9 Ağustos 1938 Tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 8

9 Ağustos 1938 tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 8
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

MA d'—_ z Allahı gören adam! Her sene 100,000 Ramanyalı tarafından keramet umu- larak ziyaret 1935 genesi ma « yısının otuz birinci çuma günü, kendi « şine emanet edilen koyun sürüsünü ot- latmıya götüren ço- ban (Petrake Lu - pu), yolda, büyük bir ceviz ağacının dibinde, — aksakallı bir ihtiyara rastgel- di, Çobanın yolunu kesen ihtiyar, sor « Ç — Nereye — gidi- yorsun? Sesinde tatlı bir mehabet vardı. Göz leri fevkalâde par - hyordu. — Yüzünün ve ellerinin teni şef faf gibi idi. Çoban “cevab verdi: — Köyün dava « rını otlağa götürü - yorum. ' — Adın, Petrake Lupu değil midir?. — Evet, Fakat sen beni nereden ta- nıyorsun? İhtiyar, bu suali cevabsız bıraktı; ve hitabına devamla.: — Petrake! dedi; insan kardeşlerini bir araya topla.. ve onlara söyle, tövbe ve istiğfar etsinler! Çoban kendini — toparlamağa vakit bulmadan, karşısındaki, birdenbire, bir hayalet gibi kayboluvermişti. Ertesi cuma günü, Petrake, ayni ih- tiyara, ayni yerde ve ayni saatte gene tesadüf etti. Bu defa, sesinde başka bir ahenk, gizli bir infial seziliyordu. — Geçen haftaki sözlerimi niçin din- lemedin? Dileğimi neden yerine getir- medin? Dedi ve gene kayboldu. Ü hafta, ihtiyar, çobana man - dırada göründü. İnsanların yarısından ziyadesinin cehennemlik olduklarını, tövbe ve istiğfar etmez, nefsen ıslâh olmazlarsa yarın âhrette en fena âki- betlere uğrıyacaklarını, #ert bir İlsâan- Ja tekrarladı. Bu esnada, mandirada başka bir çoban vardı ve bu sahneye © da şahid oldu. Bunun üzerine Petrake Lupu, mace- rasını, köy papazına gidip anlattı. Ha- vadis etrafa derhal yayılmıştı. Bütün civar köylerin ahalisi papasın evine koştu ve çobanın ağzından bu mucize- nin tafsilâtını dinledi.. e Bir akşam üzeri, Bükreşte, askeri klübün sokağa bakan tarasasında, fis- kiyelerin serinlik verici manzarası n bir bardak Japte batut (ayran) içerken dinlediğim bu hikâye, bende «Allahla konuşan adam)ı gidip hevesini uyandırdı. Lütufkâr muhatabıma sordum: — Bu çoban sağ mı? — Sağ, yal — Nerededir? — Buradan epey uzak bir yerde. Maglavitde. Yoksa, gidip gürmek mi isterdiniz? — Mutlaka görmeliyim. Son Posta okuyucuları için pek cazip bir mevzu olabilir. - — Fakat, çok uzak. — Olsun, gazeteci mesafeden yılmaz. " Siz, sade bana söyleyin: Oraya nasıl gidilir? — En muvafığı tren iledir. Önce bu- radan, Olteni eyaletinin merkezi olan Krayovaya gidilir. Oradan da, Tuna boyunda küçük bir liman olan Kalafa- ta, sonra da Maglavite varılır. Eğer cu- martesiye kadar beklerseniz, ben de si- ze tTefakat ederim. — Çok teşekkür ederim! 4 e “ Cumartesi günü, ufacık bir Tokamo- tifin arkasına bağlı upuzun bir katarda yer alarak yola çıktık. Romanyanın bu kısmı, diğer kısımlarından münbittir. Kompartimanın penceresinden dışarıya edilen saf ve cahil çobanla görüştüm Çoban Lupu halka hitab ediyor baktıkca hep ekilmiş tarlalar, kocaman ekin yığınları, meyva ağaçları, orman- lar, ve bunların arasında humma ile çalışan gürbüz, sıhhatli insanlar görü- yorum, Akşam üzeri, halk dilinde « Para beldesi» (Çetatea Banilor) diye anılan Krayovaya geldik. Ertesi sabah erken- den tekrar yola çıkmak üzere ufacık fakat tertemiz bir otelde geceledik. Şafakla beraber ayakta idik. Yol ar- kadaşımın akşamdan peylediği otomo - bil bizi, hâlâ Türkce adını ve Türk ka- rakterini muhafaza eden (Kalafat) li- |manına götürdü. Oradan da güzel Tu- nayı boyliyarak Maglayit'e vardık. Bütün Rumenlerce mükaddes bir şahsiyet tanının çoban Lupu'nun kulü- besini bulmak bize güç olmadı. Önü - müze düşen bir kız çocuğu, şehirleri biribirlerine bağlıyan şoselerden daha muntazam bir köy yolundan bizi oraya götürüverdi.” * Mukaddeş adam, kendisini ziyarete gelmiş üç kişilik bir grupun ortasında oturmuş, ağzından pek - seyrek çıkan sözlerle onlara hitap ediyördu. Önce bizi görmemezlikten geldi. Fır- sattan istifade ederek ben de kendisini tödkik ettim. Orta boyalu, zayıf bir adamdı. Kemikli çehresini aydınlatan gözlerinde sâf bir ruhun temiz akisleri seziliyordu. Arkasında Rumen köylü- lerinin umumiyetle giydikleri beyaz gömlek ve kısa, siyah bir salta .vardı. Evvelce ağır işidir ve konuşurken ke- kelermiş. Macerasını müteakip hem kulağı açılmış, höm de dili çözülmüş. *-Kulübesinde bir şey nazarı dikkati- mi celbetti: Tavanda bir kaç tane kır- langıç yuvası vardı; ve bu yuvalara ge- lip giden kuşlar serbestce ve korkusuz, odanın içersinde, tepelerimizde uçuşu- yorlardı. Petrache bizden önce gelmiş olan ziyaretcilerini savdı. Sonra bize döne- rek: — Hoş geldiniz! dedi, Arkadaşım cevab verdi: — Hoş bulduk. — Bir dileğiniz mi var? — Yanımdaki zat yabancı bir gaze- tecidir. Maceranızı sizin kendi ağzı - nızdan işitmek meramındadır. Mukaddes çoban nazarlarını bana çevirdi.. bir dakika kadar tecessüsle baktı, ve sonunda: — Allahın işaret ettiği yoldan şaşı- rıp de çıkmış iseniz, töbekâr olunuz! dedi. — Ben Allahla kendi aramda vasita kabul edenlerden değilim! Bu sözlerim kendisine tertüme edi- len çoban, yüzüme dik dik bakti. — Peki! Benden ne istiyorsunuz? — Evvelâ, mümkünse bana macera- nızı anlatın. (Devamı öaln a Bil geei SÖN POSTA Abdülhamid devrinde bir aş k macerası : Ağustos 9 | Yıldız sarayında bir kasırga Abdülhamld, tahttan indirildikten son- rTâ Yıldız sarayında araştırmalar yapan heyet padişahın şahsına mahsus yazıha- mnelerden birinin gözünde Iki parça olmuş bir madalya bulmuştur. Bu madalyanın macerası, berkese merak olmuştur. bütün soruşturmalara rağmen, a: damlarından hiçbiri bu mesele etrafında malümat verememiş; madalyayı bulanla- rın merakı da tatmin edilememişti. Aradan seneler goçti. Tesadüf bize dim etti. Bugün, Boğazın hücra bir köş ginde, artık saçları bembeyaz keslimiş lan eski ve emekdar bir miralay, vakt! fçinde yaşadığı Yıldız garayının esrarınn mid bazı şeyler anlatırken, sözü bu meso- leye de intikal ettirdi. Anlattığı macera, bize hayret verdi. Bu (kırık madalya) nın hikâyesini öğretti. Yıldız sarayının ve bil- hbassa Abdülhamid devrinin en mühim entrikalarını ihtiva eden bu hakiki hikâ- yeyi yalmız dinlemekle iktifa edemedik. Bunu, aziz karilerimize de nakletmeye karar verdik. İsimleri Inkılâb tarihine karışan.. ve bir kısmı daha hâlâ aramızda yaşıyan ban şahsiyetlere temasta bulunan bu büyük macerayı naklederken, hakikate tamaml- le sadık kaliyoruz. Yalnız, bazı isimler ü- getinde, küçük tebdiller yapmak suretlle, © emekdar ve kahraman miralayın arzu- suna İtaat ediyoruz. Yıldız sarayında bir kasırga Saray, altüst oluyordu. (Nöbet oda- s1) ni dolduran — (hususf bendegân), (müsahib) ler, muhtelif dairelerin hade- me ve odacıları, birbirine giriyordu. Yıldız sarayı kuruldu kurulalı, böyle esrarengiz bir vak'a görülmemişti. Vak'a- yı öğrenenler, hayretler içinde idi. Mese- lenin, meşhur (Plevne kahramanı) ve —mabeyin müşürü Gazi Osman Paşaya te- mas etmesi herkesin hayretini bir kat daha artırıyor.. Abdülhamidin evham ve telâşla sorduğu suallere hiç kimse bir ce- vab bulamıyordu. Yıldız sarayını altüst eden hâdise, şöy- Je başlamıştı... O gün ortalık ağarmaya başlar başlamaz saray hademeleri yatak- larından kalkmışlar.. saray âdeti müucibin €e sabah namazlarını kılmışlar.. mensub oldukları dairelerin temizliklerine koyul- muşlardı, Mabeyin müşürü Ösman Paşanın dal- resine memur iki hademe. Boyâbâdl Hasan ile Mehmed.. bu iki hemşeri, be- raberce paşanın odasını silmiş, süpü müşler.. her tarafı inceden inceye temiz- lemişler.. ondan sonra, odanın yanındaki küçük sofaya geçmişler.. orayı süpürme- ye başlıyacakları zaman, Üst kata çıkan merdivenin basamaklarında büyücek bir zarf görmüşler. Zarfı almışlar. Üzerindeki yazıya bak- mışlar. Heceliye heceliye şu satırları o- kumuşlar: (Mabeyni hümayun cenabı mülükâne müşürü, devletlü Gazi Osman Paşa haz- retlerine arz ve takdim.|) İki hademe arasında şu muhavere baş- lamış: — Mazruf, müşür paşa hazretlerine, — Evet. — Fakat buraya kim bırakmış?.. Bu sual, birkaç dakika cevabsız kalmış. İki hademeyi garib bir düşünce almış. Saray erkânına verilen evrak ve mek- tublar, usulü dairesinde sarayın başkita- bet dairesine gelir, evrak memurları ta- rafından tevzi edilir. Eğer mektublar hu- sus! mahiyette ise, gene kapıdaki yazıcı tüfekçiler vasıtasile bizzat sahiblerine verilir. Mühim şahsiyetlere aid mektub- ların, şuralara buralara bırakılması âdet değildir. Bunu iyi bildikleri içindir. ki, sarayın bu iki eski hademesi, müşür pa- şaya aid bir mektubun böyle merdiven ayağında bulunmasını garib görmüşler; meseleye hiçbir mana verememişlerdir. İki hademe düşünmüşler, taşınmışlar.. nereden ve kimin tarafından geldiği belli olmıyan bu mektubu ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Mehmed: — Mektubu, olduğu gibi bırakalım. Hiç görmemiş gibi davranalım. — Dalre, bize teszlim... Ya, mektubun içinde bir şey varsa.. ya, mektub burada bulunduktan sonra bunu kimin getirdi- 10 ncu sayfada) Hini bizden sorarlarsa?., Gazi Osman Paşa Diye itiraz etmişti. Uzun müşaverelerden sonra, Mehmed işi üzerine almış: — Paşa gelince, mektubu kendisine ve- ririm, Eğer kimin getirdiğini sorarsa, meseleyi olduğu gibi naklederim. Paşa, yiğit adamdır. Olur olmaz şeye kulak as- maz. Diye, büyük bir cesaret göstermişti. Aradan, iki saat geçtikten sonra, Os- man paşa gelmişti. Mehmed, paşanın kahvesini takdim ederken, mektubu da büyük bir sükünetle masanın üstüne koymuş; sessizce kapidan çıkıvermişti. Aradan birkaç dakika geçer geçmez, kahve ocağının zili şiddetle çalmıştı Mehmed, hemen önünü kavuşturarak pü- şanın odasına koşmuş.. fakat daha içeri girmeden, kapının önünde paşa ile kargı- laşmıştı. Rongi, bembeyaz kesilen Osman Paşa, elindeki kâğıdı sallıyarak: — Bu mektub nereden geldi?.. Diye bağırmıştı. Mehmed, Osman Paşa gibi metin bir şahsı bu dercce sarsılmış görünce fena halde şaşırmış: — Bilmiyorum, paşam. Merdiven âya- ğında bulduk. Diye mırıldanmıştı. Osman Paşa, heyecandan — 'boğulacak gibi bir hal almıştı, Öfkeli bir sesle, za- vallı hademeyi isticvaba başlamıştı: — Hangi merdiven ayağında?.. — Bu merdiven ayağında paşam. — Kim bırakmış oraya?. — Bilmiyorum, paşam. Sabahleyin Hasan ile beraber buraları temizlerken orada bulduk. — Sabahleyin sizden evvel daireye kim geldi?.. — Kimseyi görmedik paşam. — Yaverlerden, çavuşlardan gelen ol- madı mı, hiç?.. . — Hiç kimseyi görmedik, paşam. — Eh... Haydi bakalım.. şimdi, ayıkla- yın pirincin taşını... Osman Paşa, hızla kapıyı kapamıştı. Derhal masasının başına geçerek, acele acele Abdülhamide şu arizayı yazmıştı: (Bu sabah, dairet memlükâneme geldi- ğim zaman, hademe Boyâbâdlı Mehmed tarafından yedime bir mazruf verilmiş; zarfın küşadında, derununda bir heze- yanname zuhur etmiştir. Hainane bir maksadla tertib edildiğine şübhe olmı- yan bu mazrufun kimin tarafından geti- rildiği hakkında hademe isticvab edilmiş ise de, alınan cevab, bu ihanetin kimin tarafından yapıldığım tenvire kâfi gel- memiştir. Malümat husulü zımnında iş- bu hezeyanname leffen huzuru şahanele- rine takdim edilmiştir, feriman...) Osman Paşa bu arizaya, - hademe Mehmedin verdiği zarftan çıkan - ve kendisini o kadar heyecanlı bir telâşa sokan kâğıdı da (lef) etti. Bu iki kâğıdı büyük bir zarfa yerleştirdi; bu zarfın arkasını da, beş yerinden mühürledi. Sonra, kendi ağasını çağırarak: — Al şunu. Nöbet odasına koş. Müsa- hiblerden birine ver. Derhal arzetsinler.. çabuk.., Dedi, Osman Paşanın bu arizası, Abdülha- mide takdim edildiği zaman hünkâr, ban- yo dairesile nöbet odasının arasında podası) gibi kullanalan camekânlı salonda, başkâtib Süreyya Paşa ile başbaşa vor« miş.. dün gece Babıâliden gelen mazbata« ları tedkik etmekte idi, Abdülhamid, evvelâ arizaya ehemmis« yet vermemişti. Fakat, takdim eden mü« sahibin: — Osman Paşa kulunuz tarafından takdim edilmiş.. gayet müstacelmiş; e« fendimiz. Demesi üzerine, derhal zarfı açarak içinden çıkan kâğıdlara göz gezdirmişti ve o dakikada, hünkârın rengi bembeyaz kesilmişti. Çünkü, Osman Paşanın arizae sına (lef) ettiği ve (hezeyanname) diye tavsif eylediği kâğıdın münderecatı, Abe dülhamite bir yıldırımdan daha korkung Belmişti. Hünkâr, o tarihte artık (siyaset düzene bazlıkları) nı iyice öğrenmiş, külâh kape mak istiyen birçok açıkgözlerin hilekâre lıklarına vukuf hâsıl etmiş olmakla be- raber, gözlerinin önünde sıralanan siyah satırlar, onu gene tedhiş etmişti. Büyücek bir (takrirlik kâğid) n ikiye bükülmesinden hâsıl olan sayfa üzerine, fronk kalemi ucu ile yazılmış olan bu sa« tırlar, şu kelimöleri ihtiva etmekte idiş Allahın kitabı mübinine, ve şeriatın ahkâmı celilesine hürmet ve itaati olan üman ehline davetname Ey Plevnenin şanlı kahramanı!... Bu davetname ile sana şunu iblüğ ete mek isteriz ki; artık senin yerin Yıldız sarayının levs ve reralet kaynıyan müte hiti değildir. Artık 0 muhit ile elâkanş kes. Zulüm ve istibdada karşı cihad ilân eden ahrar zümresine iltihak et... Bu cte had uğuruna bütün islâm âlemi ayaklana maş.. hey diyardan gönderilen gizli müw rahhaslar Mısırda toplanmış.. ahrar züma Tei naciyesinin muhterem reisi olan Mua Tad beyefendinin riyaseti altında yapılan koöngrede artık zalim hükümdarın salta« mattan hal'i, kat't karar altına alınmışfır, Bu karar, önümüzdeki cuma günü, Fatih camü şerifinde tatbik edilecektir. İcabi edenlere, lâzım gelen tebllgat yapılı muvaffakiyetin temini için, her - türi tedbirler alınmıştır. İşbu emri hayırda, ümmeti naciyei Muhammediye arasındâ bulunman, bir farizai diniye ve bir vazie fel vataniyedir. Muhterem namını dü bâ- lâ edecek olan b davete icabet et, İçtia ma edecek olan ülemayı kirama, asakiri islâma ve ehli imana, muhterem şahsiye- tünle kuvvet ve kudret ver... Davet, bize den.. icabet sizden.. muvaffakiyet, Cenae dıhaktandır. , Bu satırların altında, büyücek kıt'adg bir mühür bulunuyordu, Fakat bu mü« hür basılırken iki tarafa oynatıldığı için, yazısını okumak mümkün olmuyordu. Abdülhamid, derhal çalışmasına hitam vermişti. Önündeki evrakı, elinin tersi ile Süreyya Paşanın önüne iterek: — Bunlar, kalsın. Sonra size habet gönderirim. 4 . Demişti. , Başkâtib, hemen evrakı toplamış, ma-« sanın kenarına koymuş; sessizce salonu terketmişti. * İşte o zaman, artık Yıldız sarayında, d korkunç kasırga başgöstermişti. Her şeyden evvel, iki hademe tevkif ee dilerek ayrı ayrı odalarda isticvaba çe« kilmişti. Sarayın bütün hafiyeleri de, blit gün evvelden itibaren Osman Paşanili dairesine girip çıkanları tahkike girişe mişlerdi. i Osman Paşa, hünkârın kendisini cek bederek bizzat tahkikata girişeceğini üs mid etmişti. Fakat o gün akşama kadar, padişah tarafından böyle bir davet vuku- bulmadığı gibi, ortalık kararırken; Os« man Paşa tarafından: — Efendimizin bir iradeleri var mı? -a Konağıma gidebilir miyim?.. Diye vukubulan istizanına da Abdük hamid hiçbir cevab vermemişti. Onull için Plevne kahramanı, o geceyi saraydâ geçirmişti. * Tahkikat; saray dahilinde, ve saray h ricinde olmak üzere iki kısma ayrılmıştir — (Devamu 13 neü sayfada) —

Bu sayıdan diğer sayfalar: