15 Şubat 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9

15 Şubat 1939 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Talât Paşa Beni Görünce Şaşırdı Koca Göbeğile Yerinden Bir Top Gibi Fırladı, ve Biz Seni Ölmüş, Berhava Olmuş Sanıyorduk,. dedi Bis nöbetçilerini kuş - kulandırmamak o mübarek- yurdun dıvarı dibinde feleğin ters bir cilvesile karşılaşmamak için tedbirli davranmağı muvafık bul dum ve bir çayırlığa sokuldum. Ortalık iyice kararmış, gecenin sessizliği sınır boyunu kaplamıştı. Hafif hafif esen gece rüzgürr nin salladığı çalılar biribirlerile fısıldar gibi hışırdıyordu. — Sindi- ğim çalılıktan silkinerek kalktım. Kırk dakika sonra sınırı aştım. Aylardır ayrılık acılarile yanıp kıv raodığım sevgili yurdumun mis gi- bi kokan toprağına kapandım. Öp- tüm, öptüm. Hudut bölüğü kumandanı yüz- başı Süleyman Bey, beni tanıma- makla beraber çok iyi kabul et- mişti, Edirne polis müdürü ile gö- rüşmek hususundaki dileğimi der- hal kabul ile telefonun mikrafo- nunu elime vermişti (İki dakika sonra polis müdürü Rifat Beye kendimi tanıtırken, maceralarımı kısaca anlatırken yüzbaşı Süley- İman Bey de şaşkın şaşkın yüzü - me bakıyor, sözlerimi dikkatle, bi- rez da saygı göstererek dinliyor- du. O n dört saat sonra Edirnede, poliz müdürü Rifat Beyin odasındaydım. Bu eski ve kadir bilir meslek arkadaşım, iki gün evinde misafir etmek, perişan kı- yafetimi düzeltmek, (o Babaeskiye kadar hususi bir araba, İstanbula kadar yolluk ve harçlık temin et- me. gibi unutulmaz yardımlarda bulunmuştu bana. beki kürpıliyan eş'döğüüh yüzleri ni çok süzük, solgun bulmuştum. Hepsi de beni mgibi zayıf ve der- mansızdı. Yoksulluk, sefillik on - ları da yemiş bitirmişti. Elimi s- kanların gülüşlerinde bile acılık, hallerinde bile ümitsizik seziliyor- du. Kısaca herkes yeisli, herkes İstasyondan bir arabaya atla - mnıştım. Sirkeciden Şeref efendi sokağına kadar sağımda, solumda yüzlerce başi, yüzü sarılı eli, kolu bağlı elsiz, ayaksız, kolsuz, bacaksız kara bahth kar- deşlere rastladım ve için icin ağ- Jadım. kanın Umumi merkezine girdiğim zaman, neye ya - Jan söyliyeyim, biraz şaşaladım. Tanıdıklarım gerçi biraz gamlı, kederli gibi görünüyorlardı am - mma, içlerinden hiç te soluk ve sü- zök yüzlü, cılız ve zayıf vücutlu yoktu. Batar gibi göze çarpan kan dan kızarmış dolgun (o çehreleri, bekleri fırlamış şişkin gövdele- »l ile fırka merkezi bahtiyar in - ait bir klübü daha Ziyade dırıyordu. Harbin yağlandırdı. 44 eliketlerin semirttiği b ko - dzmanlara gölümcüyerek Tali Paşanın odasına girdim, Di ırladı ve haykırdı: sop BL Senin sağlık İle Edir. neye geldiğini, Rilaın telgrafın. pa öğrenince dünyaya bir çocu - gam gelmiş kadar sevindim. Biz EU öldü sanmış, dövünüp ağla - Dedi. Boynuma sarıldı, zayıflık. van pirsiyen vücudümü bağrına yaştı, gigup Yüzümü öpe öye kır zart, göz yaşları ile de islatt. O ön odasına kimseyi kabul etme- “© Fabrikayı nasl uçurduğumu, tam on bir ay, Gn yedi gün süren bu geyahatimde başımdan sedp 'nleri büyük bir alâka ile din- sonra: yedik Oknta,, - fabrikasının atıldığını müttefiklerimizin umu- mi karargâhından öğrenmiştik. Moşkovada, senin hareket ve te - sebbüslerini çok yakından takip eden İsveçli bir Alman O casusu, müvalakıyetini bildirirken senin de fabrika ile beraber © havaya uçanların arasında bulunduğunu yazmış. Uzun zaman haber alama- yınca biz de buna inanmış ve çok yanmış, acinmıştık Sadık. İşte ta- rihe geçtin, müttefikler arasında milletimitin başına da şerefli bir muvaffakiyet çelengi geçirdin. İf- tiharla göğsümüzü şişirdin. Varol kardeşim. Sözlerile gönlümü (almış, göğsüme de bir Osmanlı ve bir de Alman harp madalyası takmıştı. Bu hizmetimin biricik mükâfatı olan bu madalyaları hâlâ sakla - rım. Arasıra içimi çeke çeke ba - kar, felâketle ( nihayetlenen acı günlerin hatıraları ile yüreğimi yakarım. b taharri dairesi baş memurluğu vazifesine tek- rar-başlamış, çok sevdiğim arka - daşlarıma kavuşmuştum. Harp, şehrin hayatında, halkın ahlâk ve âdetlerinde yaptığı | değişiklikler gibi suçları ve suç sahiplerini de başkalaştırmıştı. Polisliğe yeni ve esrarlı sahalar açmıştı. Bilhassa İstanbulda, düş- manlara casusluk etmek gibi bir hainlik yolu açılmıştı ve bu yo - Yun gizli yolcuları oldukça da ço- Zalmıştı, Cephelerde, Çanakkalede bü - tün şiddetiyle yanan harp ateşi - nin tutuşturucu kıvılcımları İs - tanbula bile sıçramıştı. Boğazdan Marmara denizine giren bir kaç denizaltı gemisi, arasıra tepemize gullanan sürülerle düsman tayyare. | ARİANA dırmıştı. Bir takım soysuzların denizal - fı gemilerine gizlice erzak ve ben- zin vermek, telsiz & makinelerile haberler uçurmak suretile düş - manlarımıza hizmet, yurt ve ulu- sa hiyanet etmekte oldukları söy- leniyordu. Bu şayialar İlişikli ma- kamları, tabii pek haklı olarak, çok düşündürüyor, tütizlendiri « mın başında her gün düşünüyor, atılacak bir iş araştırıyordum. Yine böyle düşünce ateşleri ile kavrulduğum günlerden biriydi. Cephelerden birine gitmek, yurt koruyucuları — arasında bir yer edinmek ve biraz da oralarda di - dinmek aklıma gelmişti. Bu ar - zumu bir dilekçe ile âmirime bil. dirmek üzere kalemimi elime al- mış, istiyeceğim cepheyi (o tayin için düşünceye dalmıştım. O es- nada odamı tiz bir feryat ile dol- duran telefonumun (o mikrofonu bir müjde çınlatmıştı kulağıma: — Sadık. Alacağın ikinci bir emire kadar Talât Paşanın emri altında çalışacaksın. Vezifeni baş komisere bırak. Hemen git Paşa- yı gör. “> İki saat sonra, tatlı ve heye- canlı bir hayst kaynağı say- dığım Talât Paşanın odasında idim. Paşanın ak ve pak yüzünü biraz kırışık görmüş, içlenmiştim. Pınarlarından elem sızan gözleri ile birkaç saniye beni süzdükten sonra: — Sadık. Dedi. Bugün bir ara- ik umumi karargâha git. Alman- lar seni görmek, gönlünü hoş et- mek istiyorlarmış. Sana biraz pa- Fa vereceklermiş galiba. Paşa önüne bakıyor, belli ki benden bir cevap, belki de sevinçli bir teşekkür bekliyordu. Fakat bu teklif benim pek gücüme gilmiş; onuruma dokunmuştu. İnanınız sa- yın okuyucularım, Almanların be- ni profesyonel bir çeteci sayma- ları, millet ve memleketimin nam ve şerefine gördüğüm bir hizme- te bedel kabul edecek kadar düş- kün sanmaları pek hırslandırmıştı beni. Ayni zamanda Talât Paşa- nın bu küstahlara uyması ve bu yakışıksız teklife lâyık olduğu co- vabı vermemesi de beni gücendir. mişti. Alnın kırıştırdım, yaşa - ran gözlerimi sildim ve: — Paşam. Dedim. Almanların beni, çeteciliği geçim vasıtası edinmiş bir serseri sanmaların - dan pek acı duydum. Millet ve memleketimin ölçülmiyecek kadar büyük ve yüksek şerefini, Alman- lara avuç açmakla yerlere düşü - rüp süründürmek, herhalde ben- den beklenilmiyecek bir hareket « tr. Bunu sizin de pekâlâ bildiği- nize, yapılan bu yakışıksız teklifi beni denemek için söylediğini?e ve hele Almanlara lâyık olduk - ları cevabı verdiğinize hiç şüphe etmiyorum. “Talât Paşa menunluk saçan bir tavırla güldü. Ve: — Ben. Dedi. Seni bunun için çağırtmadım ki. Sevinçle sordum: — Ya ne için Paşam?.. — Sana mühim bir vazife ver- mek için. Dedi, kalktı ve odanın içinde gezinerek sözüne devam ettit; (Devamı var) öyden çıkalı tam kırk beş sene olmuştu... Hey: sele kapılmış, bir saman çöpü gibi şehirden şehire, kasabadan kasi - baya, sahilden sahile almış, gö - türmüş, sürüklemişti.. Fakat, iyi veya fena bir tesadüf, onu, kendi köyüne, doğduğu, gençliğinin ilk yıllarını yaşadığı topraklara, biraz olsun, yaklaştırmamışıtı Çıktığı gündenberi, köyünü öz- lemişti. Rüyalarında onu görüyor, istikbale ait bülyalarını hep onun üzerine kuruyordu. Askere gitmiş, tezkere alınca - ya kadar. dolaşmadığı hudut bo- yu kalmamıştı. İstibda) olunca, eski âmirlerinden birinin bulduğu işe girmişti. Köyde, ne bu para- yı kazanabilir, ne de bu hayatı bu- labilirdi. Aradan kırk beş yıl geçmiş ol- masına rağmen, köyünü, dün çık- mış gibi hatırlıyordu. Ah, orası, ne şirin, ne güzel bir köydü. Yeşil zeytinlikleri, uçsuz bucaksız mer'alarile cennet gibi idi Akşamları, ölü dalgalar kıyı lara sokulurlar. güneş. arka sırt- taki değirmenlerin beyaz kanatla- rını kana boyıyarak, ağır ağır çe kilirdi, Küçücük beyaz camiin bodur minaresinden ezan sesleri, köyün durgun havasında titrek akislerle İ ovaya doğru dalgalana dalgalana uzanır, sönerken, çarşıdaki dük - kânlar kapanır, ekserisi tek kat, tahta, basık evlerin pencerelerin- den ışıklar yanardı. Ali Osman, kırk beş yıl ayrı - lıktan sonra bile, akşam ezanları- İ nin sesini duyuyor, dükkânların nasıl kapandıklarını, ışıkların na- sıl teker teker uyandıklarını gö « rüyordu. HEK EGÜUTLERİ KARIN AĞRILARI Gerçekten sağlık halinde bah- tiyar İnsan karnım hiçbir tarafi- Karnmın maz, Yediği yemekleri hazmetti- inden haberi olmaz, böbrekleri işlerken hiçbir rahatsızlık Over- mezler. Kadın da olsa muayyen günlerinde bile hiçbir sancı duy- maz. Karnın bir tarafında kendi kendine, yahut üzerine basıldığı vakit ağrı nca eğri olan yerdeki uzuvda bir bozukluk, ra- hatsızlık var demektir. Bereket versin ki, ağrının şid- deti bozukluğun şiddetine delâlet etmez. Meselâ en sik ve en cok râ- hatsızlık veren barsak ağrılarmda İnsan barsaklar gibi sıkılıyor, bü- külüyor, yahut yırtılıror gibi izti- rap çe)-r. Onu hafiletmek için Iki büklüm olur, türlü türlü ve acaip vaziyetlere girer. Tabii, hu ntıraptan dolayı merak ta eder. Halbuki bu kadar şiddetli ağır ba- yağı bir hazımsızlıktan da gelehi- lir. Karam üzerine sicak suya ba- tırılmış bezler konulunen geçer... Zaten böyle yapmadan da biraz gurultudan, gazlar çıktıktan, ya- hut kendi kendine gelen bir İshal- den sonra geçen karm ağrıları da çoktur. Barsak ağrısınm, barsak dü- Zümlenmesi, yahut kurşundan 7e- hirlenme gibi ağır bir hastalıktan ileri geldiğine hükmedebilmek İ- çin ağrının yanısıra başka alâmet- ler de bulunmak ağrılarınm en çoğu ehemmiyetsiz olanlardır. Karaciğer tarafından gelen ka- rın ağrıları da çok itirap verir. Karaciğer ağrısı safra yolunda büyük bir kum parçasınm, hir saf- ra taşının çıkamamasmdan İleri gelir. Ağrı sağ tarafta, kaburga kemiklerinin altımda, bazılarında boş böğürde, yahut göbeğin etra- fında başlar. Ağrıyan yerin üzeri- ne basılınca ağrı siddetlenir, Ora- $ı vırlılacakmış gibi olur. Ağrmın kendi kendine sağ omuza doğru yayıldığı da pek çoktur. Bu ağrı- nın da üzerine sicak suya batırıl- mıs bezler konulunca havlice ha- fifler. Sıcaklık taşın safra yolun- dan geçmesini kolaylaştırır. Böhrek tarafımdan gelen ağrı da gene orada hasıl olan bir taşm böbrekten mesaneye giden idrar yolundan geçememesinden İleri gelir ve pek şiddetli olur. İnsan karnmın derinliğinde yanan ya- hut yırtılan bir şey varmış gibi hisseder, Ağrı mütemadi olmakla beraber arada sırada artar. Baş- langıcı böbreğin bulunduğu yerde olduğu halı kasıklara doğru yr- banyo varsa hemen si- girmeli, yoksa ağrıyan yere gene sıcak suya batırılmış bezler koymalı... Apandis iltihabından gelen ka- rım ağrısını raftaki büyük kalen kemiğinin siv- ri ucu arasında farzedilen cizgi- nin tam ortasındadır. Oradaki rıya sıcak su olmaz. Onu he: hekime göstermek lâzımdır. Mide ağrıları da İnsanı pek sik rahatsız eden ağrılardandır. Bu ağrılar sebepleri pek cok oldu- undan huzün onları hulâsa etmek kabil değildir. Mide ağrılarına da sicak su çok defa İyi gelir. Bayanlarm bircoğunda, en zi- yade genç kızlarda, muayyen gün- lerde çocuk yatağının bulunduğu yerden ağrılar gelir. O günlerde bez yerine pamuk tutunmak, cok defa, ağrılarm önünü alır, Evli Bay: lunduğu yerin İki tarafından #6- len karm ağrıları yumurtalıklarda iltihaptan ileri gelir, Onları geçir mek İcin mütehassıs hekime teda- lar, , karam risinde değil, üzarlade, derine 2 ve yahut o altında gibi olur. Bunlar bayağı sinir sirke. Sağa Mi sonra, iste ol karında da özle sinir ağrıları Ve e Bir de, midenin etrafı sıkılıyor. muş gihi ıztirap veren karın ağrısı vardr. Bu türlü ağrı pek ehemmi- yetlidir. Buna sebep olan hastalığı İeşhis ettirmek için miitehassıs si. nir hekimine muayene edilmekie İhmal etmemelidir. KÖYÜNÜN YABANCISI Yazan: Mahmut YESARİ Köyde, emmisinin oğlu Çalık Mehmet vardı. Çalık Mehmet, iki koldan miras yemiş, kasabada sa- yısız mala konmuş, tüylenmişti. Ali Osmana mektup yazıyor, onu, kö- ye çağırıyordu. Or göreceği geldiğinden çağırmadığını. çağırmıyaca- ğım Ali Osman, biliyordu. Varli- ğını gösterecek, övünecekti. Ali Osman, Çalık Mehmedin mektuplarına cevap veriyordu, © kadar... Fakat Çalık Mehmet, ölün- ©e bu kuruntusu kalmadı. Çalık Mehmedin oğlu Yusuf, nişanlanmış, düğüne Ali Osmanı da çağırıyordu. Ali Osman, buna, sevinmişti, Köye gidecekti. Yalnız, aradan yıllar geçmeden kararını vereme" di. Köyde, hiç değilse, bir sy ka- Jacaktı. Vapura bindiği gün, kalbindeki tam kirk beş yıllık daussılann ağ rısı, sızısı diner gibi olmuştu. Köyü, nasıl bulacaktı? Kırk beş öcumie, Büy hu, değişmemiş vlumazi kabil miydi? Fukat ne kadar de - Bişse, rüzgürlarmın kokusu, de » nizinin rengi, güneşin kızıllığı de Bişmezdi. Hep eski tanıdıkları, birlikte gezdiği, koşup oynadığı çocukluk arkadaşlarını düşünüyordu. Onları bulacak, şaşırtacak, karşılıklı kah- kahalar atacaklardı. Eskisi gibi, bir kayığa atlayıp balığa çıkacaktı, Değirmene gi - dip Hasan baba ile yârenlik ede- cekti, Topalların Recep, ne şaşıracak- tı kim bilir? Ona ettiği muziplikle- Ti hatırladıkça, kendi kendine gü- Tüyordu. Yalnız Topalların Recep mi? Aktarın Sıtkı, Uncunun Abdul - lah, Tekinlerin Memiş... Sarı Ay- şe... Çıkrık Emine... Hep eski ar. kadaşlar, komşu çocukları... Köyde, arabadan inince, etra fına baktı. Burası, yepyeni bir kasaba idi. Evlerin ekserisi iki katlı ve boyalıydı. Çarşıdaki dük- kânlar da, tamir görmüşe benzi yorlardı. Çalık Mehmedin oğlu Yusut, Ali Osmanın koluna girmişti. Ali Osman, herşeye, ayrı ayrı dikkat ediyordu: — Tekinlerin Memiş, hesabı öğrendi mi acaba? Babası, hep te- kaza eder dururdu. usuf, ona, hiç.revap vermi > yordu. Gece, sofraya otur. dular; Ak Osman, bir çocuk gib! neş'oliydi” — Yarın, köyü bir kolaçan ede- yim. Yusuf, gülümsedi: — Emmi, ben, seni gezdiririm. — Yok oğul... Ben, köyümü ka- m Ve sabahleyin, herkesten evvel kalktı, sopasını aldı. sokağa çık - tı, Vakit erken, daha dükkânlar, yeni açılıyordu. İşte Attarın Sıtkı- nın evi, karşısındaki kara tahta evdi, Kapıyı çalıp soracaktı. Başörtülü bir kadın kapıyı 86 - A5 — Kimi istiyon ki? — Attarın Sıkı, evde mi? Kadın, Ali Osmana acayip aca- yip baktı: — Burada, öyle adam yok, de- di, kapıyı kapadı. Ali Osman, düşündü; Attarın Sıtkı, evi değiştirmiş olmaliydi! Yoluna devam etti. Değirmene g- den yolun alt başındaki dükkân, yeni açılıyordu. Tahta kepenkleri sırtlayıp içeri giren kır saçlı ağ ma yaklaştı: -—— Memiş bel. Tanımadın mi; ülen? Kır saçlı adam, bana mi soru - yorsun? demek ister gibi süzdü. — Hele hele, tanıma bakayım. Ali Osman be!.. Çakırların Ali Os- man... Daha da tanımadın mı? — Tanımadım. — Ya!7, Burası, Tekinlerin Me- mişin dükkân değil mi? Anladım... Tehinlerin Me » miş, dükkânı Hurşitlere devret - mişti, ben de ondan satın aldım. — Peki, Tekinlerin Memiş ne - rede? Kır saçlı adam, mezarlık tara- vadisler vardı? Sarı Ayşenin evinin kapısı önünde Iki çocuk, toprakla oynu - / yorlardı. Ali Osman, çocuklardan büyüğüne: — Ayşe nine, nerede? Dedi. Evin içerisinden bir kadın sesi cevap vermişti: Ki Hangi Ayşe nineyi soruyon — Hacıların Sarı Ayşeyi... İçerden ses veren kadın, başı- m uzattı, hayretle Ali Osmana baktı: — Sarı Ayşe, Harmanlıya ge- lin gitmişti. Orada sizlere ömür... — Sarı Ayşe, öldü ha? — Yirmi yıl oluyor... Kemikle- ri bile kalmamıştır. AN Osmanın neş'esi kaçmağı Daşlamıştı. Uncunun Abdullahı görecekti. Dükkânına uğradı. Çı - raklar, güldüler: — Abdullahı soruyor, be? Yet- mişinde öldü 0... Yedi yıl geçi - yor... Sen, ne diyon emmi? Ali Osman, artık sormadı, sor- mağa cesaret edemedi. Köyde, ne bir ahbap, ne bir tamdık kal mıştı. Köy mü ona yabancılaşmış- tı, yoksa, o mu köyün yabancısı olmuştu... Omuzları düşük, eve döndü: — Oğul, kasaba treni kaçta kal- kıyor?.. Vapur beklemesi zor... — Ne var emmi? Hemen gidiş mi? Hani bir ay kalacaktın? Ali Osman, içini çekti: — Bir ay, çok uzun... Bir gün- de, göreceğimi gördüm... İstanbu- Yu özledim... Sen, sen arabayı koş- turt, kasabaya gideyim...

Bu sayıdan diğer sayfalar: