26 Ağustos 1935 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

26 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

26 Ağustos 1935 CUMHTTRİYET 2660 metre yükseklikte yüz yaylası olan dağ «Muraddağ» m her yaylası ayrı bir keyif ve kahkaha âlemi. Kuzular çevriliyor, şarkılar söyleniyor. Reçineli bir hava, «ifalı kaynak suları,* Gediz (Özel) 2660 metro yük sekteyiz. Kuvvetli bir yel, mermer kırıntılarile dolu dağın, en yüksek tepesinden bizi fırlatıp atacak gibi itiyor; kollarımıza birer kanad takıp kendi mizi bırakıversek önümüzde uzanıp giden bu tepeler ve ovalar üstünde uçup gideceğiz. Uşak tarafına düsen Banaz ovası dümdüz önumüze serıl miş, kuvvetli bir dürbin olsa Afyonu göreceğiz.. Beri tarafta Gediz kenti dalgalı topraklar içinde gbmülmüş gibi görünmüyor.. Karşımızda Akdağ dik ve onurlu bir baş gıbi dimdik.. Güneş tepesine iniyor, az sonra kızıl bir tac gibi başına geçecek... Emirdağları. Uludağ, Demircidağ mor, silik bir tablo gibi görünüyor. Biz tepeye çıkmca iki kartal istemive istemiye, dedirgin edilmiş gıbi ağır ağır kanadlandılar ve kendilermi boşluğa bırakıverdiler. imrenmedık değil... Hep bu kartallar böyle yüksek yerleri severler. Zaten yurdun bütün lepeleri. Ağrı, Erciyeş, Çankaya, Elmadağı, Sandras hep kartal yatağı değil mi? AJtımızda, orman içinde uzaktan beyaz bir düman yükseliyor. Büyük, yeşil bir çam ormanım dört gündür aç bir alev yedi bitirdi, zorla önüne geçildi. Bu dağm neresine baksamz yeşil bir halı üstüne mangal devrilmiş, yer yer yanmış sanırsınız, yürekler acısı ve hem çam, hem can yanıyor. Gece ormanda yangın, insana kor ku ve şaşkınlık veren birşey. Asırlık iz bize Beğenmek ve sevmek Evvelki gün temas ettiğim mevzu, bilmem tcrbiyecilerimizi alâkadar etti mi? Günün birinde ilkmekteb çocuklanmıza «dünyanın en güzel yeri neresidır» dıye bir sual sorulsa alınacak cevab ne olabılır dersınız? Bana kalırsa biitün çocuklar hep bir ağızdan «vatanımız!» diyeceklerdir. Çünkü biz küçüklerimizi böyle yetiştiriyoruz. Acaba iyi mi yapıyoruz? Bu, münakaşa edilecek bir mevzudur. «Dünyanın en güzel yeri neresidir» sualinden maksad, çocuklann geografik ve estetik bilgilerini yoklamaktır. Vakıâ hiçbir ilk mekteb çocuğu bulunduğu köyden, kasabadan, şehırden ötesını gezmış, görmüş olmıya mecbur değildir. Hatta onları okutan hoca bile seyahat etmiş bir adam olmıyabilır. Fakat ilk «înıflardan itibaren küçüklere yavaş yavas, üzerinde yaşadığımız dünya tanıtılır, onlara diğer memleketlere dair malumat verilir, re simler gösterilir, kendi memleketlerile mukayeseler yapılır ve çocuk kendi kendine bir takım fikirler edinir. îşte sualin gayesi çocuklann bu fikirlerinı blcmek, estetik duygularının temayülünü anla maktır. Halbuki bizde birçok muallimler başka bir pedagogie sistemi takib ediyorlar, çocuklara vatan sevgisi aşılamak ııin müfrit usuller kullanıyorlar, Tiirkiyenin, her memleketten daha güzel olduğunu söylüyorlar. Ben bunu fazla buluyorum. Yurd sevgisi, ana baba sevgisi, evlâd se\gisi gibi tabiî bir histir. Muallim çocukta bu sevgiyi yaratacak değil, inkişaf ettirecektir. Fazla uğraşmak, bazı mübalâğalara düşmek ilerıde aksi tesirler yapabilir. Bu şekilde yetişmekte olan bir çocuğun daha güzel yerlere bir seyahat yaptığmı düşünün. Artık onda mektebe, muallimlere karşı itimad kalır mı? Böyle bir kücüğün ahlâkı bile tehlikeye girmiş demektir. Beğenmenin başka, sevmenin başka bir sey olduğunu unutmamalıyız. Norveç millî marşının güftesı çöyle başlar: «Evet biz bu vatanı seviyoruz. Yalçın kayalanna, merhametsiz rüz gârlarına rağmen ona ölünciye kadar bağlıyız.» I Çocuklarımız ne halde? \ 5Çocuklara göre IBUGUNDEBU1 Zülfüyar «Siz hiç aç kaldınız mı?» Küçük kız kendi sualine kendisi cevab veriyor: :<Çok fena şey... Hoca ders anlatıyor, ben yemek düşünüyorum. Ders dinliyemiyorum ki...» Aralık duran ka pıdan bir cami av lusuna giriyoruz Sarışın, kumral, k; ra bir sürü çocul beni takib ediyor lar. Kocaman ağaç ların serin gölge sinden çeşmeden a kan suyun serinlil vehmi vererek te selli eden şınltısı bu minimini, cam avlusunda yegâ ne ses... İki üç mezar ta şı, kapısı açık bi cami ki içi gül gib temiz, pırıl pırıl.. Türk yapısının içı me ferahlık verer en güzel nümunelerinden biri. Caminin avlusunda yeşil çimenlerin üstüne oturuyorum. Çocuklar da yanıma oturuyorlar. Hafif, gayet hafif bir rüzgâr esiyor; yapraklar kulakları ve âsabı rahatsız etmiyecek kadar hafif bir hışıltile sallanıyorlar. Bu dekor içinde çocuklann en sarışını bir yaz güneşinin bulutsuz bir gökü renk ve temizliğindeki gözle rini mezar taşlarından birinin yana çarpılmış kavuğuna dikmiş anlatıyor. İsmim Cavidedir. Babam trenler de çalışıyor. Kömür götürüp getirir. Dört kardeştik. Kardeşlerimden ikisi öldü. İki kardeş kaldık. Ölenler erkekti. Biz iki kızız şimdi. Ben küçüğüm. Ab lam 14 yaşında var. İplikhanede çalışıyor. Öteki kardeşlerin neden öldüler? En büyüğümüz sekiz aylıkken boğmaca olmuş, ölmüş. Öteki en küçüğü müz bir aylıkken öldü. Neden? Annemiz ölünce evde ona bakamamışlar. Anneniz yok mu sizin? Hayır. Doğururken kış günü imiş. Evde ateş yokmuş. üstü saatlerce açık kalmış, iki tarafh zatürrie olmuş.. Ondan öldü. Çocuk elimizde kalınca biz de bakamamışız. Sızin evde teyzen, halan filân hic bir kadın yok muymuş?. Hayır, yaşlı bir haminnem var. O da ihtiyar, bakamamış kardeşime işte!. Senin baban bir daha evlenmiş mi? Evlenmiş ama, sonra karısı... Yaşından umulmıyan bir bilgiçlikle ve gayet tabiî surette sözünü bitiriyor. Kötü çıkmış... Babam da bıraktı Biz şimdi yalnızız.. Bize haminnem bakıyor. Baban kaç para kazanır? Belli olmaz ki... Her zaman işi yok Şimdi işler çok fena, zaten kimsede iş yok ki... Peki evinize kaç para girer? Kız kardeşime iplikhanede on beş günde bir üç lira verirler. Üstüste ba bamın kazandığı da konulursa haftada üç, dört liramız olur. Bu kadar az para ile nasıl yemek yersiniz? Gözlerimin içine gülüyor: Biz her zaman yemek yemeyiz ki! Muraddağlarında Oktay yaylası çamlar inanılmaz bir kolaylıkla "kibrit çöpü gibi yanıyor. Alevini kızarmış yüzünüzde duyuyorsunuz. Asıl insanı dehşete düşüren yanan yabanı hayvanların sesi... Acıklı insan sesleri gıbi çatırtılar içinde yükseliyor. Narin karacalar, azılı kurdlar ve bin türlü ya ratıklar (mahluklar) bu cehennem sahnesinin çaresiz ve acılı figüranlaıı. Sonra herşey susuyor, bir kül yığını kalıyor. îniyoruz.. Şaşılacak şey, golirken de öyle idi. çorak, ot bile bitmiyen çakılh, çatlak bir toprak üstünde yürüyoruz. Ağac yok, ot yok, su yok! Murad da ğında değil, sanki Gobi çölündeyız; arasıra kalın yapraklı susuzluğa elve rişli otcuklar görüyoruz. Beş yuz rr.et ro aşağımızda yemyeşil bir orman gö rünmese yeise düşeceğiz. Kulak veri yoruz, çalüar, dalları birbirine karış Muraddağlarında lkizce yaylan mış çınarlar ve çamlar altmdan bir su uğultu ile fışkırıyor; göremiyoruz, çu . kurda. Biraz daha, bu suyun yatağı olan dereye iniyoruz. Billur gibi hir su, içmenin kolayı yok, o kadar soğuk. Burası koca Gediz nehrinin doğduğu yer, beşiği. Onu burada gözlerden kıskanır gibi yemyeşil dallarla kapatmış, rüzgârlar ninni söylüyor. Gediz burada yeni doğan bir çocuk gibi çağıldı yarak haykırıyor. Daha aşağılarda büyüyor, o vakit daha ağır akıyor, gene yaramaz. İki tarafmı saran, üstüne iğilen çınar ve söğüd dallarına keyifli keyifli sürtünerek, parlak, cilâlı taşlara çarpa çarpa, köpüre köpüre akıyor. Manisa altlannda, geniş, çamurlu ve tembel tembel akan Gedizin bu afacan dere olduğuna kim inanır? Orada artık kocamıştır, yaşını başını almış. otu raklaşmış bir insan gibidir, denize yani ömrünün sonuna yaklaşmıştır *** Işıklar göründü; ayni zamanda bir kitarın tellerinden fırlıyan oynak bir tango havası. Birbirimize bakjyoruz, Orta Anadoluda geniş, ihtiyar bir da 5ın üstünde miyiz, yoksa Venedıkte Foskari kanalında bir gondolda mı? Bu büyük yaylada iki yüz ev halkı oturuyor. Onlar buranın on beş yirmi günlük konuğu (misafiri). Kimi gider, kimi gelir. İşte silâh sesleri! Gene bir gelen var, karşılıyorlar. Tahta barakalardan yapılmış, aralarmda meydan ocakları yakılan bu yazlık köye giriyoruz. Uzun uzun Anadolu türküleri, davul zurnadan tut mandoline kadar bütün müzik âletleri bu dağda cümbüş yapıyor. Gramofon demirbaş. Münir Nureddin, Safiye şimdi İstanbulun bir bahçesinde terler dökerek şarkı o kurken, sesleri burada çam ve ardiç kokan serin bir havada dolaşıyor. *** Muraddağı, bu tarafların Yalovası Yalnız buraların değil, uzaklardan, AT danadan, Ankaradan, l:mirden de ge lenler var. Bu tahta barakalı orman kö'yünün içinde çelikli, kükürtlü, so ğuk ve sıcak birkaç hamam var. Muraddağı ile Yalova arasındaki ayrım (fark) şudur: Yalova sihirli bir elin yardımile süs. lenmiş püslenmiş, dudaklanna ruj, tırnaklarına cilâ sürmüş modern bir gene kız, Muraddağı ise, ayağında şalvar, sırtında cepken, boynunda altın dizili. kırmızı yanaklı bir yörük kızı. Ah bu dağa da biraz yardım olsa... Büyük Harbden evvel İngilizler bile N. gelirmiş. Bakımsız bir yurd köşesi. konfur arama, tam bir dağ hayatı ya şamak istiyen buraya gelsin. Yalnız herşeyı, bütün ihtiyacları beraber ge tirmek şartile. Buraya Gediz bakıyor. Bütçesi on beş bin lırayı geçmediğin den ne yapabilir ki. Yalnız yapabileceği birşey var, onu yapmıyor. biraz daha temizlik. Zaten buraya hamam için değil, hava için gelmeli. * % $£ Bu dağda belkı yüz yayla var. tri çamların çevrelediği, ortasında bir veya iki kaynak bulunan yemyeşil alanlar.. Her yaylada bir veya iki oğlak ve kuzu kebabı çevrilir. Keyif ve kah kaha gırla gider. Bir yaylada eski gö renekliler toplanır, erkekleri bir tarafta, kadınları bir tarafta. Yüzük oynarlar. Biraz ötedeki yaylada rakı sofrası kurulmuştur. Diğer bir yaylada cıvıl tılı bir küme, erkek kadın karışık. Horşey çamların altma gelişigüzel seril miş. Birkaç bira ve likör şışesi çi menler içinde çiçek açmış gibi durur. Gramofonda fokstrot, tango... Öteki yayladakiler yağlı kebab ve iyi pişirilmiş helva yerler. Buradakiler zeytinyağlı fasulye konservesi ve marmalat. Fakat hepsi ayni temız, reçineli bir havayı koklar. günde altı defa ye mek yediren. şifalı buz gibi kaynak suları içerler. İşte burası böyle bir Muraddağıdır. R. OKTAY buna kendisi de şaşıyordu. Aryan sevincinden ellerini çırparak alay etmeğe başladı. Bu ne belâğat! Beni kızdıran teyzenin delilikleridir. Burada ne sen ve ne de ben mevzuubahs değiliz. Allah belâsım versin, senin kafana ne biçim fikirler sokmuş! Odanın içinde uzun uzadıya dolaştı. Aryan susuyordu. Ne yapacağız biliyor musun? Son ımtıhanın ne vakit? Aryan bir hafta sonraya düşen bir tarih söyledi. Konstantin: Çok iyi, diye devam etti. Ben Kieften döndüğüm vakit, senin de imtihanlann bıtmiş olacak. O zaman senin biraz hava değiştirmen lâzım gelecek. Ben de dinlenmeliyım. Çok çalıştım. Bundan baska Moskova fena halde sinirlerimi bozuyor. Seni Kırıma götürürüm, kırmızı kayalar arasında, deniz kıyısında, çiçekler içinde ve ağac gölgelerinde, cenub güneşi altmda on beş gün geçiririz. llâhlar gibi yasarız; hiç düsünmez ve kavga da etmeyız. Hiçbir noktası değışmıyecek olan plânım bu işte. Şimdi sen de sadece itaat etmelisin. bdülhamid Padişahtı.. Ben de küçük yaramaz bir çocuktunu Zekâm, o zamanlar hayatın binbir derdi ile törpülenip yıpranmadığı için, henüz ciyadetini muhafaza ediyordu. Her gördüğüm, her duyduğum şeyi öğrenmek istiyordum. Bir gün, rahmetli babamm, akrabalarımızdan ve veliahd Reşad Efendiye : mensub bir saraylıya hatır sormak için î Rİtmek istiyen anama: Vaz geç.. Zülfüyara dokunur.. Dediğini işittim. Derhal sorguya başladım: Baba! Zülfüyar ne demektir? Babacığım kahkaha ile güldü ve birdenbire cevab vermedi. Fakat benim ısrarlanm üzerine mecbur oldu: Zülüf saçtır.. dedi. Yar da kadındır. Teyzemle kadın saçının .Tiünasebeti? Kadın saçı uzundur, oğlum. Her yerle, her şeyje münasebeti vardır. Hele bizim yaşadığımız insanlar içerisinde zülfüyar çok netameli şeydir. Ona dokunmaktan daima sakınmalıdır. Ben artık annemin saçlarını okşıyamıyacak mıyım? Annenin saçları zülfüyar değildir, evlâdım. Onlardan sana ziyan gelmez. Ve socıra gülmesi ziyadeleşerek ılâve iyi amma, gene anlamadım, baba. ediyor: Büyürsen, anlarsm. Çocuklar Öy Nerede bu bolluk... Bayram mı var le her şeyı çabucak öğrenemezler. her gün ki yemek yiyelim. Rahmetlinin hakkı varmış: Zülfüya Peki ne yersiniz? rı ben neden sonra öğrendım ve neden Ekmek, sovan... Şimdi domates zasonra ondan kocunmağa, ona dokunmakmanı, domates yeriz. Bazan peynir ek tan hazer etmeğe başladım. Bir iki defa, mek te alırız. Hiç sıcak yemek her gün cahillik ve yahud ki patavatsızlık yüzünpişer mi? den ona şöylece bir el dokundurduğum Siz sıcak yemek hiç yemez misiniz? oldu. Cezasını aylarca, senelerce çektim. Yeriz, yemez olur muyuz... EbeGeçenlerde, altı yaşındaki torunum gümeci toplarız, kuru fasulye yeriz, «Erdem» bana ayni suali sormaz mı? yağla pişiririz. Arada da onları yeriz. Ercümend baba! dedi.. Zülfüyar Et hiç yemez misiniz? ne demektir? Gururla: Sen nereden duydun bunu? Et te yeriz! diyor. Haftada bir Duydum, işte! kere. on bünde bir et te yeriz. Zülfüyar, kadın saçı demektir. Nekadar et alırsınız, aldığınız za Ona dokunmak fena imiş, öyie mi? man? Fenadır! Eh yarım kilo alırız Dokunulursa ne olur? Adam başına mı? Birdenbire aklıma geliverdi: En temiz kahkahasile gülüyor: Hanıya, dedim.. Bayar.lann saç Adam başma yarım kilo olur mu hiç? Hepimize yarım kilo... Parayı ne larını kıvıran kocaman, acayıp makıneler yok mu? rede buluruz.. Bize günde en aşağı iki Var. tane ekmek lâzım. Üç aldığımız da o İşte bak, onlardan ibret al: Zül lur. Zaten kazancımız ne ki?. füyare dokundukları için yasak edildi Sen ne yapıyorsun? Ben ilkmektebe gidiyorum. Beşin ler! Çocuk bir şey anlamadı amma, ceciye bu sene geçtim. Mektebi bitirince vabım her halde zihninde yer etti. O da, inşallah büyüdüğü zaman, bu izahımı haterzilik öğrenmek istiyorum. Orada oturan bir başka çocuğa hi tırlar da, ondülâsyon makinelerine benzememek için zülfüyare dokunmaktan tab ediyorum:: ihtiraz eder. Senin ismin ne? Ercümend Ekrem TALU Selma diyor. Kaç kardeşsiniz? Altı taneyiz. Birisi de ölmüş. O ölmeseydi yedi olacaktık. En büyüğünıüz 14, en küçüğümüz iki buçuk yaşmda... Sen de mektebe gidiyor musun? Evet. Baban ne iş görür' Hiç işi yoktur. Size kim bakar? Kimse bakmaz. Yani övey ağabeyim bakardı ama, onun dükkânı vardı. Vergi verememiş, dükkâmna haciz ko nulmuş, kapadı. Peki şimdi ne yiyorsunuz, ne içi yorsunuz? Çocuğun yüzü kıpkırmızı oluyor. Belli ki sefaletten utanıyor. Bilmem, diye kekeliyor. Çok kere yemek yemiyoruz. Bir üçüncü çccuk ta anlatıyor: İsmi Melihadır. Altı kardeşmişler... yirmi dokyzunda da Sivastopol ekspresine bineceğiz. On beş ile yirmı haziran arasında serbest kalırsm. Bunlan söyledikten sonra münakaşayı kesti. Ertesi günü Aryan onu Kjefe giden trenin garında uğurluyordu. Tanışalı altı hafta olmuştu; Konstantin ilk defa olarak Aryana bir hediye, bir bilezikli saat, kabul ettirebilmişti. O da on sekiz yaşı şerefine! Aryan onun hediyesini koluna takmıştı. Konstantin: Ayın yirmi dokuznnda bağajlann hazır olmalı ha! diyordu. Fakat sizi temin ederim ki buna imkân yok. Kampana çalıyordu. Aryanı kucakladı. Öyle geldi ki, gene kız ^imdiye kadar hiç bu derece canlı bir haıeketle ona sarılmamıştı. Trende bunu uzun uzun düşündü. « Acaba yanılıyor muyum? dedi. Yoksa bu bir kuruntu mu?.. Hayır, hayır, gerçek. Kendini bu kadar saklıyan bu kız, bu sefer kendini tutamadı. (ArhaMi var) Üçü ölmüş, üçü yaşıyor. Ölenlerin ni çin öldüklerini soruyorum. Minimini çocuk, hiç tereddüd etme m den teşhis koyuyor: Anam emzikli iken iyi gıda alamamış, alamayınca onları besliyememiş. Sizlere ömür, gitmiş işte kardeşlerim. Önüne bakıyor, ince ellerile çimenleri yoluyor. Henüz sekiz, on yaşında... Fakat büyük bir insan gibi ciddî: En iyisi parası olmıyan kadmlann çocuğu olmamalı, diyor. Çocuk para ile büyür. Yoksa bizim gibi yan aç, yarx j tok yetişenden insan ne fayda bekliyebilir?. Simsiyah kâkülleri altında iki siyah elmas gibi parlıyan gözlerüe gözlerime bakıyor: Sana bir şey söyliyeyim abla, diyor. Biz her sene sonunda çalışmıyorsunuz, smıfta kalıyorsunuz, diye azarlıyorlar. Biz sınıfa aç gidiyoruz. Hoca ders an latırken başımız dönüyor, affedersiniz, içimiz bulanıyor... Bilmem siz aç kal dınız mı? Çok fena şeydir. İnsan ders dinliyemiyor ki. Hoca ders anlatıyor, ben kendi hesabıma yemek düşünüyorum, ders dinliyemiyorum. Geçen sene bir gün gene böyle dalgındım, hoca yüzüme bağırdı: «Dinle, yoksa sınıftan ç> karırım> dedi. Ben de kendimi tuta • madım: <Ne payayım, dinliyemij'orum. Açım. Aç ayı oynamazı dedim. E ne oldu? Sana yemek verdiler mi? Hayır Ahlâk numaramı kırdılar. Söyledığime çok pişman oldum. Çok ağladım ama... İş işten geçti. Hoca ne yapsın?.. Bize para verecek değil ya. * * * Çeşmenin açık musluğu tatlı şırıltı larla akıyor, hafif bir rüzgâr esiyor, servilerin tepeleri muazzam yelpazeler gibi sallanıyor ve şimdi dördüncü çocuk ince, kederli sesile anlatmağa başlıyor. Onun hikâyesini artık buraya kaydetmeği zaid görüyorum. Çünkü bu yavruların aclık, mahrumiyet ve sefaletten ibaret olan hikâyeleri o kadar birbirinin eşi ki.. SUAD DERVtŞ IERVIŞ Yazan: Klod Ane " Cumhuriyet „ in edebî romanı: 26 Çevirenler: F. Varal ve F. Osman tâbi olarak hareket ediyor ve şimdi söylediklerini duyduktan sonra onun hakkında edindiğim fikir pek ondan yana değil. Sevişenler arasında saat mevzuu bans^lamaz; onlar gece gündüz birbirle^ndea ayrılmazlar, yemekleri bir sofrada yer!er, beraber uyurlar ve yanyana kalkarlar. Yatakta birbirimizin yanıbaşında vatarken aramızda ne maddî ve ne de manevî hiçbir şey bulunmadığı vakit, yatağın sıcağı içimize girerek bize bir rehavet verdiği, beni tamamen yanında his settiğin, ayni hayatı yaşadığınnzı sandığımız, yüreğinin benimkile beraber attığı vakit, sıynlıp kalkmak ve benden uzaklaşmak hoşuna gidiyor, öyle mi? Gıydığın her parca elbısenin aramızda yükselttiği duvarı hissetmiyorsun. Tek rar bir yabancı, tekrar düşnıan oluyorsun. Konstantin fena halde hararetlenmişti, Varvaranın büyük bir san'atle aşkın «ade güllerini topladığını izah ediyordu: Varvara teyze bana, hiçbir zaır.aa hiçbir dostuna bütün bir geceyi hasret mediğini söyledi. İşte san'at gidebilmek, ve yahud da onları zamanında gönderebilmektir. Teyzeme göre, beraber u\u mak; aşkı öldürmek için en sağlam çaredir. İnsan rahat uyuyamaz ve sabahîeyin keyifsiz kalkar. Sabah güneşi insanı çirkinleştirir. Bir kadın ihtimamla süsler.miş ve taranmış olduğu vakit dostunu görraeli, onun hoşuna gıtmek için soyunup giyinmelidir. Karmakarışık bir halde do laşmak evlilerin kârıdır. Fakat evlenn.e ne aşk, ne zevktir... Konstantin: Senin teyzen, diye Aryanın sözünü kestı, bütün tecrübelerine rağmen hayattan büyük bir şey bilmiyor. Ker.dısi pekadar serbest olursa olsun, bir sisleme şaşa kalmıştı. Nasıl bir maceraya atılı yordu, hem de metresile tam ayrılmaga karar verdiği bir anda? Artık Aryanı gördüğü vakit aklının başından gittiği muhakkaktı. Gene kız bu arada, sakın sakın, itiraz ediyordu. Moskovada imtihanlarını Jbitirdiği gün teyzesi onu bekliyordu. Haftada üç dört mektub alıyor ve bunlarda, bir saat bile kaybetmemesi rica ediliyordu. Varvara ile güzel doktorun münasebetleri muhakkak bir dram halıne gelmiş olacaktı, Aryanın orada bulunması çok lazım dı. Nihayet, başka bir sebebden dolayı gene kız buna dokunmuşsa da gene karanhkta bıraktı muayyen bir tarihte dönmesi lâzım geliyordu. Aryan koıuıştukça, Konstantin plânının ne kadar mükemmel olduğunu daha ziyade anlıyordu. Lâfı kısa kesti: Seninle Kırıma gitmek istiyorum. İşte o kadar. Ve bunu yapacağız. Bu müthiş kurnazlığınla şu on beş günü çalamıyacak değilsin ya! Bu işi sana bırakıyor ve öğüt vermeğe lüzum görmüyorum. Bugün ayın on sekizi. Kieften ayın yiımi sekizinde geleceğim. Sözlerini henüz bitirmişti ki kendi de O gün imtihana girmiş olacaksm ve

Bu sayıdan diğer sayfalar: