1 Eylül 1937 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9

1 Eylül 1937 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Bu senein birkaç aym bir Anadolu mda geçirdim. Orada birkaç kan dâvası oldu. Bazı katillere de ta- Muştım; ve cinâi zihniyetlere dair dik- katimi bazı hususiyetler celbetti. Bun- lar hakkında uzun uzadıya yâzılar Yazmağa hazırlanıyordum. Tabintile evvelâ kan dâvasından işe başlıyacak- tum. Fakat hükümetin bu mevzua dar ir bir tedbir aldığını öğrendim: İki aile arasında böyle bir vaka çıkınca, tarafeynin bütün fexdelerini, - arada beş yüzden aşağı kilometre bulunmu- Mak şartile - Türkiyenin dört bir bu- Cağına çil yavrusu gibi dağıtacakmış. Böyle bir tedbir, kan dâvası çıksranın da soyunu sopunu ilk ağızda tehdid ettiği için, her halde müessir oldcak- tir sanırım, Fakat tabii, mesele kan dâvasından ibaret değil, Başka saha- larda da Avrupadaki vaziyetlerden farklı cinayetler olduğunu gördüm. Gerçi hükümet bunu da düşünmüş. Çünkü Adliye Vekili Şükrü Saracoğlu Bun bizi Avrupadan tercüme edilmiş bir kanundan ayırarak, milli bir ka- nuna ulaştıracağını öğrendik. Belki bu kanunun yapılmasında vesika teş- kil eder diye bazı gördüklerimi şuraya Yazayım: ve. Bir köy düğününe davetliydik. At- Yara bindik. Karadeniz sahilindeki kasabadan üç, beş saat kadar ayrıla- Tak, kız tarafına gittik. Heyetimizde birçok kasabalı dükkâncılar falan vardı. Damad epeyce zengin bir köy #İlesindenmiş. Kalabalık, iyi bir dü- ğün olacağı daha bu ilk cemaatten belliydi, Yolun ortasında bir köprü Vardı. Erkek tarafının diğer bir kıs- Mu da bize iltihak etti, Aralarında sim- Siyah çarşafa bürünmüş bir kadın gö- Tünüyordu, O da bizim heyetle birlikte Yola düzeldi. — Kimdir? - diye sordum. Erkek tarafından omurahhasmış. Gelini giydirecekmiş. Yâni bizim âdet- Jer mucibince birnevi «yenge ha- Bim>... O da atta İdi. Fakat, kafilenin en sonuna kalınca itiraz ettim. — Bizde kadın en arkadan gelir! » dediler; itirazımın faydası olmadı. Neyse, kâh rahvan, kâh dörtnala Biderek ve kadınla birlikte geride ka- İan küçük grupu bir ağaç altında bek- Myerek, yolumuza devam ettik. Bir dağ yoluna çıkıyorduk. o Yanımızda bir de kemençeci vardı, Bütün havali- e meşhur bir şahsiyetmiş: Sonradan, başka memleketlerde de Bördüm; plâklarda sesini de dinledim. Belki siz de duymuşsunuz. Gayet ace- de bir Şekilde ve gayet kalın, anlaşıl- Maz bir sesle Karadeniz havsları söy- lüyor. Şüphesiz İstanbullular bunları inlerken gülmekten kendilerini ala» Mazlar; fakat şarkılar, Karadenizli lere pek suzişli getmektedir. İki dağ arasında bir dere, sularını kayadan kayaya çarparak çağlıyor- du. Atlarımız bazan diz kapaklarından Pek yukarıya kadar suya balarak s8ğ- dan sola, soldan sağa (geçiyorlardı. Kiz köyüne yaklaşmıştık. — Haydi zamanımız geldi. Çal, ke- Mençesi! . dediler, Muhitin meşhur musikişinası, boy- Mundaki siyah torbadan sazını çıkar- Gİ. Söyleyip çalarken dalgınlık etmiş , atının ayağı derede kaydı. sülara kendini kaptırdı, A2 daha gidiyordu; fakat tabii orada © kadar adam var, kurtarıldı. Kimi ke- Mençecinin haline gülerken, kimi de: — Burada geçen sene bir adam bo- hat ydu, Netameli yerdir! - diye İza- Fındık bahçelerinin arasından sap- tik. Yirmi yirmibeş hanelik bir köy gö- Tünüyordu. Evlerin hepsi viran. Top- Taktan yapılmış, çerden çöpten şeyler. Yalnız ikisi ahşap ve yeniydi. Bunla- Mın bacaları tütüyor, önlerinde çocuk- koşuşuyorüu. Kufilemizi görünce, Kapılardan adamlar çıktı. Bize kar- şe Ae bü düğüne daveteden ba Hamdiye bie : — Kız tarafının evi midir burasi? — Hatır! « dedi.- Mehmed Kafoğ- Munün. — Kimdir 07... —— Kaç zamandır buralardasın da İşitmedin mi?.. Meşhur katil... “— Yok canım... E, ne münasebet Onun evine gidiyoruz?. — Köyün ağası oluyor da ondan... Kısa boylu, atik hareketli, mavi göz- lü ve güler yüzlüydü bir oğlandı bu... Yirmibeşinde varmış, fakat ancak on sekizinde intibamı veriyordu. Ga- yet mükrimdi. Biz şehirlilerin attan inmemize yardım ediyor, âdeta Üzen- gilerimizi tutuyor, kolumuza giriyor- du. Onun hakkında bir tek şey söyle- nebilirdi: «Ne sempatik çocuk!» Bizi yeni yapılmış terlemiz evinin misafir odasına buyurtiklan sonra, kahve ve yemek emretmek için çıktı. Hamdiye döndüm: — Bu mu?. — Bu, evet... Mehmed Kafoğlu.- — Ayol, bunun neresi katil?. — Hem atıcı, hem katil, hem at hır- sız... Yaman şeydir... Onun kasabaya İnip de otel parası verdiği yoktur. Jam- darma kumandanı karakolda omisa- fir» eder: Tek bir maraza çıkmasın diye... — Allah Allah... Halinden hiç de belli değil... Aramızda sakallı köylüler, şehirliler vardı. — Belli değil amma, öyledir, beyim.» dediler - Doğrusu çok yaman delikan- Mehmed Kaflı içeriye girdi. Herkes gürrr diye ayağa kalktı. O, bu köyde, hattâ kasabalılardan bile küçük bir prens muamelesi görüyordu. Karadenizin bazı yerlerinde asn'et iddinları vardır, — Kafoğulları, eski, tanınmış bir aile midir?- diye sordum. — Hayır, beyim!» dediler.- Bu deli- kanlı onları meşhur etti. — Ne suretle?, — Bir kan davası sebebile... On üç şene evvelki bir vaka... Düşünün: On üç sene adam vurdu... «Ne babayiğit!» gibi, takdirle bakı- yorlardı. Mehmed Kafoğlu,ya dikkat ediyor- dum. Hani mektepten birinci çıkan, yahud mübim bir eser yazan bir ger- ci, kalabalık bir mecliste yüzüne karşı meğhusena ettikleri zaman nasıl ezi- lir, büzülür, memnunane tevazü hare- ketleri yapar. İşte, o da öyleydi: — Aman canım... Biz kim oluyo- Tuz... Ne babayiğitler var!- dedi. Yanında oturan bir ihtiyar, onun omzunu sıvazladı: — Seh hiç birinden aşağı kalmaz- sın... Bak, beyler bilmiyor... Anlat, an- Yat da dinlesinler... — Canım, birak... Eski mesele... Arkadaşım Hamdi: — Yenileri de var..- dedi, Hepsi birden yalvanyörlardı: Tıpkı, bir mecliste, bir artiste yalvarıldığı gi- bi!.. Halbuki muhitin en mühim ke- mençecisi de oradaydı: Hem de islan- mış bir halde... O, itine, itiba" görmü- yordu... Ona bir kuru ceket bile ver. memişlerdi. Arada sırada: «Çal!» diye emrediyorlardı. Mehmed Kafoğlu ise, bir dastan anlatırcasına macerasını naklediyordu. Küçük yaşta bulunduğu sırada am casını vurmuşlar. Babası sağmış am- ma, o, İntikamı bizzat almak İsteme- miş. Bütün aile bu Mehmeteiğe tel kinde bulunmuş. O da, on iki yaşın- da, bacak kadar bir çocukken, ame& katilini, caddenin ortasında ölü ola- Tak yere sermiş... İşte, şöhreti o zamandan başlıyor... “Tabii, küçük yaşta olduğu için, ada- letin pençesinden ucuz kurtulmuş. Fa- kat: - — O gündenberi alıştım!- diyordu.» Adam öldürmek de nedit Ki... Çeneler avuçlara dayanmış, gözler heyecanla açılmış, genç, ihtiyar, bü- tün düğün evi halkı onu dinliyorlardı. Ve ©, prensiplerini anlatıyordu: — Adam öldürmeğe gidecek misin? Yalnız başına gitmeli, kardeş... Öyle yanında şerik filân... Nafiledir... İnsa- nı ele verirler... Halle sözleri ne büyük tezad teşkil ediyordu. Civarin meşhur kabadayısı- nın bu olduğunu isbat için, bin bir şa- hid isterdi. Fakat hakikat işte böyley. di: Gösterdiği «yavarlık», civarda şöh- retine sebebiyet vermişti. «Müstaid. bir delikanlının önünde nasıl istikbal açı- lırsa, muhiti de, ona bu bususta yar- dım etmişti: At hırsızlığı ederek zen- ginleşmesi, hattâ köye ağa olması mü- samaha ile görülmüştü. fötrü — Bir düşmanım olsa da sana ha- vale etsem?- diye sordu. — Sen emret, beyim... Seni ben ca- nim gibi severim... Her hizmetini gö- rürüm... Yani, bilmediği bir adamı hatır için baklayıvermeği vedediyordu. — Peki -diye sordum.- Bu Mehmed Kafoğlu'yu nasıl böyle serbes bırakı- yorlar?, * Birçok kere hapse girmiş. Fakat son zamanda büyük bir cinayeti meydana çıkmış değilmiş. Onun için birkaç ay hapsolup kurtuluyormuş. Rütbesi de böylelikle «altı kere mahküm oldu, ye- di kere mahküm oldu!» diye boyuna ar- tıyormuş. İtibarı ona göre fazlalaşı- yormuş... Kasabaya indiği zamanlar ise, demin de söylediğim gibi, hep, sa- bıkalı muamelesi görürmüş... Yemek başlamıştı: — Gayet hayır sever çocuktur!- di- yorlardı.- Hattâ fakir olan gelin tara- fından ziyafeti de o hazırlattı: Tam on iki türlü yemek yaptırdı. Ömrüne, afiyetine dua ediyorlardı. Yemekten sonra, kalktık. Gelinin çe- yizlerini aldık; kadınlar en arkada, yo- Ja düzeldik, Kız tarafı, kâmilen bizim- le beraber geliyordu. Fakat etrafıma baktım. Fakat o, atını sürmüş, başka bir tarafa doğru gidiyor. — Bizimle beraber gelmiyecek mi? — Hayır! - dediler. Orada erkek kö- yünde bize kavuşur, Pek çok düşmanı olduğu için, malüm yollardan geçmek âdeti değildir. Belki pusuya düşer. Onun için, bügün buradan, yarın ora- dan geçer... Üzerimdeki intiba hâlâ aynidir; Sempatik, cana yakın bir uğlandı bu. Civa gibiydi, ele avuca sığmıyordu... ” Kimbilir, iyi bir muhite düşseydi, katil değil, kahraman olacaktı. Umu- mün hizmetinde kendisini kahredecek- ti, Fakat işte, böyle olmuştu: Onu, daha körpe bir yaşta iken, bir cinayete âlet etmişlerdi? Tereddi ettir- mişlerdi, alıştırmışlardı. Hikâyesini başka sefere bırakarak, buna benzer bâşka birşey daha söylü- yeyim: Karadenizin bahsettiğim kö- şesinde, mesuliyetlen ko i Jar, bu hikâyemde görül sıl bir cinayeti bit çocuğa yaptırıyor- larsa, kan davası suretinde olsun, baş- ka türlü bir intikam şeklinde olsun, | ekser cinayetler, çocuk derecesiride saf ve dünyadan bihaber fakirlere paf& karşılığında işletilir. Saraçoğlunun bahsettiği milli ka” nunda, cinayetin zengin ve yüksek mevkiili müşevviki, bizzat âlet olan fakir ve âciz katilden kat kat fazla ce- za görmelidir. 'Tabil, Halkevlerinin de vazifesi, ca- niyi kahraman gibi gösteren zihniyet- le mücadele olmalıdır, Veli Nuri 1 Eylül 997 Çarşamba İstanbul — Öğle neşriyatı: 1230: Plhkla Türk musikisi, 1250: Havadis, 13,05: Muh- telif piâk neşriyatı, 14: SON, Akşam neşriyatı; 1830: Plâkla dans Teusikisi, 1030: Türkçe tangolar: Bayan Feriha Tevfik, 20: Bürhan ve arkadaşları tarafından Türk musikisi ve halk şarkıla- TI, 20530: Bay Ömer Rıza tarafından arab- en söyler, 2045: Hamiyet ve arkadaşları tarafından Türk musikisi ve halk şarkıları (Sant ayarı), 2115: ORKESTRA, 2115: Ajans ve borsa haberleri ve ertesi günün programı, 2230: Plâkla sololar, opera Ve operet parçaları, 22: SON. Ecnebi istasyonların en müntehap programı Roma (421) saat 22: Bando konseri, Berlin (356) 91,10' Orkestra ve şarkı, Prag (410) 2150: Radyo orkesltsm tarafından konser, Bükreş (364) 2139: Viyolonsel ve Piyano, Varşuva (1330) 22: Piyano (Ckopin), Viyana (507) 2248; Keman ve piyano, Lüksemburg (1293) 2250: Koro, Dans musikisi Varşova (1339) saat 78, Peşte (549) 2320, Viyana (507) 2820, Breslar (316) 25,20, Londra (Kısa dalga) 15,10 - 1830 - 22, 2 Eylül 977 Perşembe İstanbul — Öğlen neşriyatı: 1230: Plâk- la 'Türz musikisi, 1250: Havadis, 1305; Muhtelif plak neşriyatı, 14: SON. Aksam neşriyatı: 1830: Plâkla dans musikisi, 19440: Spor müsahabeleri: Eşref Şefik tarafından, 20: Suad Ergün ve ar- tarafından Türk musikisi ve baik şarkıları, 2030: Bay Ömer Rıza ta- rafından arabca söylev, 2045: Suzan ve ari tarafından Türk musikisi ve balk şarkıları (Sail ayarı), 2115: OR- KESTRA,22,15: Ajan ve borsa haberleri ve ertesi günün programı, 2230: Plâkla gololar, operâ ve öperet parçaları, 28: SON, Japon casus, Kubilâyı şaşırtmak için Amiral Şütsoya sahte imzalı bir mektup göndermişti | Özkan bu muhavereyi anlatırken, Kubilây öyle bir şiddetle yerinden fırlayıp kalktı ki... Özkan birdenbire hızla geriye çekilerek * başı çadırın direğine çarptı. Sersemleği, şaşırdı. — Duyduklarımı anlatıyorum, ba- kanım! Diyerek, korku ve heyecan titremeğe başladı. Kaç gündenberi sesleri çikmiyan Japonlar Kubilâyın bütün harekâtın: uzaktan uzağa takip ediyorlardı da Mo- ğolların bundan haberi mi yoktu?. Kubilây: — Bu çocukları neden buraya getirmedin? Diye bağırdı. Özkan: — Emrederseniz şimdi &lıp getire- yim, dedi, ben ortalığı veiveleye ver- memek için, çocukların yanına bile sokulmadım, Onları uzaktan din- Jedim. Özkan çarçabuk deniz kenarına koştu. r Kumsalda oyniyan iki çocuğu ya- kalayıp hakan çadırına getirdi. Bu çocuklardan biri (Yay) adalarına gönderilen kayıkçının oğluydu. On dört yaşlarında vardı. Öleki de kom- Şu çocuğuydu. Kubilây, komşu çocuğunun omu- mundan okşadı. Eline bir kese para vererek: — Bana doğrusunu söyle bakayım, dedi, arkadaşının babası (Yay) ada- larma giderken, onun koynundan bir mektup çalmışlar. Bunu sana kim söyledi? Çocuk bir müddet yarı korku, ya- ri sevinç içinde bocaladıktan sonra gülerek gözlerini kırpıştırdı: Babamdan duydum. Dedi. Kubilây sordu: — Baban ne iş yapar? — Büyük bir Japon mağazasının bekçisidir. O da mağazadaki Japon- Jardan duymuş. Bir gece eve gelince anneme anlatırken duydum. O mektubu babanın bekçilik yaptı- ğı dükkân sahipleri mi çalmışlar? — Evet. Babam böyle söylemişti. Maktıbu çalmışlar ve yerine Kubilây imsasik başka bir mektup koy- müşlar. “ Kubilây hiddetinden ne yapacağı- nı bilmiyordu. Ayakta duran Bayan bahadır: -— Ben size, Kantona gelir gelmez şu Japon mahallelerini ateşliyelim, demiştim, hakanım! dedi, Siz razı ol madımız. Fakat, bu herifler rahat durmuyorlar. Başımıza bin türlü fe- lâketler getirerek bizi rahatsız ede- cekler. Kubilây her hadise karşısında ted- bir almayı ve şiddeti en sonraya bi- yakmayı tercih ederdi. — Bu çocuğun babasıni buldurup, ondan hakikati öğrenelim. Diyerek Özkân'la çocuğu Japon çarşısına gönderdi. Bekçinin oğlu zeki ve anlayışlı bir çocuktu. Özkan uzakta durdu. Ço- cuk dükkâna girerek, babasına: — Annem hastalandı, seni çağı- rıyor! Dedi. Biraz sonra bekçi oğlu ile bir- likte dükkândan çıktı, sokağı döndü. Bekçi Moğol zabitini görünce şaşırdı. m: içinde yakalayıp — Korkma! - diye yanına sokul- du - hakan seni görmek istedi. Haydi- yürü... Birlikte gideceğiz. Ordu karargâhina doğru yürüdü- ler. , * Japonlar, Kubilâyın mektu- bunu nasıl çalmışlar? Özkan, hakana önemli haberler ve- ren çocuğun babasını yakalayıp or- du merkezine getirmişti. Dükkân bekçisi Kubilâyın karşısı- na çıkınca korkudan dudakları çat- ladı ve titremeğe başladı. Kubilây: — Anlat bakalım, şu mektubu Ja- ponlar kayıkçının koynundan asıl çaldılar? Dedid. Bekçi korkak bir sesle an- Jattı: — Bekçilik yaptığım dükkânın sö kibi (Tihayi) çok akılı bir adam- dır, Japonyada bile onun Kadar zen- gin bir adam yokmuş. Onun gözü, bizim görmediğimzi uzak mesafeler. deki eşyayı ve hadiseleri görür. Ku- lağı da öyle... Etrafta olup bitenle- Ti herkesten önee işitir. Bu çocuğun babası bir gün evvel kayığını hazır- Jamağa başlamşı. (Tihayi) bunu ha- ber almış, sahile koşmuş. Kayıkçıyı bulmuş, onunla ahbap olmuş, Kayık- çının yola çıkacağı gece birlikte diik- kâna geldiler. Bir köşeye çekildiler, Dükkân sahibi iki çubuk ısmarlamış- tı. Kayıkçı afyonu çekince sızdı. Ben kapıda nöbet bekliyordum, (Tihayi) kayıkçının üstünü aramış... Amiral Şütsoya götürülmek üzere koynunda bir mektup bulmuş. Kayıkçı uyur. ken, (Tihayi) tezgâhın önüne geçti. Başka bir mektup yazarak, ' altına Kubilây imzasını attı. Yazdığı mek- tubu katlayıp kayıkçının koynuna soktu. — O mektuba Kubilây imzasını at- İığını nereden biliyorsun? (Tihayi) mektubu yazarken hızlı hızlı söyleniyordu. Hattâ yazdı- ği şeylerin bir kısmını de duydum. Kubilây merakından çıldıracaktı. İtidalini muhafaza ederek bekçiden sordu: — Neler yazdığını hatırında tut- tun mu? — Aklımda kalanları arzedeyim, hakanım! Tihayi yazarken şöyle mı- rıldanıyordu: «Ben Pekinden bir or- du ile Kantona geldim. Fakat, bu- rTanın bavası yaramadı bana, Yarın gene ordumla Pekine dönüyorum. Kantonda âsayiş mükemmeldir. Ka- le muhafızlarını takviye ettim. sana da bir çuval altın bıraktım, Altınlar kızına teslim edilmiştir. Gelelim Yay adası isyanına: Orada general Hun - Kan düşmana esir düşmüş. Buna hiç müteessir olmadım. Hun - Kanın ölüm haberini duysaydım daha cok memnun olacaktım. Zira Hun - Kâ- nın karısı Pekinde bizim sleyhimiz- de çalışanlarla gizlice birleştiği sa- bit olduğundan idam edilmiştir. Bu mektubumu âlir almaz (Yay) adala- rı önünde açılarak Japonyanın batı sahillerine doğru bir akın yap. O sa- hillerde bir çok kaçakçıların küçük Mmanlarda barındığını duydum, On- ları püskürtmeden geri dönme! Şunu da ilâve edeyim ki, Japon sahillerin- de büyük servetler elde edeceksin. Ka- çakçılar Moğol donanmasının gek diğini görünce mallarını bırakıp ka- çacsklardır. Bu malları gemilere yük- leyip Kantona getirir ve bir kısmını hazineye, bir kısmını da donanma zabitlerine dağıtırsın!» Bekçi bunları anlattıktan sonra bö şını önüne eğdi, sustu. Kubilây, Bayan bahadırın yüzüne bakarak: — Bu ne cesaret! Bu ne küstahlık! Diye bağırdı. Kayıkçının bügüne kadar dönme- mesinin sebebi şimdi anlaşılıyordu. Çünkü (Tihayi) bu mektubun bir köşesine de şu cümleyi ilâve et mişti? ne al ve birlikte götür!» Kubilây: — Bu herif Kantonda Japon im- paratoru gibi hükmediyor, diye ba- ğırdı. Bayan bahadır için için gülüyordu. Başkumandanın - Kantona girer- ken - ilk teklifi kabul edilmiş olsay- dı, şimdi bu rezalete, bu münase- betsizliğe meydan kalmıyacaktı. Belki de bugün yarın amiral Şüte so, donanmasile Kantona dönmüş olacaktı. “(Arkası var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: