundan daha yüksek ve kibar gö rünmeğe özendiği meydanda idi. Bütün bunların, hemen ilk bakışta görülebilmesi de şüphesiz onun yükselme hırsını örtemiyecek kadar saf ve beceriksiz olmasından ileri geliyordu. Nazik olmak ve mültefit görünmek için aldığı sun'î tavırlar, arasıra zevcesine adatrL Cumhurlyetln içtlmaî romanı: 18 Bu söz, kendiliğinden alâkayı üzerine çckmiş olduğu için birdenbire yüzü kı zarıp önüne bakmağa mecbur olmuştu. Doğrusu, demindenberi, lüzumsuz bir çok sözlerle ayakta kaldıkları, ve belki dolayısile buna kendisi sebeb olduğunu düşündüğü için, Mehmed Demirin içten içe canı sıkılıyordu. Herkes sandalya sma yerleşip masanın etrafında halka yaptıkları zaman artık yavaş yavaş açılmağa, ve yeni tanıştığı yüzleri gözden geçirmege başlamıştı. İki kız, ayrı analardan doğmuşlar gib " büsbütün ayrı tipte görünüyordu. Kü< çüğü buğday benizli, kara gözlü, karaya bakan koyu kumral saçlı ve dolgun denecek kadar toplu olduğu halde; büyüğü inadına beyaz, sarı saçlı ve mavi gözlü, zayıf ve uzun boylu idi. Eğer onları başka yerde görmüş olsaydı, kardeş olduklarına inanamıyacaktı. İkisinde de az çok bir olan taraf, yalnız geniş alınlan ve her an çatılmağa hazır duran sert kaş Yazan: Hilml Ziya ları idi. Burunun düz inişi, ve ince du daklarla bütün bu çizgilerin onlara babalarından geçmiş olduğu apaçık görülüyordu. Büyüğü, üzerine pembe ipekten kolları kırmalı, beli dar ve yerlere kadar uzun bir elbise giymişti. İpek kemerin, kollarm ve eteklerin kırmalar, renkli kumaşlarla yapılmış süsleri onu sade güzel olmaktan ziyade, zorla gözü çekecek ve yoracak kadar gösterişli hale koyuyordu. Otururken elbisesinin kıvrımlannı düzeltişinde, etrafa bakışında farkına varıl madan geçilmekten korkan üzüntülü, ti* tiz bir hal vardı. Küçüğün üzerindeyse, tam tersine, süssüz ve gösterişsiz temiz bir kurşuni yün ceket, altında modaya göre oldukça kısa ve kendisini yaşından küçük bir genc kız haline sokan beyaz keten eteklik vardı. Elbiselerin tezadı adeta yüzleri ve ka rakterleri arasındaki farkı tamamlıyordu. Fahrünnisanm, henüz konuşmağa fır Bunca felâketler başımıza hep cühelânın boş sözleri yüzünden geldi. Bey oğlum, gencliğim bu işler içinde geçti. Vaesefal Tesiri olmadı. Herifler kös dinlemiş. Akıntıya kürek çektik. Ne yazdımsa unutuldu, ne yaptımsa boşa çıktı! Unutuldu mu?... Hayhat!.. Dinleyen bile olmadı azizim. Bazan gazetelerde azılı bir münekkidle münakaşaya girer dik. Ben yazardım, o küfrederdi. Di limi tutayım derdim. Insanlık bul Kendimi tutamaz, o ağızdan kullanmıya başlardım. Bir de bakarsın, bizim dava o r tadan kaybolmuş! O vakte kadar köşe Ne varsa gene onlardadır. sinde pinekliyenler gözlerini açar, kulak lArfcast varj J

Bu sayıdan diğer sayfalar: