18 Nisan 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9

18 Nisan 1939 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

18-4-939 nl Tl alm > Ahmet RızaB.Meyus Görünüyordu Tefrika No.18 Damat Ferit Bu Halden Şaşırmış, Sendelemiş, Geri Geri Çekilerek Koltuğa Yığılıvermişti — Biraz övvel. Demişti. Yarn. buraya taşımılmasını irade ettiğim gok iyi olmuş değil mi paşa?.. Ge- leceğiniz akşam, Malta kapısın- da bir bekçi ile musahip Mazharı bekletirim. Bu gibi işlerde o kapı- dan girilmesini, bahçe yoliyle ha- rem dairesine © gelinmesini daha münasip görüyorum. Nasıl muva- fik mr? — Elbette efendimiz. Bu gibi teşebbüsatı şahanelerinden mabe- yin halkı da haberder olmazlar, Çok muvafık, çok münasip Şev - ketmeabım. 334 yılı ikinefteşrininin on dokuzuncu günü nemli ve soğuk olduğu kadar da gamlı: bir sabah ile başlamıştı. Memleketi saran korkunç ve âkıbeti meçhul mübhemiyet gibi İstanbulun ber tarafını da kopkoyu bir sis kapla- mıştı, Milletin matemine sanki se- ma da iştirak etmişti. o Havadan göz Yaşları gibi çiy damlıyordu. Hain Ferit, yalısının misafir sa- Jonunda, şöminenin © uyuşturucu sıcaklığı karşısında bir şezlonga uzanmıştı. Elindeki gazetenin, bir gün evvelki meclis müzakereleri- »in yazılı bulunduğu sütuna gözü- nü dikmiş, kaygılı bir vaziyette düşünüyordu. Tevfik paşa kabinesi o gün me- busan meclisinden itimat reyi ala- mamıştı. Çok gürültülü, üzüntülü ve uzun bir celseden sonra, ekse- riyet kalmadığı için müzakere er- tesi güne bırakılmıştı. Hain Ferit düşünmekte haklıydı. Çünkü, hün- kâr ona Tevfik paşadan sonra sad- razâm sensin dememiş miydi ya, İşte Tevtik paşa, geçen defaki gi- bi beceriksizlik yapmamış, bu de fa kabinesini teşkile muvaffak ol- muştu. Fakat, itimat dileği ile hu- zuruna çıktıği mecliste umumi bir hoşnutsuzluk, daha doğrusu açık bir isiskal ve itimatsızlıkla karşi- lanmıştı, Meclis kabineye karşı timatsızlık göstermekte ısrar etti- ği takdirde vaziyet ne olacaktı?, Şu sırada kendisinin bir kabine teşkil etmesine maddeten ve kati- yen imkân yoktu. Çünkü, kabine- sine alacağı kendi gibi kara yüzlü yoldaşları hâlâ İstanbula geleme- mişlerdi. Bu hürriyet ve itilâf fır. kasının lider ve âzaları da ne ten- bel, ne uyuşuk ve ne beceriksiz adamlarmış meğer. Padişah hazretleri, fevkalâde bir lütuf olmak üzere, hepsine de ayrı ayrı mektuplar ve yolluk için bol bol harçlıklar gönderdiği hal- de, miskinler gibi hâlâ bulunduk- ları yerlerden kımıldıyamamışlar- di. İçlerinden iyi, kötü ( bir kaçı $u sırada İstanbulda bulunmuş ol Salardı, işte şimdi pekâlâ bir ka- - bine kurmak, çoktanberi hasret ve iştiyakla beklediği devlet ku- şunu başına kondurmak müm * kün olurdu. Memleketin böyle fe- lâketler içinde kıvrandığı bir za- manda, padişahın davet ve irade- sine karşı bu kadar ağır davran- mak özürlü görülecek, atfedilecek hatalardan değildi doğrusu. Yap- tıkları âdeta saygısızlık, açıkças nankörlük değil de neydi ya?.. H ain Ferit düşündükçe hırsla- piyor, kaşını, gözlerini 0y- Ratarak kendi kendine bir deli gi- bi söyleniyordu. Tam bu esnada âyan reisi Ahmet Rıza bey sâlo- hun kapısında görünmüştü. Tuhaf değil mi, oda neşesiz, renksiz, gözleri fersizdi. Ferit hemen ye * rinden firlamıştı. Kapıya kadar koşup sevdiği misafirini karşıla - muştı, Elini sıkarken dikkatle yü- Züne bakmış ve merakla da sor- Muştu: ğ iş olsun Beyefendi har- retleri. Renginiz pek uçuk. Rahat- Siz misiniz, yoksa bir şeye mi'ca- Diniz. Ahmet Rıza Bey — Hemde pekçok ekselâns, Duymadınız galiba? Ferit, işiteceği kara haberden âdeta korkmuş gibi adım, adım geri çekilmişti. Büsbütün alıklaş- mış, büyüyen gözlerile Ahmet Ri- za beyin yüzüne ( bakakalmıştı. Yutkuna yutkuna ve zorla; — Aman Beyefendi hayrola. Yoksa bir felâket haberi mi?.. Diyebilmiş ve bir koltuğa düşer gibi sendeleyip (o gömülüvermişti. Ahmet Rıza bey de yelsli bir ta- vırla otururken: — Galiba, demişti, Dün Tevfik paşa hazretlerine yapılan muame- Jeyi işitmediniz. Çok gürültülü bir celse olmuş. — Ben de şimdi gazetede gör- düm monşer. Evet gürültülü” bir celse olmuş. Fakat, netice ve kâ- rar bugüne kalmış. — Öyle ekselâns. Hiç yoktan, memleketin felâkcili ozamanında yine bir buhran çıkacak başımı - za, Rica ederim, sırası mı. şimdi böyle şımarıklıkların . . — Evet, bugünkü müzakerede dünkü gibi gürültülüye boğulur - sa, buhranın vukuu pek tabil mon- şer. Fakat, bu adamlar memle- kete, millete hiç acımıyorlar mi acaba?. . Ahmet Riza bey acı acı gülmüş ve: — Ona ne şüphe ekselâns, de- mişti. Hayretler ve teessürler işin- deyim paşam. Şu büyük felâket - ten, musibetten de uslanamadık. Bir ibret dersi alamadık. flIâlâ fırkacılık ve hâlâ entrikacılık btü- tün bız ve hirsiyle devam ediyor. Bilmem siz nasıl düşünüyor ve bu harekete ne mâna veriyorsunuz. Bendeniz Tevfik paşa kabinesine karşı yapılan bu muameleyi doğ- rudan doğruya zatışahaneye mü- teveccih bir hareket gibi görüyo- rum. Dün meclis müzakeresinin bu şekli almasında bazı gizli elle- rin âmil olduğunu da öğrendim. Çok ciddi tedbirler ve cezri hare- ketler ister İlk fırsatta bu mecli- si dağıtmak lüzum ve vücubu ar- tık tahakkuk etmiştir paşam. Cü- Zi bir tereddüt, emin olunuz, itti- hatçılığın tekrar ihyası gibi mil let ve memleket için korkunç bir netice verebilir, M eclisi dağıtmak fikriyle, ba- zı gizli ellerin mevcudiye- ti haberi Ferldi hayrete düşür- müştü, düşündürmüştü. e Çünkü, bir hafta evvel hünkârın arzusile, meclisin kapatılması meselesi ü - zerinde fikrini yokladığı zaman, Ahmet Rıza bey buna şiddetle mu- halefet etmişti. Böyle bir teşeb- büsün, milletin kanı ve canı pa- hasına oelde edilen meşrutiyeti boğmak, istibdadı canlandırmak demek olacağından acı acı bahset- mişti, Hattâ hünkâr irtica İle it- hama bile cüret edecek kadar İ- leri gitmişti Bu adamcağızı bir halta içinde fikrini (o değiştirten, kıpkızıl bir meclis düşmanı edi- veren #ebep ve hâdise ne olabilir. di acaba?.. Ferit iste buna bir lü akıl erdirememişti. Yalnız na- sılsa bugün biraz kurnazca dav - ranmış, meclisin kapatılması me- selesine karşı kayıtsızlık göstere- rek muhatabını dillendirmek yo- lunu tutmuştu. Asıl fikrini işgal eden gizli eller meselesini oşele - meyi daha uygün bulmuştu. Ve yapmacık bir telâşla sormuştu: — Affedersiniz iyi anlıyama - dım. Bu işte gizli eller mi âmil oldu, buyurdünuz?.. Ahmet Rıza bey ciddiliğini art. tırmış, biraz da heyecanlı bir ts- vır takınmıştı. Tasccüp ifade eder gibi dudağını ısırmıştı. Ve biraz yüksek sesle: — Hayret, demişti. Meclisi ka- rıştıran ellerden sahi haberiniz yok mu paşam?. . — Emin olunuz ki, yok, beye - fendi, hmet Rıza bey sinirli ve se- Tİ bir hareketle ayağa kalk- mış ve bağırmıştı: — Öyleyse, bravo diyeceğim ek- selâns, Mustafa (Kemal Paşanın yıldırım ordüları © grup kuman- danlığından istifa edip İstanbula geldiğinden haberiniz yök mu ri- ca ederim?.. (Devamı var) TAN ——şğ—— —— — — - - »222333223223223232333737723333333333733332333 Xx A A RK A a HİKAYE a A A A . . . Lİ . A » Yol Ver Denizci! Gemici Geliyor! ? ? Yazan: Halikarnas Balıkçısı ? 3323333333330 İİİ pen beş altı gündür, do- Bum sancısile kıvranıyordu. Fakat çocuğu bir türlü doğuramı- yordu. Doktorun çocuk doğurma- ya mahsus lâvtası, şusu busu yok- tu. “Kadını scele kayığa bindirip Rodosa götürmezseniz, kadın da gocuğu da mutlaka ölür” dedi. Fatmanın hisim akraba ve konu komşusu, o küçücük şehrin lima- ni kıyısına sıralânan gemici kah- velerine koştular, asık tavanlı gemici kahve- lerinde gemiciler prafa, alt- mışaltı ve fitil oynuyorlar, Nargi- le tokurdatıyorlar, içtikleri sişara- ların izmaritlerini yerlere atıp to- puklarile eziyorlardı. Dışarda ise yetmiş yaşındaki ihtiyarların bile bir eşini daha hatırlamadıkları, ko ca bir fırtına asırler görmüş ulu a- | Baçları saman çöpü gibi kırıyor, yere çarpıyor, çiğniyor; denizlere dumanlar attıriyordu. Fatmanın kahvelere koşan soyu sopu gemicilere vardılar. “Haydi kalkın! Rodosa gideceğiz!” dediler, Gemiciler omuz silktiler, “Rodos- ta iki kere ikinin dört ettiği gibi sultan olacağımızı bilsek bile li- mandan demir kaldırmayız. Deli misiniz yoksa? Bu havada çıkmak boğulmak demektir. Şu kasırgaya avuç kadar yelken göstermeye ge! RA A İL KAYBEDİLEN İNANÇ... Çok ıztırap çektiği lâlince Do- lor diye imza etmesinden belli o- lan bir Bayan okuyucumuz zaze- teye bir mektup göndermiş. O ka- dar ince bir duygu ile ve o kadar güzel bir üslübda yazılmış ki, bu sütunlarda buna verilen yer mü- sait olsa; mektubun teknilini buraya yazardım, edebiyat dedi- ğimiz o uçsuz ve bucaksız deniz de, pırlania gibi parlıyan bir kat ra daha kazanmış olurdu. Buna imkân göremediğim için ancak bir iki fıkrasını gösterebueceğim. Sa yın okuyucumuz; — Hasta bir ciğer. Hasta bir mide için değil, ( kaybedilen bir inancın iç sızısı için çekiyorum... Diyor. Edebiyat dilinde kayhe- dilen inanç ne demek olduğunu şüphesiz tahmin ediyorsunuz. Ben edebiyat dilini © söyliyemediğim için güzete dilinde kısaca anlata- cağım. Bayan okuyucumuz bir in- #ana gönül vermiş, halbuki o in- san okuyucumuza — “Dostumsun,, dediği günlerde bir başkasına da “Ben onunla alâkadar © değilim,, demiş. Eski zamanlarda, böyle iki Bayanın birden gönlünü kapan er- kekler, ikisine de birer mavi bon- cük hediye ederek; — Mavi boncuğum kimde ise. Dedikleri halde şimdikiler ne- dense acemilik ediyor da tehlikeli sözler sarfediyorlar. Ben okuyu- cumuzun yerinde olsaydım da hakkımda böyle bir söz sarfedil- miş olsaydı, o hereainin kimseyle alâkası olmaz diye düşünür ve gü- ler geçerdim, Fakat sayın okuyu- cumuz henüz pek genç olacak ki, bu söz üzerine o İnsana inancını birdenbire kaybetmiş. İnancın ye- rinde sızı kaldığını söylüyor, şimdi; — Nasıl edeyimde bu sızıyı duymuyayım, bu güzel hahar için- de güzel hislerin hasretini çekmi- yeyim derman soruyor, Bu £ dilinden benim anlıyahil- diğim şey sevginin henüz geçme. miş olmasıdır. İnanç dediği sevzi- nin karşılığı olduğunu zannetme- sidir, Öyle olmadığı anlaşıldıktan sonra kalan sızı değil, yalnız bir taraflı sevgidir. İstediği de bu bir taraflı sevgiden kurtulmaktır, Yani, ötedenberi bildiğimiz aşk hastalığı... Bu da, şüphesiz, dünya- da en çok yayılmış hastalıktır. Ba- zıları en:çok duyulan 12- tırap karın ağrısıdır,diye iddia «- derlerse de aşk ızlırabı ondan zi- yadedir. Bir aralık, bazı hekimler aşk hastalığımı da karın ağrıları yibi müshil ilâçlarla tedavi ediyorlar» dı. Aşkın da hormon iki olduğu ân- laşıldığındanberi artık © âşıklara müshül gi işiti Vaktiyle burada horm. ü zerine yazdığım yazılar hatırınız- da kalmışsa, siz de biliyorsunuz | ki, aşk duygusunu verenler ka- dınlık ve erkeklik hormunlarıdır... Unutulmak © istenilmiyen, devası hiç bir vakit aranılmıyan büyük aşkı söylemek istemiyorum. Onun nereden geldiğini kimse bilmez. Fakat bir aşk duygusu — yahut sızısı — unutulmak istenilince, bu âşk hormon aşkı demektir. Bunun deyasına gelince, hasta- lık erkeklerde olunca tedavisi ko- lay olacak gibi görünür. Çünkü lâ- boraluvar tecrübelerine göre, bir erkeğe dişilik hormonu şiringa €- dilince, erkek apışıp kalıyor. Bu tecrübenin insanlara da tatbik e- dildiğinden henüz haber çıkma- dıysa da, bir gün çıksa gerektir. Fakat kadın aşkının erkek hor- monu ile tedayi edildiğine dair şimdiye kadar hiç bir tecrübe ya- pıldığını bilmiyorum. Belki teerü- be yapanlar erkek oldukları ve er- kekler kadınların aşkına inamrua- dıkları için. Şu halde, kadın aşkımın da hor- monlarla devası bulumuncaya dar eski usulde deva aramak z4- ruridir. Eski usulde de, biri Lâtin Şairi Ovid'in sağlık verdiği usul vardır. Lâtince bilen okuyucumuz bunu okumuş olsa gerektir, Fakat bunu kadınlara sağlık vermek çir- kin, pek çirkin olur. Çünkü şair, bir kadının sevgisinden kurtulmak için bir tane daha sevmeyi tavsi- ye eder, Öteki deva, eski hekimlerin söyledikleri, kolleksiyon toplamak devasıdır; Pul kolleksiyonu, kolleksiyonu, Bayanlar için İski pin kolleksiyonu, cicili düğme kol- leksiyonu toplamak:... Alay — ediyorum sanmayınız. Kolleksiyon toplamak çok zaman ir, İnsan kolleksiyon topla- mağa zihnini bağlar gıca, zamanın. geçtiğini duymaz. i Kaybedilen inancın bıraktığı iç. | " diye bağırdılar. Gene iskam- billeri masaların üzerinde şaklet- maya devem ettiler, Fakat ölmek- te olan bir anayı ve çocuğu kurtar- mak için Rodosa gidileceğini du- yunca, bu sefer bütün gemiciler hep birden ayağa kalktılar; ve hepsi de gönüllü olerek gitmeye lkaştı Yipanm iki yüz kayığının i- çinde en denizcisi ve yollusu Davut kaptanın “Yatağan” adlı tirhandiliydi. Fakat iki üç yüz tay- fayla gidemezdi. Gönüllü gemiciler arasında yirmi tanesini kur'a çe- kerek ayırdılar. İhtiyar Hüse; rin arasındaydı. On iki çocuğu tâ nedenberi büyük yel kenli ile seyahat etmeye can ati- yordu. Açik denizlerin kokusunu kapmaması, ve kendini denizcili- ğe vermemesi için, bâbası kayı- ğa binmeyi ona yasak etmişti; Ço- cuk “Yatağan"ın Rodosa gidece- ğini duyunca, kayığın palamarın- dan tırmanarfk, usulcacık kayığa girdi; ve başaltına saklandı. in dede de bunla- vaşındaki Portman teskereyle gemiye taşıdılar. Kayığın ambarı. na koydular. Fırtınaya reğmen ka- yığın bütün yelkenlerini açacak- lardı, Çünkü kadını ölmeden ey- vel yetiştirmek lâzımdı. Yelken- leri issa ederken yirmi gemici hep bir ağızdan “Savulun dalgalar, en- gine gidiyoruz! Yol ver deniz, biz gemiciler geliyoruz!..” şarkısını tutturdular. Tam pupa gidilecekti. Ön ve arks direklerin büyük ran- da yelkenlerinin birini sancak ö- tekisini iskele tarafına, ayıkulağı açtılar, Bu iki yelkenden maada bez namına kayığın ne kadar ka- Badı varsa hepsini üstüste gerdiler. “Pupa kasırga, yarı Jimanlıktır,, diyorlardı. Sağanaklar yelkenle- rin. içine atılınca, bütün güverte çatırdadı. Direkler kamçılar gibi öne iğildiler. Atılan bir topun du- manları içinden kızıl alevin şim- şeği nasıl çakar da, dumanları a- şarsa, “Yatağan” da tozu dumana karıştırarak öyle firladı. Serpin- ti bir yangının ateşleri gibi direk İ uçlarından daha yükseğe savrulu- yordu. O kapkara fırtına içinde, gemi zındanda öten bir kuş gibi idi; Gülüyordu, sevinç çığlıkları salıyordu. Uçuşile renk üzerine renk açıyordu. Provası sevgilisinin gerdanına gömülen sevgi ve sevinç gibi bembeyaz harlıyan köpüklere boğuluyordu. Kayık böyle sallanırken, Hüse- yin dedenin oğlu gizlendiği yerden meydana çıktı. Artık onu geriye veyahut dışarıya koğamazlardı ya! Birkaç tokat ve tekmeye ise çok- tan razı idi. Kızmasına babsı kız- dı, fakat darılmanın, azarlamanın ambara iniyorlardı. erteye sevine sevine dönüyor- lar, ve kadinin hâlâ sağ olduğu- mu dişini sıkıp gayret etmekte ol- duğunu ötekilere müjdeliyorlard. Ar yolun çoğu aşılmiş, azı kalmıştı. Sömbeki adasını rım saat sonra Rodosta limana de- mir atacaklardı. “Yatagan” sulara kıvılcımlar atafak, burundan fır- ladı. Fakat neydi 0? Bütün gözler dehşetle faltaşı gibi açıldılar, Tari önlerinde ve pek yakınlarında, kapkara bir tornad; devâsâ bir to- paç, bir huni gibi dikiliyordu. De- niz mürdkkeptenmiş gibi kararı yor ve canlı imiş gibi de ufuktan ufka kadar tiril tiri) titriyordu. Hortum arasıra fırıl fırıl burgaç- lanıp, helezonlanırken, titriyor, bel çalkalıyor, daralıyor, yıktlası geliyor, genişliyor, fakat bozulmu- yor, denizleri olduğu gibi emi yor, soluyor, içiyor, bulutlara çıkarıp, oradan dört tarafa savuru- yordu. Denizden başlayıp göklere varan bu kara ejderin karşısında kayığın bir toz parçası kadar hay- siyeti yoktu. ir ümitleri vardı. Kayık tam tornad'ın içine dala cağı zaman, onun içine bir bomba atmaktı. dinamitin sadmesile, fakat asıl infilak neticesinde hasıl ola- cak gazlarla, hortumun içindeki boşluğu doldurarak, onu berhava etmek vardı. Bombayı hazırladılar, Ambarda yatan kadının ölüme gittiğini duymaması için gene hep bir ağızdan “Yol ver deniz, gemi- ci geliyor!” şarkısını tutturdular. Yüreklerimiz patkyacaksa şarkı ile pPatlasin diyorlardı. Yirmi gemici ve bir de Hüseyin dedenin oğlu güverteye kırk iki topuk vuruyor- lardı, vezne göre başlarını salli- yorlardı. Denizin gürleyişini, tor- nadın hışıldayışını, savruntuların şakırdayışını, rüzgârm çığlığını şarkılarile boğuyorlardı. Ambarda- ki kadına ölüme değil, fakat selâ- mete varılmakta bulunulduğu duy- gusunu veriyorlardı. Hiç olmazsa onu $on dakikaların işkencesinden kurtarıyorlardı. Fatma artık lima- na varılmakta olduğunu sanarak gülümsüyordu. Davud kaptan elde dümen eke- si, bir mermer sütunmuş gibi dim- dik duruyordu. Tornad'a bakan gözlerinden sanki ateş çıkıyordu. Dudakları bir çelik tel gibi gerili idi. Kerpeden gibi kıstığı dişleri nin iki sırası şimşek çaktıkça ağa- rıyordu. Denizde feci bir yoksul- luk hali vardı. İhtiyar Hüseyin dede oğlunu bağrına bastı, “Ah, yavrum, neye geldin?,, diyecekti, Fakat demedi. “Söyle oğlum! hay- kır, benimle beraber haykır, “yol ver deniz gemici geliyor!" diye söyle, diye haykırdı. Çocuk güle güle olanca sesile şarkıya karıştı. Büyük insanların sesleri arasında çocuğunki, yürekte cız eden ince bir tizdi. YYrtasın ap ak bir kartal gi bi geniş kanatlarını açmış kuduran denizleri paçavralar gi- bi yırtarak, vahşi vahşi saldiran sağanağın yüzlerce çığlığı ve bütün hizile o kapkara dehşetin üstüne atıldı, Bombanın tarakası bulut- ları sarsdı. Fakat tornad'ı kırama- dı. Gemicilerin avâz, hattâ dina- mitin çakışından daha üstün har- ladı. Tornad gemicileri, sanki on- lar bir güz yaprağı imişler gibi, yükselen şarkılarına ve uçan yel kenlerine dolaya dolaya havalara savurdu, “Yol ver gemiciye!" diye öten şarkı * bulutların gürliyen şimşeklerine karıştı. Tornad bütün armayı bütün gü- verteyi silip süpürmüştü. Bütün tayfayı işitilen ve sönen birer mu- siki notası gibi alıp götürmüştü. Fakat bombanm tesirile olacak kayığın teknesini kaldıramamıştı. Ambarda Fatmanın “Dur yavrucu- Sum, sus yavrucuğum,, diyen sesi- ne bir dakika evvel doğurmuş oldu- ğu insan yavrusunun ağlayışı ka rışıyordu. Bozulan hortumun gök- lerden inen sularına, bulut arah- ından çakan güneş alâimi sema- nın renklerini salındırıyordu. “Yol ver deniz! Gemici geliyor!,, şar- kısı yeni d o

Bu sayıdan diğer sayfalar: