22 Nisan 1940 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9

22 Nisan 1940 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Badoit'ya rastladığım sırada - ki dak ma rastladım, çünkü durmaksızın ig iadığından hep sokaklarda sürterdi * u adam benden boyuna borç para is terdi, Şaşını, mahçup olur, sesi titriyerek, #suradan bana bir kaç frankcık-» derdi. Ama nereden? Yeleğimin cebini baba- wnin çihliği sayardı. rasılayışımda kaldırım e değiştir Mekten başka çare düşünemedim. Fakat mn bir otomobil çıkıp bana mani üz Böylelikle Badoit'ya gene yakamı kprdim. Ne değişmişti yahu! Sanki Peri, esrarlı değneğile dokunup ken- dinini bambaşka bir insan haline getir Ki. Ağzı kulaklarına yarıyordu. San ! i ! l 2zi pembeleşmişti. Kığı kıyafeti hep miş. Hattâ kravatına bir de inci İğne iliştirmiş, N beji E Ps var we yok bakalım? - diye a.sordu. » Namlaır? — Mersi,.. Sen? — Ben mi? Mükemmel... — Anlaşılıyor. 7> Hamdolsun, çok şükür.. Hayat ek lâtif... Hazim için şöyle biraz yü- püyetek dolaşmağa çıktım... Otomobili “gün madam aldı... > Ooo... Otomobilin de mi var? Gel de bizi bir ziyaret et , Parisin şatafatlı bir caddesinde adre- “de verdi. —> Maşallah... - dedim. > Şimdi bankerimden geliyorum... #man zaman değil yoksa... İnsan ser- #üni nereye yatıracağını şaşırıyor. — Mirasa mi kondun? — Hayır. — Öyleyse bayan konmuştur: — O da değil. — Bir vurgun mu vurdun? — Yok canım?... İş yapmıyorum ki, Vurgun vurayim. — Kafamı yorup durma rica ederim... Ben seni bilmiyor muyim? Bir kaç sene- ir halin dumandı. Meteliğe kurgun altı- kardan... Şimdi ise ense kulak yerinde. asa konmamışan, — çalışmıyormuş- *er... E nereden bu yaralar? ”— Pierre kazanıyor. —O da kimmiş? — Oğlumu bilmiyor musun yahu? Hani rasilordın da sana tekme atardı. — Oğlun ba?ı. Bu çığırtkan o yumurcak (gözlerimin önünde canlacıdı. — Öyle ya: Oğlum! — Benimle alay etmekten vazgeşmi- DE misin)... Sen ne diyorsun, hn im... Bugünkü günde koskoca adam- lar hattâ dâhiler hayatın kazanmakta #üçlük çekerken senin yedi sekiz yaşın» veledin servet mi kazanacak? Ne yapalım?... Doğrumu bu... Oğ- senede yüz bin franka para demi- ” lam, Yor, Kendi kendime: : *— Şu Badoit aklını kaçırmış!z diye düşündüm. — Oğlum... » diye söze başlayıp ma- | mahı manalı sustu. » Oğlum, sinemadaki Meşhur eLâstik top» denen çocuktur... Bize çel... Kendisile tanış... Çok ahbap- Var... Seni de bir işe kayırır... Gülümsedim. — Gelirim... Bu yakında... - dedim. “ “5 Bir sabah ziyaretlerine gittim. Mükel- Mi'Bir uşak beni yaldızlı bir mlona al- Ü. Madam Badoit bana elini öptürmek çin uzattı, O kadar çok yüzüğü vardı ki Parmakları o bitişmiyordu. e Dantelâlar, kadifeler içinde yüzen «Lâsük Top» da bana tenezzülen elini verdi. Tetrika No. 133 — Peki, damad, kimmiş? >> Pek zengin bir Mısırlı prens » Misirın yarısı onunmuş... e Hem de pek güzel, genç bir ço- > Güzelliğine güzel... Fakat bizim hülkta bir âdet vardır, her Mısırbyı ve Karun sanırlar, — Ne olursa olsun, parlak bir dü- yere önünü görmüyordu. Genç kızın Süzeliğini farkeden bir bey, kenara Sekilerek, a Tuzak içinde Tuzak —Görüyomun ya. Ne müteva- diye edi. K5 ö Bir köşede saka ve sapsarı bir kadın oturuyordu: — Oğlumun mürebbiyesi... Matmazel Susur!.... Matmazel beni başile selâmladı. — Evimi b diniz rni efendim?... - diye sordu. - Hepsini ben aldım, ben döşedim... Uşaklar du söylüyorlar ya: Babamın işi gücü sürtmek... Hepsini ben yaşatıyorum... Bay Badoit: — Hat... Pierre... - diye ihtar edecek oldu. Çocuk: e — Kes sesini, soytarı... - diyip kaş- larım çattı, Annesi: ç — Aman oğlumuzu üzme... - dedikten sonra bana döndü; - Ne isterse yapıyo» ruz... İstediklerini alıyoruz... Anlarsınız ya... Babasi: — Bu çocukta artist istidadından baş- ka yüksek bir de zekâ var... Fakat sa- taşmak, şakalaşmak huyudur.. Hizmet- cilere öyle şeyler yapar ki evimizde kal- sınlar diye üç k aylık veriyoruz... Mürebbiyelerin biri bile dayanamıyor... Matmazel Sucur otuzüncudur... Ona da basıyor tekmeyi... Gösterin bacaklari- nızdaki bereleri, matmazel... Matmazel, mor mor lekelerle dolu bacaklarını gös İ berdi Sücomk De kalka açtıktan sonra kre İ ca bir kristal vazo ile oynamağa başladı. Babası: — Dikkat, oğlum... Oyuncak değil ki o... Kıracaksım.. — Parasını ben vermedim mi?... Tu- A Sİ yerial çak lalala da ondaki eği — Eceşh. — Bana, babana mı böyle hürmetsiz- lik ediyorsun? — Eyh, eeceyh, eeceyhi Badoit, misafirinin yanında böyle mü- temadiyen tahkir edilmektek utandı. Fena halde kızarak oğlunu yakaladı. Şımarık yumurcağın etlerine şa- marlar indi. Küçük aktör, ağlıyarak, mürebbiyesile beraber odasına kaçtı. Annesi yırtımp duroyordu: — Eyvahlar olsun... Şimdi ne yapaca- ğız?... ” Ben bu tatsızlık üzerine müsaade is- teyip ayrıldım, .. İki gün sonra merakımı yenemiyerek ikinci bir ziyarette bulundum. Anneyle baba fena endişedeydiler. — İşler vahim! - dedi. — Haydi canım sen de... Bir çocu- ğun şımanklığı... Aldırma... — Yok, hayır.. Tasavvur edilecek gibi değil... Evvelki akşam mürebbiyesi- ni dövdü... Biz de kadına yüz frank taz- minat vermek mecburiyetinde kaldık... Pierre uyudu... Mesele kapandı sanıyor- duk... Fakat ertesi gün kalkıp da «Artık sinemada oynamıyacağım, galışmıyaca- ğımi> demesin mi? <Aman evlâdım... babanı, anneni mahvediyorsun...» Omuz silkti: «Bana vız gelir!>.... Dün rejisör geldi... Bizimki #yak diredi... Zorla gö- törmek istediler... «Objektifin karşının. da kımıldamadan dururum... Oynamam! dedi... Rejisör d ocuk oynamızsa kunturat mucibince 300,000 frank ver- mek mecburiyetindesiniz!» demez mi)... - görüyor musun ne waziyetteyiz!... Madam Badoit ağlıyarak: — Kabahat sende... Çocuğu dövme- Nakleden : (Vâ - Nü) Ve işte oradan, gelin güveyi göre- bildi. Bu sırada, dans durmuş, Molla Mu- rad, torunile küçük damadının ak i Halk çember olmuş, eri Yi almıştı. Davetlile- rin bir kısmı da, bu manzarayı sey- retmek için iskemlelerin üstüne çık- mıştı, Şermin de bunlardan biriydi. Molla bey, cebinden çıkardığı bir güzel gerdanlığı torununun boynuna taktıktan sonra damadına da kırmızı mahfaza içinde bir hediye uzattı. Sü- ha, Molla beyin elini öpüp başına koydu. Gelinin yanında durmasile ve fırak giydiği için, bu hediyeyi alanın damad olduğundan zerre kâdar şüphe edilemezdi. Bu manzara karşısında, Şermin kendini tutamıyarak: — Alçak! - diye haykırdı, Bu s€s salonun ancak bu kısmında çın çın çınlamıştı. — Buyurun kızım... Benim yerim- Essen müzik de yeni bir havaya başlamıştı. p NR e) AKŞAM Pazarlesi 22/4/1940 1230: Program ve memleket saat ayarı, 125: Ajans ve meteoroloji haberleri, 1250: Müzik: Muhtelif şarkılar (PL), 13,30 - MM: Müzik: Karışık müzik (PI), 18: Program ve memleket sant ayarı, 1805: Müzik: Radyo Caz Orkeslrası, 1840: Konuşma (Çocuk Esirgeme Kurumu tara» fından), 18.55: Berbos sani, 19,10: Memle- kot saat ayarı, ajans ve metaora'oji haber- lerie 1580: Müzik. Çalanlar: Fahire Fersan, Refik Fersan, Reşad Erer. 1 — Okuyan: Necmi Riza Ahıskan, 1 — Peşrev, 2 — Şev- ki bey - Uşşak şarkı: (Bir meleksima peri), $ — Lem'i - Uşak şarkı: (Seni arru eder), 4 — Şevki bey - Uşşak şarkı: (Ey gözüm ağlama), 5 — Dede - Şehnaz şarkı: (Sana ey canımın canı), 4 — Tanburi Cemil B, - Şehnaz şarkı: (Feryad ki feryadıma), 7 — Saz semalsi, ? — Okuyan: Semahat Öğ“ denses. 1 — Cevdet Çağla - Şevkelza şar- kı: (Hleran gibi âlemde», 2 — Osman Ebine - Suzinâk şarkı: (Papusuna ermek üzere), 4 — Hacı Arif bey - Suzinâk şarkı; (Yeter hlcranlı sözler), 5 — Mustafa Nafiz » ! Suzinâk şarkı; (Ümüteiz bir sevişle), 20,15: Konuşma: (Fen ve Tabist Bilgileri), 20,30: | Müzik, Jar: Kemal N. Seyhun, Fahri Kopuz, İzseddin Ökte, Cevdet Çağla. 1 — Okuyan: Melek Tokgöz, 1 — Sadeddin Kay- nak - Hüseyni şarkı: ((Göresin mi geldi), 2 — Dede - Hicaz şarkı: (Şu köylünün yosma kiz), 3 — Bedriye Hoşgör - Hicaz sarkı: (Mümteziç aşkımla). 2 — Okuyan: Musta- fa Çağlar, 1 — Ismatl Hakkı bey - Ferah- feza beste: (Çağlayan eüyi sirişklel, 2 — İsak Varan - Ferahfeza şarkı: (Seyretmek için), $ — Yesari Asım - Sultani Yegâh şarkı: (Biz Heybeli'de), 4 — İsmall Hak- kı - Ferahfeza şarkı: (Mehtapta güzel olur), 21: Müzik: Karadeniz ve bavalisi türkü ve oyün havaları, Muzaffer Fıratlı ve Kemençe Hasan Sözeri, 21,15: Konser #akdimi: Halil Bedii Yönetken, Müzik; Rad- yo orkestrası (Şef: H. Ferld Anar). İ — Gi. Rossini: WİLHELM TELL Uvertürü, 2 — A. Borodinr: Poloviç dansları, 3 — Fr. üzi — Joh, 15: Memle- kot sanat ayari, ajans haberleri; ziraat, es- ham - tahvilât, kambiyo - nukud borsası (fimt), 2230: Müzik: Cazband (PL), 23,25 - 25,30: Yarınki program ve kaj nin zoru muydu? — Sus artık... Bütün gece başımın eti- ni yedin zaten... Lâstik Top tam bu sırada içeri girdi... Topallıyan mürebbiyesinin bir gözü mo rarmış, yanakları tırmaklanmış... Kendi ise asık suratlı... Butnundan düşen bin parça... Babası: — Evlâdım, yavrum, yapma, etme... Ne olursun, oyna... — Aklını başina toplayıp da beni Anne: — var... Ne desen doğru... Ama şu baban olacak adam kaba heri- fin biri... Ne yapahın?... —Ben de onu pataklarım... Ödeşiriz... Buna razı olursanız oynarım. — Ne)... Bu oğlan çıldırmış. artımı kabul etmezseniz, katiyen sinemada oynamam... Katiyen, katiyen, katiye, Badoit ile karısı bir köşeye çekilip mü-* nakaşaya tutuştular, Bu arada şu sözler kulağıma çalınıyordu: «— Servet... Sefalet... Kaba herif.. me yapalım, çare yok... Peki, şerefim)... Senden daha inader.. Badoit geri döndü. Mürebbiyeye, cid- di ciddi: — Lütfen biraz dışarı çıkınız... Lâsik Topun ağzı kulaklarına vari yordu, Baba, bana hitaben: — Sen de çıksan fena olmaz... beni teşyi ederken, askısının düğ- melerini çözmeğe başladı. Tercüme eden: (Vâ - Nü) 'Tefrika No. 41 Yazan: İSKENDER FAHREDDİN Kale fethedildiğinin ertesi günü, Türkân hatun şiddetli nizamlar vazederek kale içinde âsayişi derhal temin etmişti — Yürüyün arkadaşlar! Kapının kanad- ları açıldı. pısının iki kanadı birden açılmıştı. Türkün hatunun fedalleri kapıdan içeriye girince, büyük bir avluda Farslılarla harbe tutuştu- Jar. Bu bir meydan muhsrebesiydi. Diğer cephelerden imdada yetişen Furs müdafi leri, Harzem askerlerila harbe tutuşmuşlar- dı. Türkân hatunun bütün emeli Fars beyi- nİ diri olarak yakalamaktı. Maiyetindeki er- Jere de siki sıkı emirler veriyor: — Prens Saad'ı yakalamağa çalışınız! Diye bağırıyordu. Kapı içindeki avlıda başlıyan döğüş, Harzem askerlerinin muzafferiyetile neti- celenmişti. o Özcan şimdi dağ kapısına ve buradaki bütün burçlara hâkim bulunu- yordu. Kalenin bir kapısı açılmıştı amma... öbür tarafta uyuklıyan ordudan hâlâ bir *tek kişi gelmiyordu. Türkân hatun bu va- ziyeti görünce kumandanlara şiddetli emir- ler gönderdi: «— Kapıyı açtık. Orada ne duruyorsü- nuz Hemen geliniz.» Özcan burada, Farslıları şaşırtmak için bir hileye müracaat etmişti. Yanındaki muhafızlardan bir kısmını dağ kapısına götürerek, büyük bir ordunun gelişini ha- ber veren borular çaldırdı. Boru seslerini duyan Fars müdafileri dağ kapısını bira- kıp diğer burçlara doğru kaçışmağa baş- ladılar İşte, bu arada, kale içindeki halk da: —- Boş yere kan dökmiyelim. Sultan Mshmedin ordusu geliyor. Kale kapısmı âç- tlar. Teslim olalım. Diye bağrışıyordu. Özcan, bu sirada burçların üstünde kendisine nişan alan bir okçu gördü. Ondan önce davranarak yayını gerip sur Üstünde gizlenen Fars müdatline bir ok savurdu. Biraz sonra surdan yere yuvarlanan bu adamın kale muhafızı Riva han olduğu anlaşılmıştı. Kale muhafızın yaralanıp Harzemile- rin eline düştüğü haberi bir anda bütün surlara yayıldı. Her taraftan: «Teslim olu- yoruz.» sesleri yükselmeğe başlamıştı. Özcan, Rıza hanın yaşadığını görünce, derhal yarasını sardırıp, Fars prensinin ne- reye gizlendiğini sordu. Rıza han: — Onu boş yere aramayınız, dedi, dağ kapısı altındaki liğımdan kaçtı. Askerler kKoşuşürken, Rıza han yerden başını kaldırdı: — Bizim başımızı ateşe yakan odur. Ben bir gün evvel teslim olmak istemiştim. Prens Saad, dün gece, Türkân hatunun dağn çıktığını duyunca kaçtı. Şimdiye ka- dar sekiz on fersah yol almıştır. Peşini kovalamak beyhudedir, Dedi ve gözlerini kapadı. Yarası ağır olan Rıza han, Özcan'ın dizinin dibinde can vermişti. Türkün hatun, Rıza hanın sözlerine inan- mak istemiyordu. — Band şeytan ve desas bir adamdır. Dört çevresi muhasara edilmiş bir kale- den kuş olsa uçamaz. Dedi. Kaleyi arattı. Prens Saad'n izi bulunamadı. O gün ak- şama kadar kale tamamen işgal edilmiş ve diğer kapılar da açılmıştı. Harsem ordüsü şehir içinde bir geçid yaptıktan sonra ka- raçrihına döndü. Ve o gece Türkün ha- bunun askerleri, prens Saad'ın kaçtığı gizli yolu keşfettiler. Dağ yollarına birçok kol- Jar göndererek prensi arattılar.. takib ef- tiler. Suad bulunamadı. Türkân hatun, Pars prensini ele geçire- mediğine üzülüyor: — Bir daha onu yakalamak fırsatını bu- lamıyacağız. Yazık oldu bu #meğimize.. Diye söyleniyordu. Özcan: — Semerkanda döndükten sonra, sultan Mehmedle görüşelim ve tensip ederse, bü- tün Fars ilini işgal edelim. Diyerek valide sultanı teselli eti, n'ın bü teklifi boş ve mânasz de- &ildi. Prens Saad, kaleden kaçmakla bü- yük bir hezimele uğramış demekti, Fars iline böyle bir zamanda gidecek olan bir ordu elbette ki büyük işler görebilirdi. Bu fikri sultan Mehmedin de kabul ve 1as- vİp edeceğinde şüphe yoktu, Türkân ha- tün, askerin şevkini kırmamak için peki dedi ve ordunun maneviyatı kırılmadan, bu işi bitirmeğe karar verdi. Oğluna bir mektup gönderdi. Mektubu Semerkande götüren zabitin nihayet on beş gün içinde dönmesi bekle. niyordu. Türkân bstun kaleye değerli zabitle- rinden birini muhafız tayin etmişti. Yerli. lerden hiç kimsenin burnu kanamadığı için, herkes Harrem askerlerinden mem- nundu. Fars müdafileri esir alınmıştı Türkân hatun ertesi gün şiddetli nizam- lar vazederek, kale içindeki âsayişi derhal temin etmişti. Özcan şehir içinde atla giderken, bütün memleket kızları, genç kahramanın alımın bastığı yerlere alınlarını koyup selâmlı- yorlar ve: — Yolun ve talihin açık olsun, koca as- Jan! Diye bağrışıyorlar, zafer türküleri söy)i- yerek alkışlıyorlardı, Hançer gibi keskin ve uzun kaşlı, uzun siyah kirpikli Pass dilberleri Özcanı o ka- dar sevmişlerdi ki. İlk görüşte kendisine gönül veren genç kızlar aralarında: Acaba hangimizi beğe- necek?i. diye konuşuyorlar ve manilerle talihlerin! deniyorlardı. Meşhur Türk kumandanı (Oğulmuş) un kendisi kadar tanınmış ve sevilmiş olan oğlu Özcan, Karakaleye girer girmez — Babamın öcünü alacağım Diyerek kılıcını çekmişse de, Türkân has tun: — Prens Saad'ı ele geçirmeden öç almış sayılmazsın! ” Sözile Özcanı boş yere kan dökmekten menetmişti, n, ne hançer gibi kes- kin ve uzun kaşlı Fars dilberlerine, ne de onlar kadar sehhiar ve güzel köylü kızları- na itifat ediyordu. gözüne bir gey görünmüyordu. O, kinini tatmin edeme- diğine yanıyordu. Özcanın babasını prens Saad öldürmüştü. Özsan: — Bu kurnaz tilki bu sefer de elimden kaçtı. Fakat, ben yolcu © hancı oldukça, elbette günün birinde gene karşılaşırız. Diyor, prens Saad'ı ele geçirmek için fırsat arıyordu. Eğer sultan Mehmed ordu- ya Fars iline yürümesi için emir verecek olursa, Türkân hatın Göne- gek, Özan da ordunun başına geçip Fars fopraklarına yürüyecekti. Fars prensinin sevgilisi (Nü- rucihan) neler anlatıyor? Bir gün, Özcan'a yüksek düvarn bir köşk gösterdiler: — Prens Sasd'ın sevgilisi burada o'u- Or. ida bu haberi veren yeriilerden biri 4dı. Özcan bu habere inanmadı: — Prens Saad bu kalede oturmaz ki, burada sevgilisi olsun. Onun, kendi pây- tahtında, kendi sarayında yüzlerce gözde- si, sergilisi vardır. a Dedi, Fakat bu haberi veren adam Öz- candan bol bahşiş alarak hakikati söyle- mişti. O, Özcanı aldatmıyordu. CArkası var) Baha, mektubu villâya götürmekte haklıydı. Zira, bu mektubun içinde âdeta bir dinamit olduğunu biliyordu. Başkasına emniyet edememişti. «İki el bir baş içindir!z derler, Kurta sor- muşlar: «Niçin ensen kalın, kendi işi- mi kendim yaparım da ondan!» de- miş. Baha da kendi işini kendi yap- muştı. Kararını vermişti: Düşmanını mah- vetmek için bir tek vasıtaya baş vur- miyacakta, Elindeki bülün kuvvetleri birden seferber etmişti. Hepsini bir- den kullanmıştı. Hesapları da doğru çıkmıştı. Küçük bedeninin her zerre- si baştan aşağı ihtirasla doldurulmuş olar bu uafak tefek adam, başkaları- nın zayıf damarlarını ve bu zayıf da- marlardan istifade etmesini bili- yordu, Götürdüğü mektup, mânen dina- mitli olmakla beraber, manzara İti- Te pek ehemmiyetsizdi. Ancak iki gıdı ihtiva ediyordu. Birincisinde, acemi bir hatla şu ya- nlar vardı: Küçük hanım! Sizi aldatıyorlar. Ah zavallıcık, se- vildiğinizi saniyorsunuz, değil mi? Ne hata! Âşığınız sizinle âdeta alay ediyor. Şayet sözlerime inanmıyorsa- nız kesip gönderdiğim şu gazete par- İ essin okuyunuz. l e ir agda : ba üvöeieaz Diğer kâğıt ise, sabah gazetelerinden birinin dördüncü sahifesinden kesil. miş bir izdivaç ilâru idi. «Nikâh» serlevhasile başlayıp şu malümatı veriyordu: Yanın öğle üzeri Altıncı dairede şehrimizin maruf simalarından Be- destani bay Murad Mollanın torunu ve maruf hukukçulardan Kolonbey zade bay Kudretin kerimesi bayan Belkıs'la Mısır eşrafından bay Sühi Elstanbuli'nin akidleri icra edilecektir. Tarafeyne saadet dileriz. Akıncılar kapıya koştular, Gerçek, dağ Bu ilânın altına da, gene el yazı- sie, nikâhtan sonra hangi otelde merasim yapılacağı kaydolunuyordu. Mektubu genç kıza bahçıvanın kâ- sı getirmişti. Şermin, annesinin ra- hatsızlığile ve âşığının maceralarile zaten hayattan bizar bir haldeydi. Zarfı asabiyetle yırttı. Yukarıdaki sâ- tırların daha birincisini okur okumaz kan büsbütün beynine sıçradı. Hâyretle kendisine bakan ihtiyar kadına dönerek: — Bu mektubu kim getirdi? - diye sordu, — Tanımıyorum, küçük hanım? — Nerede 0? — Vallâhi bilmem... Şofördü. — Aşağıda m? — Hayır, zarfı verdi, hemen gitti, , Zavallı Kiz, müteâkip satırları da okudu. Harfler gözlerinin önünde dansediyordu. Nihayet sonuncu Keji- meye geldi. İmza yok. Bütün vücudünün titrediğini hisse diyordu. Dişleri biribirine vuruyordu. Zaten bütün kalbi yaralı olan zavallı kıza, bu son darbe, dayanılmaz bir şiddette gelmişti, Bahtsızlığı son raddesine varmıştı. Tahkir ve tezli edilmek işte ancak bu kadar olabilirdi. Vay! Demek ki kendine hiç de lâ- yık olmıyan bu âvare, bu vledansış delikanlıya maddi olduğu gibi, mâne- vi her şeyini de feda edecekti, öyle mi? Halbuki onu kurtarmağı bir va- zife bilmişti. Artık bundan sonra, iyi bir adam olabileceğini sanmıştı, Ver- diği sözleri tutacağını zannetmişti, Fakat işte, mevhum saadetinin ku- les, birdenbire yıkılıyordu. » Bir an, böye bir halin vaki olamı- yacağını düşündü, Omuz silkti: «— İmzasız mektup! Yalancının biri yazmıştır!» diye düşündü. Süha, daha pek yakın bir zaman. da, ona tatlı vaâdlerde bulunmuş, yeminler etmiş, ayaklarına kapan- miş, vefakâr kalacağını söylemiş de- ğil miydi?2... Yalancılığı bu derece ileri mi vardırmıştı yoksa?... (Arkası ve”)

Bu sayıdan diğer sayfalar: