18 Mayıs 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 8

18 Mayıs 1939 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 8
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Türk Safosunun Haydi” TEFRİKA No. 45 Sarı Selim ölmüştü Padişahlık da Murada Kalmış, Sokullu Manisa Sarayına Haber Yollayıp Onu Tahta Davet Etmişti Hattâ hekimlerin bu üç nesneden birini kendisine yasak etmeleri ih- timalinden korktuğu için derdine derman da aramiyordu. Fakat ba- şını — fazla sarsıntıdan — tuta - maz bir hale gelince, endişesi art- tı, yerden gökten yardım arıya- cak bir duruma düştü. Bununla beraber hekim başısına emniyet etmedi, evvelce işten çıkardığı Mustafa Çelebiye sıhhatini cma- net etti. Bu hekim, onun hastalığım “Sersam marazı,, olarak teşhis et- miş ve tedavisine girişmişti. Se - Tim, verilen ilâçlardan henüz bir fayda görmeden yine perhizi boz- du, yeni yapılan saray hamamın- da ilk defa yıkanırken, büyük bir şişe Kıbrıs şarabı içmekten kendi- ni alamadı. Lâkin sulanmış beyni- ne vuran İspirto, ayaklarını da ka- fası gibi sarsıntı içinde bıraktığın- dan, hamamı terkedeceği sırada mermerler üstüne düştü, vücutça zedelendi, sıhhatçe de İyileşemi « yecek kadar kötüleşti. O nun itimat edemiyerek az- lettiği hekim başı başta ol- mak üzere, bir çok saraylılar, ve- Yahta hulüs çakmak üzere bütün bu hâdiseleri müjdeliyorlardı. Tam üç yıl Topkapı sarayı, bu mesut neticeyi hissettirmek için Mani- saya çeşit çeşit vasıtalarla — açık ve kapalı — jurnallar göndermiş- ti. Murat ta işte bu jurnalların uyandırdığı heyöcir arasında ne dimlerile, karısı Safo ile bir kım -ahitlere, peymanlara mişti, Fakat, müjdelerin tahakkuk et- mesi uzuyordu, beyni sulanmış ve kafası sallanır olmuş denilen pa- dişahın ölümü geciktikçe geciki- yordu. Bu da şehzadenin, nedim- lerinin ve Safonun neşesini kaçı- ran bir şey oluyordu. Tüâcir kılı- ğında yola çıkarılıp ta, ulak hiziy- le yol alan bir adam, Manisaya v- laşıp ta hamam hâdisesini haber verince, küllenmiş ümitler, yeni- den parladı ve gözler yine İstan- bul yoluna dikildi.” Bu sefer tali şehzadeye | gülecekti ve güldü. Çünkü son habercinin gelişinden pek az sonrş, Bosnalı Hasan Ça- vuş adlı bir saray memuru Mani- sa sarayı önünde boy gösterdi, pa- dişah katından geldiğini haykıra- rak önüne geleni bir yana devir- di, merdivenleri uçar gibi çıktı, dehlizleri koşarak geçti, Muradın huzuruna vardı ve bir mektup u- zatı: — Sultanım, dedi, ne varsa bu- nün içinde. - Mektup, Sokullu Mehmet Paşa- dandı! İkinci Selimin öldüğünü tebşir ederek, yeni padişahı tah- tına davet ediyordu (1). ! İmparatoriçe Safo! Hn Çavuş İstanbula Ma- nisa arasındaki yolu dört günde, padişah ise beş günde al- dı. Yollarda değil, İstanbulda da padişahın öldüğünü, yerine Mura- dın geçtiğini duyan yoktu. Nuru Bânu sultan, şarap ve hamam kur- banı kocasının cesedini saray buz- luğuna koydurmuş ve bu sırrı di- şarıda yalnız Sokulluya açmıştı. Onun için, Muradın köylerden kasabalardan geçişi bir hâdise o- luyordu. Mudanyaya gelişi ise, bir hercümerç vesilesi oldu. O sa- kin kasabacık gulgule içinde kal- dı. Sokullu, yeni efendisinin Mu- danyaya erişeceği günü hesaplı- yarak Kaptan Paşa başterdesini de yola çıkarmıştı. Fakat, Baştar- de varmadan şehzade oraya ulaş- tığındarı Mudanyalılara bir de ge mi tedariki külfeti yüklendi. Bir kulluk vazifesi olarak telâkki olu- nan bu işin hızla başarılamaması, Marmaranın bu şirin kasabasına, belki felâketler getirebilirdi. Fa- kat tesadüf böyle bir âkıbetin ta- hakkuk etmesine engel oldu, o rada — zahire almak üzere — mana gelen -— Nişancı Feridun O gün hava lodostu. Kadırga bu yüzden istifade etmekle bera- ber, yolcular büyük bir ızürap ge- çiriyorlardı. Hele Murat, pek pe- rişan bir durumdaydı. Boyuna ku- suyor, boyuna inliyor ve boyuna Safoyu sayıklıyordu. Sevgilisi ya- nında yoktu, Kendisine ancak #i- lâhtarı, rikâptarı, çuhadarı ve bir de hocası refakat ediyordu. Bun- lar, kendi ıztıraplarını unutarak, efendilerine hizmet etmeğe sava- şıyorlarsa da, bir fayda temin &- demiyorlardı. Ondan ötürü de Murat, Manisada kalan yârı canı- nı anıp duruyordu. u Üzücü deniz yolculuğu tam yedi saat sürdü ve nihayet Sarayburnu göründü. Vakit gecey- di, her taraf karanlıktı. Sarayın her hangi bir noktasına ulu orla çıkmak tehlike davet edebilirdi. Çünkü saray muhafızları da taht üzerinde vukua gelen değişikliği henüz duymamışlardı ve yeni pa- dişahı istikbale — hattâ fikren — hazırlanmamışlardı.' Bu sebeple deniz yolculuğu kadar üzüntülü bir safha daha açılmak üzereydi. Bununla beraber Murat, gün doğuncıya kadar gemide kalmayı göze alamadı. Bahçekapısı civa- rında karaya çıktı ve toprağa'a- yak basar basmaz yere uzanıp u- yuma temayülü gö . Ne alti- na serilecek o minder, ne üstüne örtülecek * yorgan vardı. Yalnız başının altına bir yağmurluk ke- sesi konmuştu. Üstü başı da pisti, kusuntu içindeydi, adamcağız, yü- zünü gözünü ve ellerini yıkamak için tatlı su istediği halde bulu namadığından gemi kovasiyle de- niz suyu getirilmek mecburiye- tinde kalınmıştı (2). Toprakler üstünde uyku kesti. ren Murat, kendini bekliyen taht. la kendini düşünen Safo arasında TAN dolaşan rüyalar göre dursun.. O- na salatanat müjdesi getiren Ha- son Çavuşla kadırganın kılâvuzu Ahmet, bu yakışıksız durumdan padişahı kurtarmak çarelerini a Tamağa koyulmuşlar ve Ahırkapı dan şehire girieyi tasarlamışlar- dı. Çünkü saray kapılarının han- gisine baş vursalar seslerini duyü- ramıyacaklarına emin bulunuyor Jardı. Ahırkapı, sadrazam tarafından oraya bir memur konulduğu için, onlara açıldı ve Sokullu Mehmet 1 ÇAPAMARKA | Paşa da biraz sonra “yatağından | kaldırilarak padişahın gelişinden âgüh edildi. İş artık nizama miş ve padişahın topraklar üstün- de yatmasına nihayet verilmesi imkânı temin edilmiş demekti. Nitekim bu imkân biraz sonra, fii- Mi bir şekil aldı, sadrazam — ö nünde fânüslar çektirerek —Bah- çekapısına geldi, padişahla bu- Tuştu. K rada yadigâr kalan bu gün gör- müş vezir, yeni efendisiylö karşı. gir anunt Sultan Süleymandan oğlu Selime, ondan da Mu- | laşır karşılaşmaz eğildi, ayak öp- | mek İstedi. Fakat tahta çıktığına henüz kendini İnandiramamış, ba şına bir çorap örülebilmesini dai- ma muhtemel görmekte muş ve deniz tutmasından ileri gelen sersemliği de giderememiş olan padişah, onun ayağına ka- panmasına meydan vermedi, telâş ve heyecan içinde vezirin iki eli- ne yapıştı, şapır şapır öptü. Silâhtar, rikâptar, çuhadar ve hoca — hiç bir padişah tarafından hiç bir vezire yapılmıyan — bu muameleyi görünce, ihtiyarsız yüz- lerini ekşitmişlerdi. Bizzat Mu- rat ta, iki üç saniye sonra, büyük bir küçüklük gösterdiğini seze- rek kızarmıştı. Fukat o harekeli- nin bedelini vezire ödetmekte de gecikmedi: — Paşa, dedi, saraya girer gir. mez, ilk işin ceddim Sultan Fa- tih kanununa göre davranmak o Jacaktır! Kardeşlerinin öldürülmesini em- rediyordu. Sokullu, bu emrin n. sil"bir Korkudan dolayı ni ve kendisinin de bu münase - betle sınanmak istendiğini ezdiği için hemen boyun kırdı: — Fermanınız, dedi, şimdi icra olunur. (Devamı var) (1) İkinei Selimin ölümünü - fakat hamam meselesine temas etmeden » tafsilâtile yazan Selânizli taribidir. (s1 - 135), (2) Bu tafsilât ta yine Selânikli ta- rihinde mukayyitlir. bulun- ! İdare binasında satın alınacaktır. maktadır. HUBUBAT UNLARI SIHHAT VE KUVVET kaynağıdır. İ TR © ——— yi PN e e Bü YU | ılânları Muhammen bedeli 34.000 lira olan Nohap lokomotifleri yedek aksa- mr 30 - 6 - 1939 Cuma günü saat li de kapalı zarf usulü ile Ankarada Bu işe girmek isteyenlerin 2550 liralık muvakkat teminat ile kanu- nun tayin ettiği vesikaları ve teklif lerini ayni gün saat 10 a kadar ko- misyon. reisliğine vermeleri lâzımd ır. Şartnameler 170 kuruşa Ankara ve Haydarpaşa veznelerinde satıl. (3378) İstanbul Ikinei iflâs memurluğun- dan: İstanbulda Aşirefendi sokağın- da Mercümekyan hanında 1 No. da ticaretle iştigal eden ve heli tasfiye- ye girmiş olan (Gözem Eskenszi Neg- rin) Limited şirketinin mahkemece B.5,939 tarihinde iflâsma karar veril. Şemiş ve taaliyenim adi gekitde yayı ması kararlaştarılmıştır. 1 — Müflis şirkette alacağı olanla- rın ve istihkak iddiasında bulunan- ların alacaklarım ve istihkaklarını ilândan bir ay içinde ikinci iflâs dal- resine gelerek kaydettirmseleri ve de- lillerini (Senet ve defter hulâsaları ve saire asıl veya musaddak suretle- rini tevdi eylemeleri. 2 — Hilâlına hareket cezai mesu- liyeti müstelzim olmak üzere müflisin borçlularının ayni müddet içinde ken dilerini ve borçlarını bildirmeleri. 3 — Müflisin mallarını her ne $i- | Bolvadinde Zelzele Bulvadin (TAN) — Geceleyin muh telif fasılalarla, ikisi hafif ve biri şiddetli üç zelzele olmuştur. m maa fatla olursa olsun ellerinde bulundu ranların o mallar zerindeki haklar” maâhloz kalmak şartile onları ayni müddeti içinde daire emrine tevdi et- meleri ve etmezlerse kabul mazeret- leri bulunmadıkça cezai mesuliyete uğrıyacakları ve rüçhan haklarından mahrum: kalacakları. 4 — 21.5.939 cumartesi günü saat 11 de alacaklılarm fik içtimaa gel meleri ve müflis ile müşterek borç- lü olanlar ve kefillerinin ve borcunu tekeffül eden sair kimselerin toplan- mada bulunmağa hakları olduğu ilân olunur. (17862) ERRMARiMME Ryan EA aki oka iLE .. Gü nan Bende mi? | se Yazan: Kerime Nadir Yüzünü dönüp cevap verdi: — Şüphesiz!.. — Fakat beni anlıyorsunuz. Cürümlerimin bü- tün suçunun kendime ait olmadığını pekâlâ bili- yorsunuz.. Yalnız, bâbanızın katilini affetmek eli- nizden gelmiyor değil mi?.. — Sükütunuzdan cesaret alarak şunuda ilâve edeyim: Bu kadar fena bir adam oluşuma, bir s6- bep te, vâsisiz büyüyüşümdür., — Ne demek?.. — Eğer başımda bir büyük bulunup, bana nasi- nat etseydi, yolsuz hareketlerime mâni olsaydı, hat- tâ, beni tehdit etseydi, iş çok daha başka olurdu... — Kendi kendinizi tehdit etseydiniz. Insanlar için en büyük ders, kendi şuurunun ve vicdanının şamarıdır.. Annemin oğlu dalma, mazeretlerimi çürütecek felsefeler buluyordu. Demek ki beni, hayatta, Nü- vidden başka hiç kimse affetmiyecekti.. Hayalim gerilere gitti. Uzak diyarlarda biraklı- ğım bahtsız kadınları düşündüm.. Beni arayan, bel- ki de, ismimle çağıran yavrum, kimbilir hangi el- lerde hırpalanıyordu?.. Bunca denaat gözönünde dururken, nasıl af dile- niyordum?, Nasıl yüzüm kızarmadan “Hak, isti- yordum ?.. Nüvid, beni affetmişse, bu affını, aşkına borçluy- dum. Eğer beni, çok sevmeseydi, şüphesiz herkes gibi tel'in etmekte devam ederdi, Gözlerim yaşlarin dolmuştu. Piyer yüzüme bakı- yordu. İkimiz de, tarif edilmez bir hissin tesirim deydik.. Yanına yaklaştım. İhtiyarımın haricinde bir arzu ile ellerimi uzatarak; — Piyer, dedim. Beni dinle!.. Haksızlığımı kabuk de fazla inat etmiyeceğim.. Fakat affetmelisin!.. TEFRİKA No. 58 vi Ellerimi tuttu. Fakat dudaklarım bükerek: — Affetmek büyüklüğü yalnız Allaha mahsüs- tur, diye mırıldandı. . — Yanlış düşünüyorsun.. Allah, o erilmez büyük- lüğiyle affettikten sonra, kulların affetmemesi, on- dan daha büyük olduklarını iddiada bulunmak de- mektir... Bir dakika düşündü. Sonra, — ıslak gözlerime bakmaktan mı, yoksa, içinde kaynaşan duyguların zorile mi bilmiyorum — gözleri yaşararak" — Bu kadar ısrarla İstediğiniz “Af,, neye yarıya- cak?.. Dedi. Siz, bu arzunuza kavuşmakla vicdanı. nızda ebedi bir sükün bulacak misınız?. — Belki! — Müphem kanaatler, alanlardır... Kardeşim bu sözü söyledikten sonra, duran ellerimi dudaklarına götürdü. alnını bana uzatarak: — Dilerim ki, barışmamız, vicdanınıza muhtaç olduğu o ebedi sükünu bağışlasın, dedi. Içimde tatlı, ilk bir heyecan dolaşıyordu. Bir saniye gözlerimi yumdum ve kardeşimin alnım t- zun bir buseyle öptüm. Yaşadığım müddetçe dalma hasretin! çektiğim bu tatlı heyecanı, bir gün kardeşimi öperken bulaca- Bımı hiç hatırıma getirmemiştim. Biraz sonra Piyer odamdan çıkıyordu. Yaşlı göz- lerle arkasından baktım ve: — Tekrar beklerim, diye seslendim. Cevap vermedi. Çünkü hiç gelmiyecekti.7 Yalnız kalınca, masamın başına geçtim. Onümde kuru kafa, çirkin bir istihza ile sırıtıyordu. Onu el lerim &rasina aldım vederin bir dikkatle seyre daldım. Nü ekseriya menfi netice avucunda Sonra güzel in, masanın üstünde duran resmine baki- yor ve Şu kafa tasını, bü zarif başın içinde kıyas ediyordum. Insanlar toprak olduklari “ züliüain, geride kalanla- ra böyle ürpertiçi hatıralar bırakmazlar. Bu çok değişik ve çök müthiş bir şeydi. İşte, resimdeki tatlı tebessümün belirttiği bir se ra güzel diş, önümde bütün fecaatiyle açıkta duru yer.. İşte, müşfik ve neşeli bakan bir çift gözün mahfazası olan iki siyah oyuk, bütün korkunçluği- le tecessüm ediyordu, Gönlümdeki ıztırabın derecesini anlatamazdım.. Ölüm denilen o kurtarıcı keyfiyetin beni, bu anda hayattan uzaklaştırması için yanarak, hıçkırarak bekledim... ,, Yak seki Sİ * ukaaie GAR ene «Bi » . İstanbula döneli tam beş sene olmuş. Şa- şıyorum.. Çünkü mazi bende, © kadar yakın veo kadar canlı yaşıyor kil, Her şeye rağmen, bütün geçen vakaları en İnce teferrüatina kadar hatırlı. yorum., Lâkin, viedanımdaki azaplar hiç hafiflemedi.. Ne- dametlerimin şiddeti hiç eksilmedi... Demek ki za- man, ber manevi ıztırabı sürükleyip götürecek ka- dar kuvvetli bir panzehir değildir... Iki gün evvel, Babiâli yokuşunu ağır ağır çıkı yordum. Önümde, küçük bir çocuğun elinden tutan çarşaflı bir kadın yürüyordu. Bir müddet böyle git- tikten sonra, daha önde yürüyen bir adamın dönüp kadına bir şey söylemesi nazarı dikkatimi celbetti. Fokat, birdenbire yıldırımla vurulmuşa döndüm. Zira, bu adam, Şerifti. Beş senedir kendisinden hiç bir hsber alamadı ğım arkadaşımı görür görmez utancımdan başıma kan çıktı ve hemen oradan kaçmayı düşündüm. Lâ- kin buna vakit kalmamıştı. Şerif te beni tanımıştı. Soğuk bir alâkayla: — Ooo! Halök Bey, sen misin??. Dedi. — Evet; Benim!. Diye kekeledim. Fakat, asil şaşkınlığın büyüğüne, çocuklu kadı. nın Lizet olduğubu tanıdığım zaman uğramıştım. Dilim tutulmuş, gözlerimi açmış, benim olduğun- dan şüphe etmediğim fanilâ esvaplı küçük çocuğa bakıyordum... Şerif, yanıma sokuldu. Dudaklarında müstehzi bir kıvrılış vardı; — Nasılsın? Diye sordu. — Teşekkür ederim, dedim. Ve daha yavaş ilâve ettim: — Yüzüne bakmağa sıkılıyorum Şerif! Omuzlarını şilkti, Halinden memnun adamların savriyle: — Adam sen de, dedi. Saadetini bana hibe ettin. Bundan he çıkar?» — Demek mesutsun? — Hem ne kadari.. Lizetin müslüman olarak Şerife vardığını anla- miştim. Şu kiymet vermediğim eczacı kalfasının, benden çok yüksek bir ruha malik oluşu yüzümü kızartıyordu. Yer yüzünde, hakir gördüğümüz kimselerin vic- danının, bazan kendimizinkinden çok temiz oldu- ğunu kabul etmemiz lâzımdır. Lizet, mahzun bir gülümseyişle beni süzüyordu. Bu bakışlar altında küçüldüm, küçüldüm.. Bir ba- reket yapmış olmak için eğilerek yavrumun yanak- larını okşadım. Şerif, basit bir adam olmasma rağmen, şu vazi- yetin güçlüğünü ldrâk ediyordu. Ve bütün kinle- rine rağmen bana merhametle bakıyordu. Dünyada, yalnız merhamete lâyık bir insan oldu- ğumu bir kere dahâ anladım. İsmini bile sormağa cesaret edemediğim çocu- Kum, yürümek için anneşini ölinden çekiyor ve sâ- bırsız hareketler yapiyordu. Bu üç mahlükun kar- şısında zelil, düşkün, başımı eğdim ve tekrar gö rüşmek için bir adres, bir vaat almağa cesaret ede- meden yanlarından ayrıldım... ,, (Halk Girayın, hayatının son yapraklarını teşkil eden ve bir zarf içinde gönderdiği notlar,-bir keli- mesi değişmeden kopye edilmiştir:) “ , .'Tam 46 yaşındayım. Sürmekte olduğum göçebe hayatından başka beni oyalıyacak hiç bir şey yok.. Her mevsim başka bir yere taşınıyorum.. Daima değişik muhit, değişik manzara, ve değişik hava arıyorum... (Deramı var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: