20 Haziran 1939 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 12

20 Haziran 1939 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 12
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Rüştü ile yeni tanışmıştım. İyi, | hoş bir çocuktu, Kendisine geçenler- de, bir akşam üstü Sirkecide rasgel- dim. Hemen yanıma yaklaştı. Etrafı seyrederek, tatlı tatlı konuşarak be- Taber yürümeğe başladık. Bir aralık aramızda eğlenmekten, gezmekten, içki âlemlei#miden söz açildı. Rüştü: t — Benim, dedi, içki ile başım hoş değildir. Eğer pek neşelenirsem, ya- hut pek kederlenirsem vefe başımın. içined eski bir aşk macbrâsının ha- tırası canlanırsa o zamâm'içerim... Yoksa başka zamanlar içkinin dam- lasını ağzıma almam... Bu sırada plâk, gramofon, radyo satan bir dükkânın önünden geçi- yorduk. Dükkânın içinde çalınan gramo- fonun sesi sokaktan da işitiliyordu. Rüştü birdenbire durdu. Bana: — Duyuyor müusnuz, dedi, şarkıyı duyuyor musunuz? Ben de çalınan şarkıya külak ver- dim. Şunları işittim! «Bahçelerde yasemin «Dudaklarımda ismin» «Söyle bana sevgilim» «Sen kiminsin? Sen klıyısin?» Rüştü bir kere daha tekrar etti: şititniz değil mi? Çalınan şar- kıyı işittiniz değil mi? — Evet işittim... Rüştü; — Ah bu şarki, ah bu şarki... Ben- de öyle bir hatıra canlandırdı ki sorma birader sorma... Bu şarkı bir- denbire beni âdeta mazinin kucağı- “na attı. Şimdi o eski günleri yeniden yaşıyor gibiyim. Rüştü bunları söyledikten sonra bu şarkının başını kendi kendine mi- rıldandı: — Bak azizim dinle... «Bahçelerde yasemin... Dudaklarımda ismin...» Dokuz sene evvel bu şarkıyı meh- taplı bir gecede, yaseminlerle dolu bir bahçede dinlemiştim, Yanımda beyazlar giyinmiş bir genç kız vardı. Çiçekli yollarda onunla dolağıyorduk. “Tamam iki sene bu genç kızla çılgın gibi seviştik. Bu şarkıyı ne zaman işitsem gözümün önünde ay ışığının gündüz gibi aydınlatlığı bir gece, yaseminlerle dolu, kokulu bir bahçe, etrafı çiçekli yollar, beyazlâr giyin- miş mahzun yzülü bir genç kiz cân- lanır... Evet... «Bahçelerde yas&- min... Dudaklarımda ismin. hey gi- di günler hey... Aman kardeşim, es- ki yaram deşildi. Şu birahaneye gi- relim de iki kadeh içelim... Fazla değil, iki kadeh... Rüstüyü kıramadım. Tuttuk. Biraz ilerideki birahaneye girdik. Seçtiği- miz masanın bâşına otururken Rüş- tü tekrar ediyordu: — Fazla değil... iki kadeh!... Rüştü garsonu çağırdı. Biraz son- ra önümüzdeki masa mezelerle do- nanmıştı. Rüştü kadehleri dolduru- yordu. Bir yandan deminki şarkiyi hafifçe mırıldanıyor, bir taraftan da içiyordu. Bir kadeh, arkasından bir daha, bri daha içti. Ona: Kalkalım mı? delim. İki İçmek için karar vermiştin, öç oldu. İsterseniz yavaş yavaş yillanalım... İki kadeh, sadece — Aman, dedi, deminki şarki beni pek sardı. Bir kadeh daha içeyim... Ondan sonrâ kalkarız. Arkadaşım bir kadeh daha içti, Artık ben yavaş yavaş kalkmağa ha- © gırlanıyordumm. Tam bu esnada garsonlardan biri birahanehin bir köşesindeki radyoyu açtı. Arkadaşımın gözleri birdenbi- re parladı. Radyoda eski” bir şarkı çalınıyordu: «Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime «Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalimes Rüştü beni dürttü, âdeta telâşla; — Aman kardeşim... dedi, şu ka- dehimi doldur. Doldur şu kadehi... Onun haline bakıp şaşırmıştım. Sordum: — Ne var? Ne oldu? Bir yandan böyle soruyor, bir ta- raftan da kadehini dolduruyordum. Rüştü uzandı. Bir nefeste dolu ka- « <dehi boşalttıktan sonra: -» Şimdi çalınan şarkıyı işittin mi? «Kimseye etmem şikâyet, ağlarım kadeh | AKŞAM ben halime...» şarkısını... Ah bu şar- kı birader, ah bu şarkı... İlk deli- kanlılık çağlarımda idi. Büyük bir çiflikte oturuyorduk. Biraz ilerimiz- İ de komşularımızdan birinin çifliği | vardı. Her akşam atla civarda dola- | sardım. Bir gün komşumuza İstanbuldan bir misafir geldi. Genç bir kadındı Duldu. Esmer gözlü. İri iri siyah göz- leri vardı. Adı Ayşe idi. Onunla anlaşmam güç olmadı Ehhh o zamanlar da aslan gibi de- likanlı idim doğrusu... Ayşe ile çif- liğin arkasındaki derenin kenarında buluşurduk. Burada dere bir takım kayalıkların üstünden geçer, küçük bir çağlayan vücude getirirdi. Biz derenin kenarındaki büyük taşların üzerine oturur, çıplak ayaklarımızı akan suyun İçine sokardık. Güneşin altından yaldızlı imiş gibi akan su- ların içinde Ayşenin mirtimlin beyaz Ayaklarını, pembe topuklarını ne bü- yük bir zevkle seyrederdim. Sevgilimin tatlı, yanık bir sesi var. dı. En çok sevdiği şafkı da bu idi. Yanyana oturmuş, ayaklarımız akan suyun içinde dururken o bu şarkıyı söylemeğe başlar, ben de gözlerim kapalı dinlerdim. Şimdi son ayrıldığımız geceyi dü- Şünüyorum. Gene dere kenarına git- miştik, Gene ayaklarımızı suya $ok- muştuk. Ertesi günü o çiftlikten ha- reket edecek, çok uzaklara gidecekti, Son bir defa beğendiği şarkıyı söyle- di. «Kimseye etmem şikâyet, ağla- rım ben halime...» mısramı söyler- ken gözlerinden iki iri yaş damlası süzülüyordu. Hey gidi günler hey.. Garson oğlum... Bize bir şişe daha | aç. Eyvahlar olsun bütün hatıralarım yeniden canlandı. Büyük bir çiflik, koyu gölgeler veren ağaçlar, şınıl- dayarâk akan dereler, küçük şelâle, kayalıklar... Güneş ışığı altında yal- dızlanmış gibi duran suların arasın- da iki küçük, beyaz ayak... Minimi- ni, yusyuvarlak pembe topuklar. Garson oğlum... Bize bolca meze getir... Patlıcan tavası da isterim... Anladın mi evlâdım? Garsondan sonra bana döndü: — Ah bü hatıralar... Ah bu şarkı... Garsonun getirdiği küçük şişeyi aldı, kadehleri doldurdu. Bir saat sonra bu şişe de bitmiş gibi İdi. Artık kalkabilirdik. Bunu arkadaşıma ha» tırlattım. Elinde çatalı gözleri me. zelerde ve bir türlü ayrılamıyormuş gibi önündeki masaya baktı, Bu sıra- da radyoda bir rumba başlayınca arkadaşım birdenbire: — Aman! diye elindeki masanın kenarına vurdu. Merakla sordum: — Ne oldu? Boğazına bir şey mi kaçtı yoksa?... Böyle sormamın sebe- bi vardı. Çünkü Rüştü biraz evvel sardalya balığı yiyordu.. Böyle bir- denbire saman!» diye bağırınca mö- raka düşmüştüm. Oo: Hayır, dedi, keşki boğazıma bir şey kaçsaydı, bu rumbayı dinleme- seydim. Ah bu rumba ah... Geçen $e- ne bir Amerikalı artist kadınla s6 vişmiştim. Renkli projektörlerin işt- ğında bu rumba ile, başlarımız bir- çatalı Mütahazsy irıyagatleğ” tari fından senelerdenberi tetkik ve tetebbü edilen ve bütün dünyada tesir ve faydası mühim olan yeni bir KEŞİFTİR Püskürtmeye lüzum yok; Yakmak lüzumu hissetmez, Hiç bir zahmeti yok. Yalnız odanızın veya elbise dolabınızın herhangi bir köşesi- ne asılması kâfidir. Sizin başka bir meşgaleniz ols madân ASEPTA tableti vazifesi- ni kendi görür. Trakyada kalkınma Köy koruları çoğalıyor, köy evleri ıslah ediliyor Edirne (Hususi) — Köy koruluk- ları, muhafaza olunan meşolikler dikkati çekecek kadar büyümüş ve çoğalmıştır. Ziyankâr keçilerini satıp ine koyun alan köy ve köylüleri- çoktur. 'Trakyanın şlar arap edilen ve eksilen ko- ru ve ormanları yeniden canlandırı- lacak ve tezek yakan köyler Yaka- caklarını korulardan temin İle tezek- leri de tarlasına gıda olarak verecek- | lerdir. Köylerde köy manevi şahsiyeti adi- na kiremit ocakları açılmakta bunlarda ucuza, 10-12 paraya mal edilen kiremitlerle kolayca saz, SA- man örtülü damlar kırmızı kiremite çeyrimektedir. “Bol hava bol ışık için büyük pencere, yüksek tavan ve sıh- hi ayak yolları yaptırmakta ve köy- ler içinde belediyeler gibi halka mah- sus ayak yolları küçük bir plâna uya- rak inşa ettirilmektedir. Köylerde ağzı taş ve beton bilezik- ten kapaklı kuyulara pek çok lanmaktadır. Kuyu başlarında. ça- maşır yıkamak yasaktır. Çamaşır yerleri ayrılmıştır, ve 200 tane olan örnek köylerin rolü büyüktür. Oralardaki kalkinma ken- diliğinden civar köyleri sarmaktadır. Kültür ve sosyal harekötler hep in- | kılâb ateşinin hararötidir. İyiys, gü- zele, doğruya bakan bu gidiş hızında- dır. Öğretim ve eğitmen davası Trak- ya için halledilmiş dereceye yaklaştı. 191 tam haberini verecektir. Küçük köylerin bile eğitmenlere nasıl sari» ıp gözünü diktiğini köylerin içinden seyrelmelidir. Küçük ve plânlı öku- lunu Maarif Vekâletinin küçük yardı mı İle ve özenerek ve iki sene içinde vücuda getiridiğini görmelidir. Eğitmenin yanı başında bölge ta- rımbaşısını, sağlık korucu, ebesini fenni nalbandını ve onların rolünü Iş başma veçok yakından temaşa etmeliyz. birine dâyaninış, gözlerimiz kapalı, keridimizden geçmiş bir halde onun- la ne kadar dans etmiştik. Of, of o günler olduğu gibi gözlerimin önün- de canlandı... Garson bir şişe daha... Anladın mı evlâdım... Bize birazda buzlu cacık getir... Hey gidi rumba hey... Birahanedeki radyo boyuna çalı | yordu. Arkadaşım her saatte bir işit- tiği şarkılarla eski bir macerayı ha- tırliyor, «ah!» lar «of» lar arasında garsona yeni mezeler, içkiler ısmat- luyordu. Gece yarısı birahanaden çıktığı. mız zaman Rüştü artık ayakta dura- miyacak bir halde idi, Onu bir oto- mobile - bindirdim, Kendisini evine götürürken yolda bana; — Kardeşim, diyordu, benim içki ile hiç başım boş değildir. Yalnız ba- şımın içinde eski bir maceranın ha- | tırası canlarırsa içerim... Bu şarkı- lar... Ah bu hatıralar... Yoksa içki ile başım hiç hoş değildir... Hikmet Feridun Es — Kürkleri, ti alin halıları, ve saireyi tahrip eden GÜVELERİ kökünden yok eder, Yemek salonuna, yatak odası- na, banyo odasına, mutfağa, ap tesanelere koyacak olursanız, SİNEK - SİVRİ SİNEK ve bütün haşeratı uzaklaştırdığı gibi fena kokuları da izale eder. Sari hastalıklar mikroplarını taşıyan haşerattan korunmak için EVİNİZE, APARTIMANINIZIN içine bir veya birkaç ASEPTA tableti asmak kâfidir. , a Eczanelerde ve büyük bakkaliye mağazalarında satılır, iyari Lâboratuvarı. İstanbul. rast- | Muharriri Pearl BUCK 2 Haziran 199 , Tefrika No. 39 Evlâdları büyüdükçe de, artık anayı, bayağı kocakarı yerine koyu yor, o gözle bakıyorlardı ona. Büyük | oğlanın: «Kaldırma şu ağır şeyleri, dinlen artık ana, olur dilen: de- mekten, dilinde tüy bitiyordu. Artık gücü kuvveti yerinde tam bir erkek- ti o, her işin hakkından gelebiliyor. du. Anasına olsa olsa en hafif işleri bırakıyor, bir yaz günü kendisi tar- lay& çâlışmağa giderken onu âğü- cın gölgesine çektiği alçacık iskem- lesinde rahat rahat dikiş diker gör- mekten, dişiyi yuvada bırakan bir ev erkeği olmaktan ânlalılmaz de recede büyük bir hâz duyuyordu. Halbuki gerçekte, kadın, oğlunun sandığı kadar ihtiyar değildi. O tarla | işlerini daima herşeyden fazla sev- mişti; toprakla ten, sonra da uğraşıp didinmek- akşam üstü, füz gürin nefesi ile serinlenen temiz bir ter nemi içinde, vücüdünde'tatlı bir yorgunlukla evine dönmekten ne kas dar hoşlanırdı, Gözleri tarlalara, kır. lara, dağlara büyüklük ve genişlikle. re alışıktı. Bu yüzden de, incecik iğ» nenin batıp çıkışlarına bakmak, bir. den darlık ve küçüklük içinde kalk mak ona kolay gelmiyordu. Sahiden şu eve hamarat, hanım ha- mımcık biri lâzımdı. Gözleri de iyi gör- meli KM, Çünkü artık kızın kör olduğu- nu hepsi de biliyordu. Anasile şehre gittikleri gündenberi, zavallı, kendi bile artık bunu seziyordu. Analı kızlı, ikisi de mabudeden pek bir şey um- muyorlardı; biri ummuyordu, çünkü eski bir günahının cezasından kor- kuyor, kafasını eğmiş bunu bekliyor. du; öteki de ümid edemiyordu; çün- kü kaderi böyleymiş, sanki kör olmak için yaratılmış gibisine “geliyordu. Bir gün anası sordu: — Kaz tüyünün içinde vi 0 toz dan Kaldı mı daha? Kız artık rahat rahat Mn önü. ne çıkıp oturabiliyordu. Hiç olmazsa şu ışığı görmiyeliberi gözleri aydın- Ukta yanmıyor, acımıyordu, tatlı tat- lı gülümsiyerek: — Yoo! Çoktan bitti... dedi. Ana: — Bari gidip gen) alayım, neden söylemedin, a kızım? diye ilâve etti, Kız «istemez» der gibi başını iki ya- na salladı ve ana, yavrucuğunun yü- züne baktığı zaman, yüreği sanki bir- den durdu. Tatlı küçük ağızdan öyle acı, yırti- cı bir sesle çıktı ki şu sözler! — Yok anam yok! Körüm ben, büs- bütün körüm artık. Bilmiyorum mu sanıyorsun? Körüm... Nasıl bilmiye- | yim Ki bunu... Görmüyorum işte 86- ni... Bir şey görmüyorum artık... Av- lunun öte başına gidip çitten dışarı çıksam, ne tarafa yürüyeceğim, nere- ye gideceğim, biliyor muyum ki? Fars ketmedin mi? Evden uzaklaşıyor mu- yum, tarlaya bile geliyor muyum hiç? Ve birden gözlerinden yaş boşandı, dudaklarını ısırıyor, yüzü acıdan kis rışıyor, tekallâ3 ediyordu. Çünkü ağ- lamak hâlâ canını yakıyor, çok ıztırap veriyordu; onun içinde çoğun hep kendini tutar, sıkardı. Ana bir şey demedi. Kör yavrusuna | ne diyebilirdi ki zaten?... Bir vakit son- ra ayağa kalktı, odaya gitti, bir za- manlar, içinde mücevher paketini sak- ladığı çekmeden, şehre gittikleri gün aldığı küçük gonku çıkardı, kızının yanıma döndü. — Yavrum evlâdım... Bunu almış- tam... Hani bir gün, eğer büsbütün... Lâfı bitiremedi amma, usulca kızın parmaklarının arasına gonku bırakı. verdi... O da bunu tuttu, elledi, he. mencecik te ne olduğunu anladı. Sıkı sıkı göksüne bastı, durgunlaştı ve hıç. kırığa, iniltiye, şikâyete benziyen bir sesle: — Ya... İyi ettin anacığım... Bu lâ- zım artık! dedi. O akşam, büyük oğlu dönünce, ana bir kenara çekti onu; kız kardeşi için şöyle sert, kavi bir odun kesmesini, yavrucağın elini incitmiyecek gibi güzelce de yontup cilâlamasını söyls- di, Böylelikle de, ne çare işte, öleki körler gibi, bir tarafında utınk tınks diye vuracağı gonku, bir elinde de 80 pasile, hiç olmazsa, daha rahatçâ, serbesçe yürüyebilirdi! Başıma bir ka“ za gelir, ya da yanlışlıkla zavallıya biri çarpar düşürüverirse, kimse anasmâ kabahat bulamazdı ya, değil mi iki eline «körlerin #lâmetinis o vermişti, Âlem de gözünü açsın, önündeki kö rü görsündü! O günden sonra, kızcağız o iki şeyi: Sopasile küçük goönkuünu almadan biğ evinden çıkmazdı. Tokmağını hafif, tatlı, pürüzsüz bir ses çıkartarak vurs masını.ne de güzel öğrenmişti. Tınk tank... Ve rahat rahat yürüdü: Pekâlâ da güzel denecek bir kızdı, mahzun, küçücük bir yüzü vardı ki, anca körlük damgasının bastığı bir hare ketsizlik içinde, ne kadar durgundu... Hiçbir tarafı kıpırdamıyan, hırpalan- mış bir bez bebek yüzü idi sanki, Anima kör kız, evinde iş görürken, pekâlâ fetikti, becerikliydi. İstediği tarafa gidip gelirdi; o saman ne sopa- ya, ne de etınk tınk» â, hiç lüzum yok” tu, pirinci yıkar, pişirirdi. Sade anasi, ona ocâğı yapktırtmazdı. Odayı, av- luyu süpürmeyi, kuyudan su çekme. yi, her vakitki yerlerinden, follukla- rından gidip yumurta almayı ne gü- zel becerebiliyordu. Kokularından s85- lerinden hayvanların ne taraflarda ol. duğunu anlıyor, önlerine götürüp yem lerini yemeklerini koyuyordu; hülâsa aşağı yukarı her işi yapabiliyor, sad8 tarlada çalışamıyor, bir de dikiş dike- miyordu. Bir kere, toprak işlerini başarabile- cek gücü kuvveti de yoktu zaten, küs çük yaştanberi çektiği ıztırap ve ağri- lar sanki büyümesini durdurmuş, onu birden kâvuruvermişti. O ortalıkta böyle dolaşıp gezerken, anasının yüreğine, sanki ığıl iğ bir şeyler iner, bu kızı evlendirmeğe mec- bur kalınca, yavrucağın neler çekece- Eini düşünür, alnında acâ&ba daha ne- ler yazılıdır? diye titrerdi. Çünkü is ter istemez bir gün bu yola çıkılacak- tu Bir kere, anasi ölünce ona kim ba- kacaktı? Canla başla kim tutardı elin- den? Hem doğrusu aranılırsa, kadın kısmı kendi doğduğu yere değil, anca kocasının çatısı altına yakışır, ancâ orada, «evim» diyebilirdi. Ana, sık sık butiları kurar, kendi kendine; «Kör ki“ zı kini isler ki?...» der, kimse de iste» miyecek olursa ileride hali neye vara- cağuu düşünür dururdu. Büyük oğtu- na bu derdini açtığı zaman, o da — Kendi payına düşen işleri o ya» pa durduğu kadar ben de ona bakarım, sen meraklanma ana.» derdi. Bu sözler, ananın yüreğine azıcık $u serperdi amma, O, «bir erkeğin iç yüzü, anca karısını görüp ne mal ol- duğunu anladıktan sonra öğrenilebilir» diyenlerdendi. Oğlunun, evlenmedikçe foyasını meydâna vurmuyacağını bili. yordu. Onun için de: «Küçük körümü hırpalamıyacak, © nu iyi tutacak birini bulmalıyım ben, Öyle bir gelin aramalıyım ki, iki kişi- ye birden, hem kocasına, hem de gö- rümcesine bâkacak iyi yürekli bir ta- ze olmalı! diye düşünürdü. Zaten büyük oğlunu baş göz etme- nin tam da vaktı gelmişti artık, Ana! "Yıllar nasıl geçti, geçiyor» derken çocuk on dokuz yaşına basıverdi. Am- ma, nazar değmesin daha ne eylerme lâfı etmiş ne de canı kadın çektiğini belli edecek birşey yapmıştı. Onun ka“ dar güzel huylu, yumuşak tabiatlı er- kek evlâd zor bulunurdu; en ağır iş lerden. bile kaçınmaz, hiç birşey iste- mez, bazı bazı bir çayhaneye gitse, ya da kırk yılın başında bir yortu gününü şehirde geçirecek olsa muhakkak ara- ya bir iş sıkıştırır; ne çapkın köy dö Uikanlılarnın bir eğlentisine katılır, ne de ucu paraya dokunan otalih oyun larına» girer, olsa olsa şöyle uzaktan seyirci olur, kendinden büyüklerinin önünde de edebli edebli surardı. Ufak tefek çocukluk kabahatleri, yı ramazlıkları geçtikten sonra, bu ka- dar kusursuzlaşan bu oğlunun bir tek kötü huyu vardı sade! Erkek kardeşi. ne, küçüğe, kancayı takmıştı. (Arkası var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: