10 Eylül 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 5

10 Eylül 1939 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

10 Eylül 19839 TAN ABONE BEDELİ Türkiye Ecnebi 1 Sene sAy 3 Ay 1 Ay ası posta dttihadına dahil memleketler için abone bedeli müddet sirasiyle 30, ., 3.5 liradır. Abone bedeli peşindir. Adres değiştirmek 25 kuruştur. Cevap için mektuplara 10 kuruşluk pul üvesi lfzımdı 2800 Kr. mo * 800 300 Ağa "Adisababa", “Tiran”, "Madrit", "Varşova" Ve Viyanayla Prag! Yazan: Naci SADULLAH V aktile, “Adisababa” dan gelen telgraflarda, şu satırları oku- muştuk: '— Bu yıl bahar, yurdumuza, ke- lonyal şapkasına bir ölüm çiçeği ta- karak giriyor. Eğer insanlık, tank. larla, tayyarelerle, ve yaralı hasta- nelerine atılan iperit gazlarile ezilen günahsız bir milletin imdadına koş- mazsa, susuz bir çiçek fladnı gibi düşman çizmesi altına düşecek olan Adisababa'da, istilâ orduları, zafer şarabı yerine Habeş kanı içecekler!" * Çırçıplak Habeş etinin, barbar tankına tam doküz ay kafa tutuşun- dan sonra, çıtkırıldım Viyana şehri, Alman ihtirasının kucağına, esarete gönüllü imiş gibi, korunmadan, çe- kinmeden atıldı. Ve beşeriyet ondan sonra, erkek sesi duymak ihtiyacını tam iki buçuk sene, Madrid radyo. suna kulak vererek giderdi. Madrid radyosu, tam 9İ2 gece, bi- tün dünyaya, şu cümleleri haykır- muşta; '— Düşman, Biadridin ancak ölüsünü teslim alabilecek. İstilâya namussuzca tes- lim olmıya, namusumuzla ölmeyi tercih elliğimiz için, son Miatridii son nefesini verinceye kadar dörüşeceğiz. Bu radyo emtuğu gün. bütün dünya inanın kl Madrid şehrinde, yaşıyan tek İspanyol cümhuriyetçliai kalmatıştır!." *& N Günün birinde, Madrid radyosunu dinlemek isteyenler, onu her zaman buldukları yerde, parazitten homur- tularile, henüz ölmemiş olan beşeri isyanını ilân eden hazin, ve mânidar bir süküt buldular: Ve o zaman, bü- tün dünyaya, Madridin acıklı sükü. tunu ilân eden radyo iğnesi, ince ve siüri bir tığ gibi gönüllerimize battı. Fakat ondan biraz sonra, çıtkırıldım Prag şehri, üzerine çullanan Alman hırsının koynuna, bar şarkıları söy- yerek düştü. Ve günün birinde, Adisahabada kı- sılan, Madridde boğulan sesin Tiran radyosundan yükseldiğini duyduk. | Mazlüm bir insan sesi, bütün dünya- ya şu feryadı yaydı: — Bir tek topu, bir tek tayyaresi, ve bir tek zırhlısı olmıyan #ki yüz eli bin) insan, mermi ve zehirlf gaz yağmuruna tu- tuldu.” Zavallı Tiran radyosu... Kim bi. Tir daha neler söylemek istiyordu? Fakat onun sesini de, cümlesini bile tamamlamadan kestiler!... Şimdi ise, Adisababada kısılan, Madridde boğulan, ve Tiranda kesi. len sesin, Varşovadan yükseldiğini duyuyoruz. Varşova bağırıyor: “— Düşman varoşlara geldi. Top sesle- ri, çocuk yüreklerini, umacı mârası gibi hoplatıyor. Fakat Varşovalı, icap ederse, bahçesindeki yemiş ağacının kalın göv- desini söküp silâh gibi kullanarak dövü- gecektiri” — Şu anda belki Varşova, beşeriye- tin Adisabal çöllerinde okumuıya başladığı İstiklâl marşının son mis- ralarını söylüyor. Fakat bu sesin sü- suşundan sonra, bu marşın bir daha hiç duyulmıyacağını sananlara şaşa- rım: Zira 1939 yılınm kâina bu şarkıya tapan tam bir buçuk milyar insan var! * Payitahtlar, milletlerin, vatanla. rm kalblerine benziyor. Ve bunun i- çindir ki en acıklı feryatlar, istilâ bıçağı, kalblere saplanınca kopuyor. Beşeriyetin hafızası, Habeşistanın, İspanyanın, Arnavutluğun, ve Po- lonyanın kalbinden kopan feryatları, yeryüzünün kalbi duruncaya kadar unutamıyacaktır. Ve beşeriyetin tarihi, Adisababa- nın, Madridin, Tiranın ve Varşova. e MR ai ala İmla ilâdın yirminei asrında, ya- ni içinde yaşadığımız se. nelerin birinde, bir seyyah Fırat ile Dicle arasında dolaşıyor, bat- mış şehirlerden iz, eski mamure- lerden işaret arıyordu. Maziyi eş. miye, tarihi deşmiye gelmişti. Yorgun ve mahzundu, elindeki kitap ona diyordu ki: “İlk medeniyetin temeli bu yer. lerde atılmıştı. Nehirlerin kıyı sında haşmetli şehirler, sayısız kasabalar vardı; kalabalık, alım satım, yeşillik ve neşe göze çar- pardı. Pazarlarında altın devşiri- lir, ipek arşınlanır, insan kaynar, hayat fışkırırdı. Hükümdarlar uğ- rağı, cihangirler geçidi, ihtiraslar mıknatısı, bereketler tılsımı orası idi, orada idi. Tepeleri bulutlara kavuşmuş asma o Semiramis bah. selerile Babil kulelerinin, Nem- rüd saraylarının, Eti kervansaray» larının ve Sümer misafirhaneleri- nin debdebeli gölg-leri sulara vu- zur, çırağları sularma dökülürdü. Halk bolluk görmek, refah tatmak, servete konmak ve rahata eriş. mek için dünyanın dört bir tara- fından buraya akın eder; İnci ve mercan yüklü gemiler, ormanlar arası ve kanallar üzeri bu nehir- lerde gelir, gider, mal getirir, mal götürürdü. İlk buğday ovalarında yetişmiş, ilk kütüphane kenarında kurulmuştu; Allahın ilk defa adı orada anılmış, yerle göğün ilk ha- ritası orada çizilmiş, ilk sanat e- serleri, heykeller ve âbideler ora. da vücut bulmuştu. Bugünkü Av. sıkışmıştı; ilk Avrupa burada ya- şamıştı” Ne eyyah etrafına bakıyordu: kupkuru, bomboş, sessizliği korkunç, korkunçluğu sessiz bir gölde idi; tek Insan, tek bina yok- tu. İki nehir, gündüzleri bir tutam gölge yüzü görmeden, geceleri bir kandil ışığına rastgelmeden ça- murlu yatağında feyizsiz, bereket. siz yuvarlanıp gidiyordu. Onlar, de- mek ki, dünkü tarihin Renleri, Sen- leri, Vistülleri ve Tunaları idi; bir medeniyeti sularlar; medeniyete can verirlerdi. Bu varlık nasıl hiç oldu, yok ol- İ du? Saltanat devrinde bir Ninivalı. ya, bir Babilli ve Tüdmürlüy 'arın buralarda kuş uçmıyacak, kervan göçmiyecek, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmıya- cak!,, denilse idi içinde yaşadığı debdebeli medeniyetin yerinde yel. ler esebileceğini her halde aklına sığdıramıyacak, “şu heybetli du- varlar, hisarla$, âbideler ve hey- keller; şu granit sütunlar, taklar, kaldırımlar ve kışlalar; şu gürle. yen, kaynaşan, kabına sığmıyan halk, bugün bu dipdiri, sapasağ- lam mevcudiyet, kütüphaneleri, orduları, filoları, oimalâthaneleri, eksiksiz varlığile hiç erir mi, bi- ter mi?,, diye düşünerek her hal de o şeametli kehanete gülüm- siyecekti. Halbuki bugünün seyyahı Nini- Yanın toprak altındaki artığını güç bulabiliyor; Babil izsizdir; Tüdmü. rün dörtte üçü yerin dibindedir. Hani Balis? Hani Tormoda? Ha- ni Tapsak? Hani ya Ksenefon, Stra- bon, Plin gibi eski seyyahların ve tarihçilerin öğdükleri böyle bir sü. rü haşmetli şehirler, koca Karka- mış ve milyonlarca halkın barın- dıran Mezopotami msmuresi — ———— Bin İsimlerini, “Viyana, ve “Prag, kelimelerinden daima uzak bulun. duracaktır: Zira ebediyen yaşamak, sadece icabında ölmesini bilenlerin hakkıdır! Ai mke Fırat i TAN Refik Halid Hi değil böyle Milâttan önceki asırların uzak me. deniyeti, dünkü Harunurreşidin orman gölgesinde barınarak Bağ- dattan geldiği yazlık saraylardan eser kalmamıştır; kozmoğrafya â- limi Şakirin, Me'mun zamanında tul ve arz dairelerini ölçtüğü ra. sathane yere gömülüdür, Abbasi- lerin Rakkadaki cam ve çini fab- rikaları tuz, buz olmuştur. Yakın bir mazi bile şimdi orada nişane. siz kaybolup git ; Seyyah haftalarca bu medeniyet üstünde döndü, dolaştı. “İşte, diyordu, şu tümseğin yerinde yarım milyonluk bir şehir kurulu idi; şu sütunun devrilip kaldığı mahalde Asurile- rin bir sarayı, Etilerin bir limanı, $u takın altında İranilerin bir hi- sarı veya Makedonyalıların bir ge- çidi vardı.,, Fakat, şimdi, bütün © mesafelerde yalnız toz ve kum gir- dapları yapan bir münzevi rüzgür- dan ve bikes kaldığını hisseden pe- rişan bir seyyahtan başka hiç bir şey ve hiçbir kimse yoktu. Ve bu seyyah kendi kendisine şöyle söyleniyordu: “Bu yerler, ka- bil değil o anlatılan şenliği görme- miştir; bu nehirler ormanlar ara. sından akıp şehirler yamacından geçmemiştir; buralarda medeniyet mekân tutup tarih dile gelmemiş- tir. O hikâyeler efsânedir: âlim- lerin müzipliği veya hatasıdır; Me. zopotamya şan ve şevxete, umran ve refaha hiçbir devirde ermemiş- tir.,, Halbuki elindeki kitap ve tarih Hâve ediyordu: “Mezopotamyayı, biribiri ardın- ca, doğudan ve batıdan, şimalden ve cenuptan istilâ orduları kuşattı, cihangirler aştı, ihtireslar yaktı ve ona göğüs geremediği için bu medeniyet yerin dibine battı, ilâdın kırkıncı asrında, yani beşeriyetin içinde yaşıya. cağı senelerin birinde, bir seyyah Ren ile Tuna arasında dolaşıyor, batmış şehirlerden İz, eski mamu- Tupa o zaman bu nehirlerin arasına | : LOKMAN . HEKİM OĞ uy TLEERİ İN Teessürden Sinir Hastalığı undan önceki yazıda anlattı. gım harp sinir hastalığının nasıl gelebildiğine belki taaccüp etmişsinizdir: Başta, hattâ vücu- dün hiçbir tarafında yara yok, hastalığa tutulan da zaten sinirli değil, gürültüden korkacak adam değil, o halde beyin nasıl bozulu. yor? Bunu anlatmak için yumurta sandığını misal gösterirler. İçerisi sira sira yumurtalarla doldurul- muş, bildiğiniz şekilde, yumurta sandığının kenarına bir tekme vu- runuz. Sandığa ir şey olmaz, fakat içerisini açınız, tekme kuv- vetli olmuşsa yumurtalardan bir- kaçı mutlaka kırılmıştır... İnsanın kafası . en zeki olanların bile - yumurta sandığından daha kalın. dır, fakat içerisindeki beyin yu- murta kabuklarndan daha çok na- siktir. Top mermisi yahut bomba patlarken havada hasıl olan sar- sıntı da İnsan tekmesinden daha büyük kuvvetle tesir eder... ir muharebe edenlere öyle letli hava sarsıntısı olmadan ve sinir hastalığı gelebilir. O za. man da teessürün şiddetinden... Fakat bu teessir korku demek değildir. En cesur insan bile sev- diği bir arkadaşının, arkadaşları" nın yakınında, yanıbaşında düş” tüklerini göre göre müteessir o- Tur. Katı yürekli hekimler, muha. rebede bile bu türlü teessür duya. bilmek için sinirlerin zaten bozuk olması lâzım geleceğini iddia eder- lerse de o teessürü hissetmiyen si- nirlere zaten bozuk demek daha doğru olur, Harpte böyle teesiüirden gelen sinir hastalığı, hava sarsıntısmdan ileri gelen sinir hastalığı, hava sarsıntısından ileri gelen şekilden haylice farklıdır. Bir kere, bunda bayılmak yoktur. Fakat insan mu- vazenesini az çok kaybeder. Kimi. başladığı vardır. Önceden bu has. si, hiç de korkak olmadığı halde, birdenbire kaçar, yahut titremeğe başlar. Ağlar, yahut güler, uzun w- zün nutuklar söyler. Ağlıyamıyan, gülemiyen, teessürden dili tutu- lan da birdenbire yere yıkılır; dü- şen arkadaşının cesedinin üzerine yüzünü, gözünü sürer, Harpte teessürden gelen sinir hastalığı da sonradan iz birakır: Gene uykusuzluk, korkulu rü; lar, her şeyden çabuk öfkelenmek, bilhassa gürültüden pek çabuk müteessir olmak... Şehirlerde gü. rültüye karşı mücadele geçen Bü- yük Harpten sonra başlamıştır. O harpten önce şehirlerin sokakları a ziyade taşlıklı, arabalardan çoğunun tekerlekleri lâstiksiz ol- duğu halde gürültüden o kadar şi- küyet edilmezdi... Muharebeye gidenlerden bazı- | ları da öyle şiddetli teessiir duy- madan sinir hastalığına tutulurlar. Böylelerin de sinirlerinin zaten bo- zuk olduğunu düşünmek zaruridir. Muharebenin verdiği yorgunluk, mide bozukluğu, en iyi hazırlan- mış ordularda bile asker çok defa bulduğunu yer, soğuktan böbrek- Jerin bozulması, içkiye düşkünlük onların sinirlerinde bozulmağa is- tidadı meydana çıkarmağa vesile olur, Sar'a hastalığının da muharebede talığın nöbetlerini hiç geçirmemiş bir adam, hiç yaralanmadan, ame- liyat görmeden, birdenbire nöbet- lere tutulur. O zaman da gene en mühim sebep istidat. Muharebe burada da vesileden başka bir şey değildir. İsteri denilen marifetleri | gös- termeğe istidadı olanlar da muha- rebede bu istidatlarını meydana çıkarırlar, Kimisi ayakta duramaz olur, kimisi söyliyemez, kimisi HAFTANIN MUSAHA BESİ | .... ile Dicle Ren ile Tuna relerden işaret arıyordu. Maziyi eşmiye tarihi deşmiys gelmişti. Yorgun ve mahzundu; elir kitap ona diyordu mişti. Fabrika dumanları bulutla» ra sarılır, tayyare ışıkları yıldız- lara karışır, trenler mekik dokur, vapurlar koşmaca oynardı. Yol. larda adım başına yüz adama rast- gelinir, sokaklarda adım atmak i- çin yüz adamla omuzlaşılırdı. Dağ- lar ormanlık, tepeler bağlıktı; ü- zümler sıkılır, şaraplar yapılır, nehir boyu eğlence yerlerine ko. şulur, Tunanm dalgaları besteye sokulup şarkılar söylenir, Ren'in güzellikleri güftelerde anılır, çal- gılarda çalınırdı. Rıhtımlar malla, kanallar salla dolu idi. Nüfus gün- den güne artıyor, her karış başina bir insan isabet ediyordu. Binala- rın damları gökte, temelleri yedi kat yerde idi. Geceler o kadar ay- dınlıktı ki gündüzden ayırdedil. mez, şehirler öyle çoktu ki hirbi- rinden seçilmezdi. O günkü Avru- pa bu nehirlerin kenarına ve ara- sıkışmış, ikinci büyük me- deniyet buralarda yaşamıştı.” Seyyah etrafına bakıyordu! Göz alabildiğine bomboş, kupkuru, ses- sizliği korkunç, korkunçluğu ses. siz bir çölde İdi; tek insan, tek bi- na yoktu. İki nehir bir ağaç gölge- sinde ferahlamadan, bir fener işi- ğında gülümsemeden, bağrında bir sandal gezdirip, sırtına bir gemi yüklemeden, somurtkan ve zalim, sından homurdanıp gidiyordu. Bu varlık nasil hiç oldu,'yok ol- du? Götanat devrinde bir Viya- nalıya, bir Kolonyaliya, bir Almana veya bir Fransıza, her. hangi Avrupalıya: “Yarın buralar. da baykuşların tüneyebileceği dam, leyleklerin konacağı bir baca bile kalmıyacak; tek ağaç filiz vermi- yecek, tek adam çadır kurmıyı cak!,, denilse idi, üstünde yaşadığı zengin ülkelere bedel, bir gün, bir çöl vücude geleceğini aklına sığdı- rabilir, o derece şaşaalı, demirden, çelikten, betondan bir kıtanın ye- rin dibine geçeceğini hayalinden geçirebilir miydi Seyyah haftalarca bu medeniyet mezarlığında dolaştı; arandı. ta. randı, Elindeki kitap: “İşte, du, şu tepenin altında altı milyon- luk bir şehir gömülüdür; şu demir iskelet parçaları Babil kulesinin kardeşi Eyfelin bakiyesidir; şurada bir sıra yer altı burada Krup isimli bir büyük fab. rika... Şu tak, vaktile, şan ve şere- fe işaret, şu sütun feyiz ve bereke- te nişane idi. Ötede bir müze, be. ride bir tersane kurulmuştu. Su ucra gölün kenarını eşerseniz mil letler sarayı denilen haşmetli bir misafirhanenin enkazını bulabilir- siniz... Fakat, şimdi bütün bu me. safelerde yalnız toz veya kar girdapları yapan bir vahşi rüzgâr- dan, ve ölüm ürpermeleri geçiren bir perişan seyyahtan başka hiç- bir şey ve hiçbir kimse yoktu. m eg Fİ Kitap ilâve ediyordu: “Avrupayı bir kaç istilâci ve mütecaviz serdarın ihtirası yaktı ve ona göğüs geremediği, bu hırs» ları yenemediği için, o medeniyet tıpkı 40 asır evvelki Mezopotamya medeniyeti gibi yerin dibine battı.” şte bunun öyle olmaması i. çindir ki, bugün Ren ve Vistül kenarlarında, yarın belki or- | âmleri vardı; | Sırası geldikçe : iMesleki Teşekküllerde Verem Sandıkları Yazan: Aka Gündüz Yeter artık Evet, ben de anlıyorum ki ikide bir, yerli yersiz veremden bahsedi rına bikinti Veriyor, Fa rum ki iş (bazı) nin yürün dünya (bazı) nın emrile dönmez. Memle- Xet dönilen varlık umumlliğin ve müşter dıdır. (Bazı) man hatırı için sör- adan veya kıymalı mubalebie iriz. Verem, tifo, sıtma, yi hareketi gibi Ke erem, verem, verem. Bunun İçin sıras geldikçe konuşacağız. Sıra şayet getikceek olursa, biz yakasın- dan tutup getireceğiz. Bugün o çekiştir- meye İüzüm kalmadı. İlki meslekdaşım bs na vesile verdiler. Verekili meslekdaşlam an biri sanataryomdadır, diğeri de İ hastanede. Evli barklı olan sanataryore dakine o kadar vi halde bir şey yapmağa muvaffak olamadım. Sanki hasa nedekine bir şey yapmağa muvaffak mi çare olarak İstanbul Mate başvurayım dedim; dü- yorlar. Basın Bir | baktım ki onlar da henüz çekirdek haline. den filize gidiyorlar. Bununla beraber fs İ xisinden birinin vepn ikisinin birden ones İ işleri da şu ehemmiyetsiz, küçük iş“ İle bir #nniye meşgul olarak ufak bir yar- aramalarını rica etmekten ken | sleki teşekkülümüz içinde ver. düşünürken başka mesleki tegeeküiller de erimin önüne geldik Cemiyeti, Eczacılar Cemiyeti, enler Cemiyeti, Kunduracılar Ce- Cemiyeti, Kitapçılar Ce- arı muhasebecileri, defterleri, kasaları Vardır. Aldatları vaşdır. Teberrüleri vardır. Mü- samereleri, baloları, gardenpartileri" var» dır. Ve hepsinde de muhakkak ki verem- Üleri vardır. Mesleki tesandt denilen nes- senin yanında vereme de bir küçük yer vermek zor olmazsa gerek. Gerçi bu teşek- küllerin yurdım çerçevelerinde (hastalık). faslı da bulunur. Fakat verem hastalık de- ğildir. O bir şeydir, öyle sini diyorum ki yardım ceives Tinde “tötemi,, apayrı bir yer trlmalı, Her mesleki teşekkül, safi gelirinin yüzde mü nasip bir miktarını sırf ve doğrudan doğ” ruya vereme tahsis etmeli ve bunun için İ ayrı bir sandık kurmalı. Zor mudur dersi- niz? Sanmam. Meslekdaşlığı sırasında vereme yakalan nanlar birinci derecede istifade etmeli, İşin şatafatına gitmemeli, Biraz kals- yum, biraz kuvvet şurubu, biraz süt, yün, imurla temini bile bugün için büyük bir iyettir. Bir teraftan - me kadar ender olursa olsun - ferdi ım, bir taraftan devletin mücadelesi, bir taraftan da mesleki tepek- küllerin kuracakları verem sandıkları hale tri sayılır bir yekün tutar. Bakınız İstanbul esnafi kendilerine kağ» la göz arasında, yoktan bir hastanecik kum ruverdi. Bügün için belki dardır, yetmez, Fakat ne de olsa kurulmuştur, gitgide bö yür, yeterliğe erer. Sunatoryorm, prevanteryom devletin işl. Tahsisatoryom, harcantoryom. pilnlaryom Bazariyenin ve ipe un sericiliğin işi, Dis“ panserler vilâyet, hüsusl muhasebe ve hü susl yardım işi, Bunları kendi işlerine bis rakalım, Mesleki teşekküller biraz kerpiğ, biraz tahta, biraz kara kiremitle bire on çatamazlar mı? Yaz mevsimi İçin loryom taklidi birer istirahat pav- vük şehirde iyi havalı, ağaçs h, sulu, küzeye kapal yer mi bulunmaz? Büyükadanın güney tarafı bomboş. Güze- lim Çamlıcayı hepimiz unuttuk, İzmirin. Adanatın Torosları, Ankara nın Keçlöreni, Beynamı, Kızılcası, say sö“ yabildiğin kadar. Şu yaz gününün öğle sıcağını savmal çin şüyle bir kanuşuverelim, bem hoşçi vakit geçiririz, hem belki bir (kolay ha kikat) e varabiliriz diye bunları gezdim Yoken olmıyacağını tahmin etmezlerder değilim. de Tuna ve Möz boyunda, Avru- panın müdafaası harbi yapılıyor, yapılacaktır. Ve bana öyle geliyor ki, şimdi Elcezirenin hâk ile yeksan olmuş o şanlı medeniyet enkazı, o hey- betli sütunlar, taklar, kuleler ve hisarlar, asırlarca evvel gömüldük. leri kumların altından, azman İs- keletler gibi takırdayarak, biri- birlerine abanarak, toprakları ya. rıp devirerek kımıldamak, kur. tulmak istiyorlar, kırık, çatlak, sa- kat kafalarını kaldırıp önümüze di. kilerek bize seslenmek için çabah- yorlar: — Halimize bakıniz,. kurtulmya çalışınız! d

Bu sayıdan diğer sayfalar: