12 Kasım 1931 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9

12 Kasım 1931 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

şe e as A A A ÇAMAŞ A AMA AŞAMA EŞ parma i İ pa 12 Teşrinisani 193) Roman tefrikamız: 91 12 Teşrinisani 1931 HİNT YILDIZI Yazan: İ. F. Yogoda gülümsiyerek ayağa kalktı: “ Seyit, dedi, gözlerimin tekrar seni ve dünyayı görmesini arzu eder misin?,, Yogoda kollarını boynuma do- lamıştı. Gözleri kapalıydı. Gözlerini daima kapamak isti- yordu. Açtığı zaman görmemeğe, ka- palı tutmayı tercih ediyordu. — Beni af ediyorsun, değil mi Yogoda? Diyerek, boynumda dolaşan ellerini öpmeğe başladım. Yogoda: — Sen, bu kadar ince ve has- sas bir adamken, beni niçin anla- yamadın, Seyyit? Beni sevmedin desem, ortada müşterek bir ma- cera var ki, bu bir erkek sevgi- sine delâlet edebilir. Beni ölümden kurtardın.. Bura- lara gelmek, bu nihayetsiz sıkın- tılara katlanmak senin için bir fedakârlıktır. Hiç şüphe yok ki, sen bu fedakârlığı benim için yaptın.! Fakat sonra, yani buraya een sonra, neden bilmem, enimle alâkadar olmamağa baş- ladın! — Buradaki sönük hayat beni çok sıkıyordu, Yogoda! Vakit geçirmek, oyalanmak için bir meşgale aramağa mec- burdum. Ceylân avı benim için en iyi bir eğlence idi. — Fakat, bu meşgale beni sana unutturmalı miydi? Hint yıldızının bu süaline cevap veremedim. O da, bende sus- muştuk. Hakikati söylemek lâzım gelirse, Yogodayı, Muya'ya geldikten sonra ihmal etmeğe başlamıştım. Akı- betimi odüşündükçe, Yoğodaya bağlanamıyordum. Muya'da her geçen gün kalbimdeki boşluğu bir az daha derinleştiriyordu. Halbuki, O gece, Yogodayı her zamankinden çok daha fazla sev- miştim, Hint yıldızı, gözleri kapalı balile, bana öyle cazip görünmüş- tüki.. Dakikalar geçiyor.. Hâlâ konuş- mıyorduk. Yogoda, bu manalı sükütu bir kelime ile ihlâl etti: — Seyitl Hint yıldızı bana, o dakikakaya kadar, bu derece candan hitap etmemişti. e Yogodanın sesinde, her zamankinden çok başka bir tesir, başka bir ahenk vardı. Yogodanın kıvırcık saçlarını parmaklarımın arasında bükerek: — Beni çok mu seviyorsun, Yogoda? dedim. Bir müddet sustu. Dudaklarının ucunda tatlı bir tebessüm belirdi. Başını salladı: — Evet... Ve dudaklarında beliren tebes- sümler birdenbire kayboldu. Kol- larını boynumdan çekti. — Sen.. Ya sen..?! Evvela sözünü kesti. Sağ elile boğazını tuttu, Dalğın.. Mütered- dit.. Durdu. Niçin tereddüt ediyordu? Neden durmuştu? Anlayamadım... Ben de aynı tereddüt ve heycanla, yüzüne baktım. — Neden konuşmuyorsun, Yo- goda? — Konuşmuyormu yum? yok canım,. senden cevap bekliyor- dum! Mamafih seni müşkül vaz- iyetten kurtarmak isterim. Göz- lerini kaybeden bir kızı, senin gibi münevver bir erkeğin, daha fazla sevmesine imkân varmıdır?! Yogodanın ağzını tuttum: — Yeter, Yogoda.. Beni tahkir etmel O, elimi tuttu, kucağına indirdi. — Yalan mı söylüyorum?! Sen, bana, gözlerim açıkken bile fazla iltifat etmezdin! şimdi, seni gör- müyorum., Ançak hissediyorum! Sesinden ve sözünden anlayorum ki sen yanımdasın! Beni, bu vaz- iyette, eskisinden fazla sevdiğine, sevebileceğine (nasıl inanırım, Seyyit?! Itiraf edeyim ki, Hint yıldızını, o geceden itibaren çok daha fazla sevmeğe başlamıştım. — Yogoda, kalbimle oynama, dedim, seni çok seviyorum! Or- manda, göz yaşlarınla yazılmış kitabeleri okuduktan sonra, seni ihmal etmeme imkân yoktur. Beni affet! ( Arkası var) nuna Akşam > Mühim hırsızlık Bir mehracenin bütün elmasları çalındı | Yalnız bir gerdanlığın kıymeti 10 milyon ingiliz lirası Hindistanın enzengin meh- racelerinden , Yuvarlak masa | konferansında ;B murahhas ola- rak Londrada bulunan Dhır- aga mehrace- sinin kıymetli elmaslarını hır- sızlar çalmıştır. Mehrace Ingi- liz kralı tara- Ç& fından sarayda verilen oçaya £ giderken üze- rine takacağı elmasları Hintli hizmetçisinden Dhıraga meh- istemiştir. racesi Hizmetçi elmasların bulunduğu konsolun gözünü açtığı vakit burasını bomboş bulmuştur. Mücevheratın geceleyin, meh- race bulunmadığı bir sırada hır- sızlar tarafından çalındığı anlaşıl- mıştır. Çalınan elmasların içinde mehracenin her zaman resmi günlerde taktığı on milyon İngiliz liralık bir gerdanlık vardır. Mehrace Londranın en mükel- lef otellerinden birinde oturuyor- du.Hırsızlar otele resmi kapısından girmişler ve mehracenin dairesinin kapısına anahtar (o uydurmuşlar, iki Hintli hizmetçinin bulunduğu odanın yanındaki koridordan ge- çerek mehracenin yatak odasına girmişlerdir. Hırsızlar mücevheratı aldıktan sonra otelin arkasındaki yangın merdiveninden ( inerek kaybolmuştur. (o Şimdiye Okadar bir iz bulunamamıştır. Balmumu ihracatı arttı Balmumu ihracatı ( artmıştır. Karadeniz malları son bir iki hafta içinde okkası 95 kuruşa çıkmıştır. Balmumu alan memle- LA Tefrika numarası: 52 Denizlere dehş — salan tahtelbahir 12 Teşrinisani (1931 et— Bir Alman bahriyelisinin hatıratı Muharriri : Max Valentiner Mütercimi : (Vâ - Nü) Taliim yaver oldu. Karşımıza birdenbire bir Norveç gemisi çıktı. Hamulesi kok kömüyrüdü. Livaume'ye gidiyordu. Oh! vaziyet mükemmeldi. Norveç gemisine adamlarımdan bir tekini bile gön- dermedim. Zira, hepsi de seçme ve bahadır olan bu mürettibattan bir tek fert bile kaybetmek iste- meyordum. Norveç vapuruna bir cedvel verdim. Bu cedvel muci- bince, meler yapacağı yazılıdı. Kendisine lâzım gelen işaretleri veriyordum. İşaretlere göre hareket ediyordu. Vapurun kap- danina birinci mevki yolcusu bizim tahtelbahire gelmesini rica ettim. İsmi Gotthostı. Üzerimde, gayet mütecasir bir insan tesiri yapıyordu. Yanımda bulunmasını daha muvafık bulmuştum. Vapur bana halatlarını verdi.Beni arkasına bağladı. Madereye müteveccihen yol almağa başladık. İşler mü- kemmeldi. Evelden tahmin ettiğim gibiydi. Lâkin, ancak yarım saat kadar yol almıştık ki, tam üzerimize doğru gelen kocaman bir vapur gördük. Böyle bir vaziyette me yapa- cağımıza dair vapura verdiğim ket en ziyade Bulgaristandır. AAA Bromural «Knoll» tabletleri dünyada en ziyade müteammimi âsap müsekkini ve münevvimdir. Bu müstahzar milyon. larca vakada tecrübe edilmiştir ve hergün binlerce doktor. lar tarafından tavsiye olunmaktadır. Alındıktan 20 dakiki geçer geçmez, şayanihayret olan müsekkin tesirini gösterir Uzun zaman alınsada hiç bir zararı yoktur. — Eczanelerde 10 veya 20 tabletlik cam tüplerde satılır. — Fabrikası Alman yada Rhein üzerinde Ludwigshafen, de KNOLL A.-G. dıs cetvelde yazılı maddeyi tatbik edecektik. Mukannen işareti çek- tim. Halâtları daha uzattım. Battım. Bu sırada, büyük vapur yaklaştı. Takriben onsekiz bin tonluk bir Amerikan vapuriydi. Gıcır gicır yepyeniydi. Mutlaka, içinde, Italyaya (Oogiden yolcular oOve eşya vardı. İçi, şüphesiz ki, harp malzemesile doluydi. Hiç Italyaya giden vapurda harp malzemesi bulunmaz olur mu? Amerikalılar, bununla dünya kadar para kaza- nıyorlardı. Şimdi, ne yapmalı? Amerika, hâlâ bitaraftı. Şayet vapuru durdursaydım, şüphesizki, telsiz telgrafla ortalığı vaveylaya verecekti, Süratı çok olduğu için benden kaçup ( kurtulması da (kabildi. Her halde, İngilizler, haberdar olabilirlerdi ki, beni, bir vapurun peşine takılıp Madere'ye müte- 8 bulda süründüm. | sevkiledir ki, Her akşam bir hikâye Kesik kesik öksürüyorum: — Öhhö... Öhhö.. Anlayorum: Halim bitik... Verem " oldum... Tabii değil mi ya: Çocukluğum, umumi harbin en zaruretli zama- nına tesadüf etti. Bünyemin asıl maddei asliyesini teşkil edecek gıdalar, hep çörden çöptendil.. Sonra, mütareke devrinde İstan- derken tam ortalık yatışı, (o giriştiğim işte muvaffak olamadım... Şimdi beş i parasızım ve hastayım... Parasız ve hasta... Öhhö... Öhhö... Öhhö... Öksürüyorum. Potinlerimin yenik ökçelerini sürükliyerek Ooturduğum bekâr odasına dönerken, önüm sıra gi- den iki kişinin muhaveresi kula- ğıma şöyle bir çalınıverdi. Sarı saçlı adam, mütemadiyen: — Evet, doktor!.. Hakkın var doktor!.. Tıpkı buyurduğunuz gibi doktor.,. - diye tekrarlayip tek- rarlayıp duruyordu. Siyah saçlı adam ise: — Ben beşeriyetin kurtulması için... Ben idealistim... Ben, fakir sınıfının saadeti için... - diye bir şeyler anlatıp duruyordu. Sarı saçlı adam, gene, boyuna: — Evet, doktor!.. Hakkınız var, doktor!.. Tıpkı buyurduğunuz gibi doktor !..- Nakaratında berdevam. Tam bu esnada, bir evin kapısı önünde durdular. Yekdiğerlerinin ellerini sıkarak ayrıldılar. Sarı saçlı, yoluna devam etti. Doktor olan siyah saçlı da, eve girdi. Kapıya baktım, tebelesi filân yok... Fakat, nede olsa, siyah adamın doktor olduğunu ögrendim ya... Hem, beşeriyetin kurtulması için çalıştığından idealistliğinden, fakir sınıfın saadetini gördüğünden coşkun coşkun dem vurup durma- yor mıydı? İşte tam benim gib bir hasta için doktor... ii Fazla tereddüde lüzum görme- deri, kapıyı çaldım. Başı namaz bezli bir kadın açtı. — Doktor beyi görmek isteyo- rum! - dedi. — Doktor “G.B.,, beyi mi? buyurun... Beni içeri aldı. Berbat derecede fena mefruş bir odaya girdim. Iki üç dane kırık dökük iskemle bir topal masa. Dıvarda Nuhu nebiden kalma bir “Hüvelbaki!,, levhası.. Ve işte o kadar... Eh, tabii, değilmi ya ?.. Fakir- lere bakan doktorun idarehanesi de bundan daha parlak olmaz. Bu esnada, deminki siyah saçlı adam içeriye girdi. Hayretle yü- züme baktı. veccihen yol alıyorum. Böylelikle, yapmak istedigim işe mani olabi- lirlerdi. Şayet bu iki mahzurda olmasaydı, bu vapuru batırmakta yine tereddüt gösterdim.Zira, Wilson bize bildirmişti ki,şayet tahtilbahır muharebesine devam edecek olur- sak Almanyaya karşı harp ilân edecektir. Bu geminin batırılması, ticari münasebatın inkıtaa uğra- masına,harbin ilân edilmesine se- bebiyet verebilirdi. Bu derece büyük bir mesuliyeti sırtıma almakiste- memiştim. Bütün bu düşüncelerin vapuru (serbest bırakmak bana muvafık göründü. Zabitlerim, (o benimle (o hemfikir değillerdi. Ben de periskop'umla enfes vapuru seyrederek, ağzım sulanı- yordu. Geçip de gözden kaybol- duğu vakit su sathına çıktım. Salwang tarafından gene su sat- hından sürüklenmeğe başladım. Lâkin, bu iş, uzun müddet A Pe Iktisat doktoru bi Sahife 9 — Emriniz? — Hastayım. — Geçmiş olsun... Fakat şey... Tanıyamadım siz kimsiniz ? — hastanızım efendim. — Kendime rizaenlillâh baktır- mağa geldin efendim.. Hastayım yani .., Zati âlinizin fakirlere be- dava bakan bir hekim olduğu- nuzu ve cidden bhazik bir tabip bulunduğunuzu biliyorum da.. Doktor bey, sözlerimi dinledik- ten sonra, meseleyi anlamış gibi bir kahkaha kopardı. — İlâhi. İlâhi.. Siz beni hekim mi sandınız? İlâhi İlâhi. Bu sefer, hayret sırası bana düştü, i — Zatiâliniz idoktor değilmisi- niz.? Peki ama, deminki sarı saçlı zat size, mütemadiyen “ Doktor bey! Doktor bey!, diye hitap ediyordu. — Ben tıp doktoru değilim... Avrupada iktisat tahsil ettim... Iktisat doktoruyum. Ve, anlatmağa başladı: — Cemiyetin: bir bünyei ikti- sadisi vardır... Ben, iktisadi dert- lere çare bulurum.. Mali, iktisadi. — Hah, tamam!- diye ellerine sarıldım... Hay Allah sizden razi olsun... Esasen benim hastalığımın asıl sebebi de parasızlık... Madem iktisat doktorusunuz; iktisadi, mali dertlere çare bülursunuz, şu benim parasızlık derdime .bir çare bulun.. Dektor, ciddi mi söyliyorum diye gözlerimin içine baktı. Ciddi söylediğimi anlayınca bir kahkaha daha kopardı: * — Ilâhi, ilâhi, ilâhi... Hem ik- tisat doktoru ferdi dertlere çare bulabilir mi?.. Hiç olur mu? Hiç olur mu? Bu esnada, etrafı bakıyordum: hakikaten de öyle. Bu kötü iskemleler, bu topal masa, bu harap bina.. Şayet, iktisat doktoru, şahsi, iktisadi dertlere çare bulmasını bilseydi, evvelâ kendi iktisadi dertlerine çare bulurdu. “ Kendisi muhtacı himmet bir dedel Nerde kalmış gayriye him- met edel,, vaziyetinde kalmazdı!.. Ben bunu düşündüğüm sırada, o, anlatıyordu: — Biz iktisat doktorları, cemi- yetin < iktisadi, mali dertlerine çare buluruz... Ilh İlk... Sordum: — Peki şimdiki buhrana karşı- lık ne çare buldunuz? Başını kaşıdı... Cevap vermedi. anladım ki: Bu adam deli... Lâfı uzatmadan, sarı saçlı adam gibi, onun elinden ben de sıvıştım. (Va -Nü) yle devam edemezdi. İşte, önümüz sıra, İngiliz torpitolarının bir filosu geliyordu. On parça gemi idiler. Bu sefer, beni çeken gemiden çozüldüm ve daldım. İngilizler, gene, beşyüz metro ilerimizden geçtiler ve hiçbir şey nazarı dikatleri celbetmedi. Torpidolar gözden kaybolduk- tan sonra, içimize su serpildi. Yavaş yavaş çıktık. (OVapurun peşine takıldık. İki gün müddetle, iyi bir havada, yol aldık. Made- re'ye doğru yürüdük. Vaktimi Norveçli kaptanla be- raber geçiriyordum. Gottas,bütün- dünyanın kaptanları gibiydi. Ga- yet hoş ve samimi idi. Ağzının tadını biliyordu. Şarabımız ve vis- kimiz, keza, ona sempatik görünü yordu. Güvertede değilken daima geminin salonünda oturuyordu. Fonoğarafımızd# o çalınan son Alman şarkılarını dinliyordu. (Arkası var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: