27 Eylül 1935 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 6

27 Eylül 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 6
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

CUMHTJRÎYET 27 KüçUkj hikâye! Hayal sesı yolda ve nihayet sahilde onu beyhude aramıştı. Eve döndüğü zaman artık dızleri tutmuyordu ve esasen hasta vücuaü yorgun sinirleri onu harab etmişti. Evin kapısı önüne geldiği zaman tekrar o ses işitmiş, koşmak istemiş, muvaffak ola mamış ve kapınm önüne düşüp bayıl mıştı. Dört hafta Jakla Halil onun yatağı başında gece gündüz oturmuşlardı. Hastanın yanına getirilmiş olan iki doktor bu hastalığın bir beyin humması olabileceğini söylüyorlardı ve hasta her gece o yabancı kadının sesini işitiyordu. Bazan onu Mamae deresinde yıka nır görüyordu ve terliyen hasta ellerile havada mevhum bir vücudü okşamağa çabalıyordu. Bazan da gözleri kocaman kocaman açıhyor ve bir noktaya dikıli yordu. Ve: «îşte sesi» diye bağırıyordu. Duymuyor musunuz?.» *** Ona bir sürü kinin enjeksiyonu yaph lar. Ve birkaç hafta sonra gözünü açtığı zaman yatağınm başında küçük Maorie kızmı gördü. Beyaz bir elbise giymişti ve bir çocuk tebessümile yatağm başında oturuyordu. Ona izah ettiler. Arkadaşı Jak herkese sormuş soruşturmuş o esrarengiz sesin sahibi olan genc kızı aramış ve bulmuş. Bu kız küçük bir mercan avcısı imiş. Sesi güzel olduğu için nerede bir eğlence olsa onu oraya davet ederlermiş. Bu yerü kızın günün birinde genc mülâzimi baş tan çıkarmak aklına gelmişti. Fakat onun kendi üzerinde böyle bir tesir yapacağı hiçbir zaman aklına gelmemişti. Içine yeşil benekler serpilmiş san gözleri vardı. Hele bu gözlerin kirpikleri ne kadar uzundu. Bu gözlere Bernard: «Kaplan gözleri» diyordu. Ve hakikaten bu gözler bazan tıpkı kaplan gözleri gibi aldatıcı bir tatlılıkla doluyor ve bazan yırtıcı ve vahşi bir mana alıyordu. Hele dudaklan; güneş altında çok kalıp ta ol gunlaşmış bir meyvayı hatırlatan dudak lan ne kadar çıldırtıcı idi. Cora hasta yatağınm başucuna geldiği dakikadan iti baren Bernardı sevmişti. *** Bernard yeniden içtikten sonra güle rek uşağına: Sen de geçen akşam bir ses duyduğunu söylüyordun. Evet. İşte Coranın sesi! O Coranın sesi değildi. Onun daha başka bir ahengi vardı. Esasen o akşam, Cora gene senin arkadaşın Moris Alenin evinde idi. Sus! diye bağırdı. Alkol onu gene asabileştirmişti. Sus sen ne söylediğini bilmiyorsun. Belki biz ikimiz ayni sesi duyma mışızdır. Hezeyan kâfi Halil... Cora bana kendisi bir gece ormanda şarkı söylediğini anlattı... Senin işittiğin ses de Coranın sesi ( Serbest sütun ) Kitablar arasında) Tunadan batıya Seçkin edib İsmail Habibin bu sene «Cumhuriyet» te çıkan yazılarını haLrlıyacaksınız. «Avrupa Yolundan Not lar» başlığı altında neşredilmişti. Usta dın Boğaziçinden başlıyarak Tuna yo lile Peşte, Viyana ve Berline uğrayıp Paris, Kotdazür, Marsilya, Napoli, Pire ve Çanakkaleden geçen ve îstanbul önünde sona eren, uzun bir batı gezisi nin parça parça tasvirleri.. Onları nekadar derin heyecanla; tarihten maya almış bir hüzün ve sevinc havası içinde okumuştuk? Hele seyahat çemberinin ilk yarım dairesi olan Karadeıi'z, Tuna, Muhaç, Adakale, Peşte, Viyana intıbalan bize yakın tarihin, ve dünkü vatan topraklannın hâlâ bizim kanımızla buğulanan kokusunu getirmişti. Süzgün ve renkli nesrini engin buluş ve benzetişlerlerile mineliyen bulunmaz teşbihler sihirbazı; batıdaki dolaşmalarmda tarihi hem yoluna rehber, hem hamuruna katık yaptı. Nesri işliyen kalem tarihi de oydu. «Tunadan Batıya» işte bu olgun ve yaratıcı san'atın nadir çiçeğidir ki onu yetiştiren bahçıvan da, saksı da bizde tekdir, demekten çekinmiyorum.. Hindli: Efendi, dedi uyumayınız, bu uy ku saati değildir. Garbli misafirlerınızin geleceği zamandır. Daha yemek bıle yemediniz. Bernard hasırların üzerinde uzan mıştı. Gözlerini araladı: Aç değilim. Susuzum. Bana visk getir, dedi. Masanm üzerine yemişler de koymustum. Genc zabit sers, sert: Sana aç değilim, diyorum, dedi, bana viski ver. Bardağı yere bıraktığı zaman: Aman ne sıcak.. Ne sıcak dedi. Saat kaç olmalı Cora nerededir? Saat on olacak. Cora da sen uyurken dışan çıktı. Ormanda mukaddes yapraklar toplıyacakmış. Ona bir arkadaşı ilâç öğretmiş. Senin hummanı geçirmek için. însanı öldürecek bir ilâç öretme miş mi? Neden böyle konuşuyorsun? Mesud değil misin? Hindli bir dakika susmuştu. Sonra: Ben insanı öldürecek bir ilâç bi liyorum, diye fısıldadı. Ben de biliyorum. Datura çiçeğı değil mi?. Hayır benim bildiğim ilâç Datura çiçeğinden daha tath bir ölümle insanı öldürür. Nedir bu?.. Aşk... Bernardın bu söz hoşuna gitmişti. Çünkü o uşağının son maşukası olan ve hastalığmda kendine çok iyi bakmış olan on altı yaşındaki küçük Corayı hiç te sevmediğini biliyordu: Coradan mı bahsediyorsun ? Diye sordu. Hayır Coradan bahsetmiyorum. Senin onu sevdiğini biliyorum ve onun da seni sevdiğini ümid ediyorum. O halde eğer aşkın seni öldürmezse demek sen aşkını öldüreceksin. Bizim lisanımızda eski bir darbı mesel vardır: «însan en nihayet sevdiği şeyi öldürür» derler... Hindlinin sesi hafiflemişti. Ben senin başına bir felâket gel mesinden korkuyorum. Çünkü Cora senin bildiğin insan değildir. Hasta olduğun gece duyduğun ses onun sesi değildi. Demek ormanda işittiğim ses Coranm sesi değil öyle mi? Hayır o ses Coranın sesi değildi. Sen o sesin çok güzel olduğunu bana söylemiştin. Çok • fazla güzel, gayrıha kikî olacak kadar güzel... Sana ateş vcren ses bir insan sesi değildi. Ne demek istiyorsun?.. Bizde, Hindistanda bir itikad vardır ki o itikada göre her insanın içinde hakikî sesinden daha güzel daha fevkalâde bir ses yaşar. O insan bir tekâmül merhalesine geldiği zaman farkına varmadan bu ses onun vücudünden çıkar. Bu sese hayal sesi, rüya verici derler. O halde? Sen o gece hayal sesini dinledin.. O gece de seni kapınm önünde baygın bulduk. Rüya verici senden intikam a lıyor. Çünkü sen o sesi Coranın sesi zannettin. O sese karşı insanî hislerle mütehassis oldun. Cora bu evde hayal sesinin rolünü oynadıkça senin başma daha ni ce felâketler gelecek.. *** Bernard Dorby en küçük yaşmdanberi bahriyeli olmak istemişti ve o daha ço cukken bile bir gün seyahat edeceğini ve hayatın bir manasını, bir kıymetini bu lacağını zannetmişti. Fakat yaşadıktan, seyahat ettikten, aradıktan ve hiç birşey bulamadıktan sonra bir gün öyle bir hale gelmişti ki intiharı bile düşünmüştü. Fakat onu böyle birşey yapmaktan sadık uşağı Hindli Halil kurtarmıştı. Şair ruhlu olan Bernard hayatta hiç te uslanacağa benzemiyordu. *** Seyahatleri onu bu adaya getirdiği ilk akşamlann birinde idi. Hindistanda ge çirdiği iki sene onun vücudünü epey yormuştu. O akşam biraz harareti vardı. Ve uşağını kendisine bir büyük kardeş gıbi bakan arkadaşı Jaka yollamıştı. Kendisi evin kapısının önünde oturuyordu. Birden ormandan gelen bir ses işitmışti. Zaten heyecanda olan muhay yilesi bu sesi her sesten güzel ve her insan sesinin fevkinde ve harikulâde olarak zaptetmişti. Bu ses bir kadın sesi idi. Evvelâ ha fif, hafif adeta mahcub, mahcub yük selmeğe başlamıştı. Sonra büyümüş, büyümüş, kuvvetli ve kudretli bir ahenk almıştı. Adeta bu ses yavaş, yavaş ormandan çıkmış kendi evlerine yaklaşmış onun butün varlığmı bir büyülü hava gibi sarı!?tlLVe s o n r a y a v a ? f y a v a ? bir h l ? k l ' nk, bir ınilti, bir matem havası oluver mışti. Bernard bu sesi nefes almadan din Iemıştı ve bu esrarengiz ses susar susmaz yennden fırlamıştı. Bu sesin sahibi olan kadını bulmak, buraya getirmek istemişti. Ve hemen evlerini saran ağaçlann ara ormandan tahüe gkien m Yeni Türkîyeyi tanıtacak filim Masrafa iştirak edecek ecnebi sermayedar bile bulunabilir Yeni Türkiyeyi yabancılara tanıtâ" cak ve ayni zamanda propaganda kor delâsı olduğu hissedilmiyecek güzel bı filim yapmaklığrmız lüzumu hakkınd yazdığımız yazılar ötedenberi sinema iş lerile uğraşan Vedad Ürfinin de gözünî bu işe çekmiştir. Vedad Ürfi bu müna sebetle gazetemize gönderdiği bir mek.tubda ezcümle diyor ki: «Ben 1930 yılında böyle bir teşeb büse Pariste giriştim. Yeni Türkiye lehinde çok kuvvetli bir propaganda taşıyan bu senaryonun mevzuu, kuvvetli bir aşk romaniydi, vak'a arasında Türkiyenin içtimaî yükselişleri, propaganda ya pıldığını belli etmeksizin, tamamile gösteriliyordu. Şirket sermayedarlanndan birisinin ölümü bu projeyi suya düşür dü. 1931 yılında lpekfilim müdürü Fahir îpekçi Parise gelmişti. Istanbul Sokak larında filmi için Tobis stüdyola.rını ki ralıyordu. Bu seyahatinden bilistifade kendisile görüştüm. Fransızlarla Türk lerin müştereken bir filim yapmalan hususunu halletmeğe çalıştım. Bay Fahiri Roger Lionla tanıştırdım. Rodolf Va lântino, Rakel Meller gibi en maruf yıldızları idare etmiş olan Roger Lion Türk ve Fransız sermayelerinin birleşmesi suretile bir eser meydana çıkarmağa hazırdı. Hatta bu meseleyi konuştuğumuz gün meşhur yıldız Maxudyan da bera berdi. Maalesef küçük bir ihmal yü zünden bu iş te başarılamadı. Bunlar gösterir ki Avrupa ile filim propaganda işlerinde bir kombinezon bulmak imkânsız değildir. Yalnız mev zuun, millî propagandamızı, propagan da eseri olduğunu anlatmıyacak bir şe kilde yapılması şarttır. Böyle bir teşebbüs, büyük maddî istifadeler de temin edebilir. Bir iki cümle ekliyorum; ulusal bir işi başarmak için Türk sermayedar gruplan işbaşına geçtiği gün bu paraya iki misli ilâve edecek beynelmilel sermayedar grupları bulunabilecektir.» Tarihî roman : 59 Yazan : M. Turhan Tan Mustafa bağırdı: Aslan yalağından köpekler su içemez Drakül, sen bu cesareti gösterdin, fakat dişlerinin söküleceğini unutmaî O, iki yıldızı elinde tutan bir gece gibi oturduğu sedride yayılıyor, yayılıyor, yayılıyordu. Marya, tenini saran titre melerin hepsini yüreğine toplıyarak sakin bir elle şarab kadehini kendine uzatınca kötü kötü gülümsedi: Sen, dedi, kadehin yarısını iç, kalanını bana ver! Bu, genc kızdan dudaklarını istemeic gibi birşeydi ve o, ne pahasına olursa olsun böyle bir işi Mustafanın yanında yapamazdı. Gerçi kirlenmişti, baştan aşağı çamur içinde idi. Fakat sevgilisinin gözü önünde dudaklannı Voyvadaya sunmak elinden gelemezdi, ölse gele mezdi. O sebeble ne kendi durumunu, ne de genc akıncının taşıdığı maske al • tındaki esrarı düşündü, âşıkına karşı say* gı göstermek kaygusundan başka hiçbir şeye değer vermedi, elindeki kadehi bı * raktı, iki kelime ile isyanını haykırdı: Ben de içmem! Vilâd ilkin belinledi, yabanci bir dille kendine sövülmüş gibi o sözlerin an * lamını yalnız gözile sezdi, sonra köpür* dü, yerinden fırladı, Maryanm saçla « nnı yakaladı, iki yanağma iki sille ya * pıştırdı ve haykırdı: îçmez misin, içmez misin, bir da * ha söyle içmez misin? Mustafa, ellerini sıkmışti, tîrnaklarinî avucuna batırıyordu, dişlerile de dudaklarını kan çıkasıya ısırıyordu. Bütün plânlannı altüst edecek bir atılıştan kendini korumak, gözü önünde geçen şu vakıayı da hazmeylemek istiyordu. Kendine ilk aşk rüyasını yaşatan kadının dövülmesine karşı sessiz kalmak elinden gelmiyordu. Lâkin mukaddes hıncı dü * şünerek ve Vilâdı bir kere daha ölüme mahkum ederek bu ağır imtihandan kurtulmağa savaşıyordu. Şimdi gözlerini de kapamîşti, en kirli bir kucağa düştüğünü görmekle beraber gene sorup dinlemeden mahkum etrnelc istemediği dünkü sevgilisinin, kendisini bir ayak önce parçalamak dilediği bir düşman tarafından dövüldüğünü gör « mekten çekiniyordu. Bu durumda so • ğukkanlılığını daha iyi koruyacağını umuyordu. Fakat Vilâdm yapıştırdığı üçüncü T«İ dördüncü sille Maryanm tahamraulünü kökünden yıktı ve kadın herşeyi unuta • rak inledi. Mustafa, beni dövüyorlar, tcîmM yor musun bana!. Yalnız maskesinin bir dost elile kaldinldığını gören Mustafanın değil, Vilâ • dın da gözleri birden açıldı ve iki erke* ğin bakışlan karşılaştu Voyvadanın el« Ieri de çüzülmüştü, kadını şuursuz bir gevşeklikle bırakarak bön bön genc akın* cıya bakıyordu. Mustafa, adının ve Marya ile tanışıklığının ortaya konul • masından doğma şaşkınhğı hemen gidererek durumunu düzeltmiş, yapacağıni kararlaştırmış bulunuyordu. Kollan gög*! sünde bekliyordu. v Vilâd, uzun bir zaman delikanliyı* sonra Maryayı süzdü, sonra hızlı bir, muhakeme yürüttü, iyi kunılmuş bir tuzağa düştüğünü anladı. O, Maryanm ve Aldemirin danışıkh bir dövüş gibi ön • ceden anlaşarak bu sarayda birleştikle « rine hükmediyordu. Bu hükmün sakat taraflarını sezmekle beraber önünde be* liren hakikate bakarak kanaatini gerçek' buluyor ve aldatılmış olmak yüzünden kabına sığamıyacak kadar kızıyordu. Fakat korkmuyordu, nasıl bir ülkü fle kendini gene kendi sarayında tuzağa düşürdüklerini pek te oranlıyamadığı şu iki düşmandan biri kadındı, bir tutamlık canı vardı. Öbürü dinc bir erkekse de silâhsızdı. Onun Türk gücü taşımasına rağmen silâhsızlığı büyük bir eksiklik demekti, tırnaksız aslan yavrusundan farkı yoktu. Halbuki kendinin belinde hançer vardı, bilekleri de henüz kuvvetli idi. Voyvada da bu düşüncelerî geçîrdikten sonra ağır ağır yürüdü, elini hançerinin kabzasına koyarak Mustafanın karşısına dikildi: Senin adm Aldemir değil de Mus* tafadır, öyle mi? Öyledir Drakül! Vilâd, kendini pervasızca şeytan di • ye anan delikanlının üstüne atılmamak' için nefsini zorladı, homurdanır gibi bir sesle sorguda devam etti: Bu kahbe ile tanışıyorsun, oyle mi? O benim artığımdır Drakül. Âs • « lan yalağından köpekler su içmez am « ma sen bu yiğitliği gösterdin. Fakat di§lerin sökülecektir. ( Vilâd, uzun sorularla Aldemirin, Maryanm taşıdıklan sırrı öğrenmek, ondan sonra bu iki suçluyu cezalandır « mak istiyordu. Lâkin delikanlının kendini Drakül diye anmakla iktifa etmi * yerek köpekleştirmesi ve üstelik dişle ^ rini sökeceğini söylemesi üzerine soğukkanhhğını kaybetti, öğrenmek istedıkle rini Maryaya söyletmejt tasarbyarak hançerini çekti, Mustafanın üzerine atılch. Aldemir, dedi, bir kadeh te sen getir! Mustafa, sağlam bir yürüyüşle ilerledi, odanın ortasında kurulu duran sofradan bir kadeh şarab doldurdu, Voyvadaya sundu. Şimdi iki genc, yanyana gel miş bulunuyorlardı. Birbirlerine bakmamakla beraber birbirinin nefesini duyu yorlardı. Ağızlardan uluorta çıkan bu nefesler, sanki havaya yayılmıyor, yolla nnı değiştirerek onların yüzlerine dökü lüyordu. Marya, kendi yüzünde Mustafanın ateşini buluyordu, o da burnunda Maryanm kokusunu seziyordu. Hangısi şöyle bir dönse, yüzünü çevirse öbürünün «Tunadan Batıya» da elli yazı, alt dudaklarını yakalıyacak, hangisinin kolu mışa yakın kuşe kâğıdına basılmış güzel oynasa öbürünün belini bulabilecekti. resim var. Ustad gözünün her eriştiği yeBu duruma dayanmak, hele Marya ri bir hayal ve hakikat cümbüşile uyaniçin, pek gücdü. Sevgilisile arasındaki dırıp satılardan bir âlem kurmağı yeter saymamış ve adesenin gördüklerini de küçük ve pek küçük yolu bir kımıldanışona katmış.. Fakat bu en seçme manza la aşmak, onun kolları arasına atılmak, ralann en iddialı canlılıkla resimleşmesi aylardanberi çektiği acıları inlemek, hakolkola dünyanm en güzel senfonisini yatına bulaşan kirleri ruhundan dökülesöyliyen kelimeler orkestrası yanında ne cek yaşlarla yıkamak ve sonra o kucakta kadar çiğ, nekadar ölgün kalmış?.. Mat yeni bir ömre kavuşmak ihtiyacile tutu baa mürekkebile kabartma antimuvan şuyordu. Lâkin Aldemir adı altında şu parçalarının bu derece seslenişi az gö saraya gelen, köle rolü oynıyacak kadar rülmüştür. Edebiyatımızda yeni bir stilin ağır bir fedakârlığa katlanan sevgilisinin «Habib» i olan muharririn bol teşbihleri kovaladığına inanc beslediği amacı kaçırve tezadlarile bir nevi tenafür yaptığını mamak, onu güclüklere çarptırmamak söyliyenler var. Olabilir. Her unsurda düşüncesile o ihtiyacını yeniyor ve genc özün çokluğu ve hatta mubalâğası, ha akıncınm nefeslerini tath tath emmekle lisliğe delil değil midir? Deniz güzel iktifa etmek zorunda kahyordu. amma suyu çok, diyebilir misiniz? «Tunadan Batıya» nın ilk bölümünü ben bir hıçkırık dizisi gibi okudum. Varna, mavi Tuna, Tamışvar, Muhaç, nazlı Budin ve'Viyana... Hepsinde deşilen birer kızıl hatıra... Şalonla Nis kıyılarından iç geçirerek Akropol önlerine dolaşan edib nihayet dün bugün ve yannı dolduran tekmil şehametin Ana fartalarda bilânçosunu yapıyor. Artık tarih ve coğrafyayla birlik asırlar dolduran kayıblann hıncını almış gibidir. Ah, diyorum, onu bir de Sakaryadan ve Dumlupınardan dinleseydik! Muharrir sanki bu akla gelebilecekleri hesablamış gibidir: Bütün o asırlarca iniş, Dumlupınarda yükselmek içindi, diyor. Bu fevkalâde eseri daha fazla, daha iyi anlatmağa benim dilim yetmiyor; kendiniz okuyun daha iyi... Mustafanın da duyduğu güclük kı zmkinden aşağı değildi. O da burnuna çarpan kokudan alevleniyordu. Fakat bu alev sade bir ihtiras değildi. O, yanıbaşında duran kıza birçok hakikatler söyletmek özlemile çırpınıyordu. Sonra, tek başına karşısında oturan ve Maryaya sakilik ettiren sefil düşmanını alaşağı edip parçalamak için de dayanılmaz bir ihtiyac duyuyordu. Fakat birkaç kere ölüme mahkum ettiği adamı bir kere öldürmüş olmamak için dayanıklılık gösteri.yordu, hareketsiz kahyordu. Voyvada, iki elinde iki kadeh, bu iki güzel gence bakıyordu. Sevinc ve kıvanc içindeydi, gökten yere inen biri dişi, biri erkek iki yıldız elinden şarab içiyormuş gibi yaman bir hâz içinde geviş getiriyordu. Uç beş dakika bu hazzın sarhoşluğile oyalandı, sonra çirkin yüzünü geniş bir tebessümle büsbütün çirkinleş tirdi: Çocuklar, dedi, iki kadehi birden içiyorum. Bu kadehlere sizin eliniz değdi, kokunuz sindi. O kokular, içimde birbirine karışacaktır ve siz yüreğimde birleşmiş olacaksınız! Maryanm da, Mustafanın da kanları kurumuş gibiydi, herif her katra şarabı içine sındire sindire kadehleri boşaltır ken onların damarları âdeta boşalıyor du, o kadar iğreniyorlar ve tiksiniyorlardı. Fakat tahammül ediyorlardı, cellâd ruhlu adama kendi iç durumlannı sez dirmiyorlardı. Vilâd, bir avuc kan içmiş gibi derin bir hâzla dudaklarını şapırdattı, kadehleri gene ayn ayrı genclere verdi: Haydi, dedi, siz de içiniz, hem bu kadehlerle içiniz. Sizden bana koku bulaştığı gibi benden de size ateş bulaşfin. Şaka yaparlarken Beyoğlunda Mandıra sokağında otu ran Dimitri ile ayni yerde oturan kö seleci Haçik şaka yaparlarken arala rında kavga çıkmış ve Haçik Dimitriyi yaralamıştır. Yaralı tedavi altına alınmış, suçlu yakalanmıştır. ğe mecbur değilim, şarkı söyle! Delikanlının gözlerinde okuduğu şeyden çılgın bir korku duymuştu: Fakat sen sarhoşsun Bernard.. Sarhoşsun. Diye bağırdı. Ötekinin hiddeti gökte bir bulut birdenbire nasıl fırtına ile ya rdırsa öyle yarılmıştı: Sana bu komedyayı oyna diye kaç para verdiler. Pis kız söylesene! Korkan Cora: Bernard sözlerinden birşey anlamıyorum ,dedi. Yüzünü kolile saklıyordu. Hastalığımda benimle iyi alay ettiniz değil mi?.. Moris Alenin o kadar gurur duyduğu ve her gözden sakladığı metresi sendin değil mi? Siz bir zavallı deliyi bir sinir buhranı geçiren biçareyi felâketten kurtarmak için bu bayağı komedyayı oynadınız... Sen ve ötekiler hep beraber... Peki benim mini mini yavrum, şimdi şarkı söyle de senin o güzel sesini son defa bir daha işiteyim. Gözlerinden yaşlar dökülürken küçük kız eski bir Polenezya şarkısını söylemeğe başladı. O bu şarkıyı yerlilerin her bayramında söylerdi. Fakat korkudan kırıl miş bu sesin söylediği ancak yalvaran ve gülünc bir şarkı idi. Dünyada; hıçkırık larla kesilen bu şarkıdan daha kuvvetsiz, daha gülünc hiçbir şey olamazdı. Fakat içki ile humma ile beyni altüst olan genc adam yaptığınm farkında ol madan ona doğru yürüyordu. Bernard ne yapacaksın? Bernard korkuyorum... Bernard canmu acıtıyorsun, korkuyorum, korkuyorum! Ve gırtlağını sıkan parmakların mer hametsizliği altında genc adamm o kadar sevdiği ses öldü. Bernard ellerini açtı ve genc kızfn mini mini vücudü ayakları dibine düştü. O ayaklan dibine düşer düşmez genc adam acı acı bağırdı. Ses o harikulâde ses, o gece işittiği ses etrafını saran sessizlik içerisinde muhteşem güzelliğile yük seliyordu. Mülâzim Bernard geri, geri kapıya doğru ilerledi. Bütün vücudü titriyordu. Sonra dehşetten çıldırarak gecenin içinde kosmağa kaçmağa başladı: Hayal sesi!.. Hayal sesi!.. FERtDUN OSMAN idi. , Ve yeniden bir viski daha içti. Fakat Hindli onun halinden hiçbir şey anlıya mıyordu. Anladığı yegâne şey efendisinin sarhoş olması ve bir kapı arasmdan Cora ile Moris Aleni dinliyerek vâkıf olduğu sırrı ona bildirmek zamanının* tam gelmiş bulunmasıydı. Eğer efendim böyle söylüyorsa her halde söylediği bir hakikattir. Hem kim bilir belki de Coranın iki sesi vardır. Birı sizin için, biri de benim için. . ~ ~ , ^ e saçma söylüyorsun. Bir kadmın hiç iki sesi olur mu? Olur elbette bir kadmın kaç tane nıhu varsa o kadar da sesi vardır. Peki o halde söyle Coranın kaç tane ruhu vardır? Kaç tane âşıkı varsa o kadar da ruhu vardır. Kaç âşıkı var onu sayalım. Sen, Moris Alen ve kimbilir belki de başkalan... Bu söz bir şimşek gibi beyninde çaktı. O anda Hindlinin arkadaşlarile Coranın kendisine yaptıkları oyuna bir imada buIunmak istediğini anladı. Sus diye bağırdı. Pis köpek, artık seni işitmek istemiyorum defol! Ve kıtab kesmeğe mahsus olan demir bıçağı ona fırlatb. Bu hindlinin yüzünde beyaz bir çizgi yaptı. Yüzü kanıyordu. *** Bernard bak sana ne güzel çiçekler getırdim! Cora beyaz bir büketi yatağm üstüne atmıştı. Genc adam asabi bir elle yatağm ustundekı çiçekleri odanın bir köşesine attı ve ona sert sert bakarak: Şarkı söyle! dedi. Nededin? Sana şarkı söyle diyorum! Coranın gözkapakları hafif, hafif kırpıştı. Karşısmdaki adamı tanımıyordu. Kendine doğru yürüyen bu sapsan adam, dışlerı sıkılmış bu adam Bernard mıydı? Sana emrediyorum; şarkı söyle anIamadın mı? Küçük Maorie kızı: Peki dedi, şarkı okurum, fakat sen bana söyle neden şarkı okuduğıanu istiyorsun ? Sana emrediyorum. Hesab verme POL/STE Medreseye bırakılan çocuk Evvelki gece saat 23 te Yeşildirekteki medresenin önünde 4 aylık bir erkek çocuk bulunmuştur. Polis çocuğu bıra kanlar hakkında incelemelere başlamış tır. Delinin yaptıklan Bebekte, İbriktar sokağında oturan aklından hasta Salâhaddin, dün bir yere gitmek için annesinden para istemiş tir. Annesi Salâhaddine para vermeyince kızmış ve eline bir sopa alarak evin camlarını birer birer kırmağa başlamlş tır. Bununla da hıncını alamıyan Salâ haddin bir pencerenin camma atılmış ve cam kırılarak vücudü ağırca yaralanmıştır. Yaralı hastaneye kaldırılmıştir. Sandalın kenannda şarkı söyliyecekmişî Sanyerde oturan berber Haçiğin oğlu Andon, dün saat 16,30 da bir sandala binmiş, denizde rakı içmeğe başlamıştır. Biraz sonra sarhoş olan Andon sandalın kenarına çıkıp şarkı söylemek is teyınce sandalın müvazenesi bozulmuş, Andon denize düşmüştür. Etraftan ye tişen sandalcılar sarhoşu muhakkak bir ölümden kurtarmışlardır. Yükün altında kalan mavnacı Dün limanda duran İsveç bandıralı Vekiland vapuruna tiftik denkleri verilmekte iken vincin çıması güpeşteye çarpmış ve denkler mavnanın içine düşerek orada bulunan mavnacı İsmailin omuzunu ezmiştir. Yaralı beşinci şube memurlan tarafından Beyoğlu hastanesine kaldırılmıştir. Marya, candan kendine bağlı olmakla beraber yanında pek az kaldığı için Mustafanın şarab içmediğini bilmiyor du. Hele onun şarab görünce ne acı hatıralarla karşılaştığını oranlıyamazdı. Onun için Vilâdın bu emrine sevgilisinin uysallık göstereceğini sandı. Kendisi ise şarab içmeğe alışkındı. Bu saraya ge lelidenberi elemini unutmak, hayatına musallat olan kertenkeleyi yan kör bir gözle görmek için bol bol şarab içiyor du. Bu içiş ona bir şifa olmasa bile bir rüya veriyordu ve Vilâdın aşk adı al tında yaptığı işkenceleri o rüya içinde geçirmiş oluyordu. Bundan dolayı tereddüd etmeden sofraya yanaştı, elindeki kadehi doldurdu, gene yerine döndü, beklemeğe ko yuldu. Sevgilisinin de ayni şeyi yapmasını gözlüyordu. Lâkin Mustafa, elin de kadeh, hareketsiz duruyordu. Vilâd, bu durumu görünce biraz sertçe emrini tazeledi.. Ne duruyorsun Aldemir, doldur ve iç! Ben şarab içmem! Vilâd şöyle bir toplandı, Kaytîrma ğa hazırlandı. Sonra bir sürü sahneler le süslemek istediği şu meclisin tadını küçük bir sebeble kaçırmamayı düşüne rek kendini zorladı, Aldemire cevab vermiyerek yüzünü Maryaya çevirdi;. Dostunun yanında küfür edince... Şeref adında bir genc yanında dostu Muallâ ile gece Beyoğlunda dolaşır ken, şoför Kâzım Önlerine çıkmış ve durup dururken fena sözler söylemeğe başlamıştır. Şeref hemen şoförün üstüne atılmış ve şoförü dövdükten sonra daha belli olmıyan birşeyle de yaralamıştır. Fransızcadan çeviren: Polis şoförü tedavi altına almış, genci SÜVEYDA H. yakalamıştır. (Arkan 9ar)

Bu sayıdan diğer sayfalar: