22 Mayıs 1936 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

22 Mayıs 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

22 Mayıs 1936 CUMHURİYET Yukarı Tunada bir gezinti Bîz bize Bir daha olmasın Dün, beni müteessir eden ve sinirlendiren çirkin bir vak'a ile karşılaştım. Çok temenni ederim ki bu vak'a, şimdiye kadar Türkiyede vuku bulmamış, şimdiden sonra da tekerrür etmiyecek, sadece benim şahid olmak felâketine uğradığım bir dakikahk bir facia olmuş olsun. Oğle vakti idi, Nuruosmaniyeden geçiyordum. Önümden, mektebli oldukları kasketlerinden anlaşılan iki gene kız gidiyordu. Onların beş on adım ilerisinde de ayni istikamette yürüyen bir zabit vardı. Karşıdan bize doğru bir asker göründü. Yirmi, yirmi beş yaşlannda, aslan gibi bir Mehmedcik. Zabite birkaç adım yaklaşınca, vazifesi olan resmi selâmı ifa etmek üzere toplandı, kendine çekidüzen verdi. Fakat kaldınm çok bozuk olduğu için, gözlerini âmirinden ayırmıyan askerin ayağı bir taşa takıldı ve düştü. Birden, önümden giden kızlara bir hal olmuştu. Birbirlerine sokularak kıkır kıkır gülüşmeğe, mahalle çocuklanna bile yaraşmıyacak bir şekilde dürtüşmiye başladılar. Daha yürümesini öğrenmeden selâm vermeğe kalkmış! diye bir de hiciv savurdular. Temiz kalbli Mehmedcik, mektebli kızlann kendisine güldüklerini göriince utancından kıpkırmızı kesildi. Allahtan, yukarıya kaydettiğim cümleyi ne o, ne de zabit duymamışlardı. Ben orada dondum kaldım. Ve hâlâ da teessürüm steçmiş değildir. Bu küçük hanımlar, kaldınm bozuk olduğu için biran yere çömelen bir Türk askerinin haline gülerken, kendilerinin ne ağlanacak bir vaziyette olduklannı farkedemiyorlardı. ^« Paris mektubları Hunların ve Avarların sukutu nasıl oldu? Yazan : Reşit Saffet Atabinen 2 Çin sedlerinden Avrupanm göbeğine kadar, Türk akıncılannm geçtikleri ölçü yetmez topraklardan hiç birinin bu yukan Tuna vadisi kadar sevimli, güzcl, cazib, iklimi mutedil, suyu tükcnmcz, yeşilliği bol olduğunu zannetmiyorum. Buralannı görüb de yerleşmek arzusunu hissetmemenin imkânı yoktur. Nitekim Hunlar ve Avarlar bu güzelim yerlerden aynlmamak için on asır uğraşmışlar. Tunayı bu havalide sıkı sıkı kucaklıyan çağhyanlı dağlar, 12 ay durmaksızın akan nehrin rütubetile daima yeşil kalan mütenevvî ağaclarla, zümrüd çayırlarla örtülü; Tunanın ahenkli ivicaclan itibarile rüzgârlardan ve bilhassa şimale kaışı mahfuz; iki üç kilometroda bir nehre amuden açılan zengin, derin vadilerle dahile bağlı, meyvası, şarabı mebzul bu cennet gibi memleket, garb Türklerinin fütuhat devrinden sonra, Papalığın teşvikile mütenasib hiristiyan Franklann tniitemadi, vahşîyane hücumlanna karşı tahaffuz ve müdafaa için de en müsaid tahassüngâh oldu. Filvâki, her derebey burcuna muadil, karşı tepede ekseriya kale gibi bir kilise inşa edilmiştir ki, bunlann büyük kısmı, onuncu asra kadar Hunlan muhasaraya almak için yapılan taarruz merkezleri, w onları kandırmak için papaz manastırlan, yahud da Avarların mağlub, esir veya katil dedikleri veya hiristiyanhğı cebren kabul ettikleri mevkilerde bu vak'alan yâd ve tes'ide vesile olmak üzere, Maria Tafel gibi inşa edilmiş ziya retgâh ve dinî abidelerdir. Manaslırlann çoğu Hun ve Avar derebeylerinden zaptedilen servetlerle ya pılmış ve hıristiyanlaştırılarak kendileri nin de serkerdelerile birlikte tedyin vesilesile hapsedildikleri yerlerdir. Çan kuleleri külâhlannın ekserisi ve en eskileri, inşaları tarihlerinden daha evvelki mimarî an'anelerine imtisalen, ta Orta Asyadan, Urallardan, Karpatlar dan gelen soğan biçimindedir ki, bunun kâmilen eski Türk mimarisine hâs bir şekil olduğunu sark san'atından anlıyanlar müttefikan ispat etmislerdir. Bu mimarî şekli, eski Türklerin geç tikleri, oturdukları veya tesirleri altında kalmıs kıt'alarda görürüz. Şimalî Avusturyanın vilâyeti, merkezi ve mühim bir şehri olan Linzden yukan Tuna darlaşır ve iki kıyısında da umran eserleri azalır. Fakat tabiat gittikçe güzellesir. Passau'a varmadan Aşşak ve Haichenbach veya Hunnenbach köy leri de hâlâ taşıdıkları isimden anlasıla cağı üzere eski Hun beylerine aid yeı lerdir. Charlemagne devrinin tarihini yazan Chroniquer'ler bu havalide yasıyan Hun ve Avarlardan pek sık ve tafsilâtla bahsederler. Sekizinci asır sonlarında yukarı Tuna havalisine hâkim olan Hâkan Tudun zorla, tehdidle hiristiyan edilmis; bilâhare hiristiyanhğı terk ve isyan ederck Franklarla harbe tutuşmuş, şarktan yardım görmediğinden, fazla kuvvetlere karşı tekrar mağlub olmuş, katledilmiş; halefi Hâkan Zodan hiristiyanhğı ka bule mecbur olmuş, Theodore ismini almış ve 805 te onun yerine getirilen Hâkan Abraham, Passau'a yakın, Fishaka da vaftiz edilmiş. Avarlan yumuşatmak temsil etmek için dinden başka çare bu lamamışlar. Tuna ile Inn suyunun mültekasında (Bugün Almanyanm hudud şehri olan) Passau kasabası, 6 % senesinden itibaren Hunlar, Avarlar ve Bavarlar mem[•] İlk yazı 20 mayıs tarihli sayımızda <ıkmıştır. Nihayet ecnebiler bizi tanıyacaklar mı? 2 Ihtilâs engiz yasasını bana sık sık haürlatan uğursuz bir kelime vardır: Ihtilâs!. Gazete okumağa başladığım günden ve belki yanımda konuşulan sözleri anlamış olduğum demdenberi bu kelime gözüme ve kulağnna çarpar, durur. Mekteb sıralannda guya edebiyat dersi alırken ihtilâsın, edebileştiğini de görmüştüm. Hocam, Şeyh Galibin Hüsnü Aşkından parçalar gösterdiği sırada: «Esrarını mesneviden aldım Çaldımsa da miri malı çaldım» beytini okumuş ve onu izah sadedinde «devlet malı deniz yemiyen domuz» meselesini hatırlatmışü. Avrupada da, galiba ayni kanaat vardı ki sık sık büyücek ihtilâslann haberi gazete sütunlanna aksediyordu. Yıllar geçti, birçok değişiklikler oldu, zulmetten nura geçildi, düşünceler başkalaştı. Fakat bu kelime, bu uğursuz kelime bir türlü ortadan kalkmadı. Ayda, üç ayda veya yılda, üç ydda bir gene gazetelerde iri harflerle ve çöreklenmiş bir yılan soğukluğile gözüme çarpar: Ihtilâs!.. Dün de onu bir mahkemenin hükmü münasebetile gördüm, yeni baştan üzüldüm ve Cengiz yasasını bir dahaj hatırlamak zorunda kaldım. Cengiz, memurlann yaphklan ihtilâsı,, gelişigüzel hırsızhklardan ayrı tutarakj yasasma hususî kayidler koymuştu. Azi para çalanlar bu halb ettikleri yerde ipel çekilirlerdi, büyücek miktarda ihtilâs; edenler yalınayak Cengizin bulunduğu] yere yollanılırdı ve orada Cengiz taraj fmdan muhakeme ve mahkum edilirdi.1 Bu muameledeki incelik açıktır. Suçlu,] Cengizin huzuruna çıkıncrya kadar herj gün ve her dakika ölüm azabı çekerdi»! ecel teri dökerdi, yol boyuna da teşhir] olunup maskaraya çevrilirdi. Cengizin b u | gibiler için vereceği hüküm ise birdi ve] asla değişmezdi: ldam! Cürümle ceza arasmda âdil bir nisbel^ bulunmak lâzımdır. Yirminci asırda bir muhtelis memurun asılması da doğru değildir. Fakat temeli fazilete istinad eden cumhurî idarede ihtilâs, millî gururu inciten birşeydir. Bu sebeble çok hassas davranmak icab eder. Bu da bir yandan cezayı çoğaltmakla ve bir yandan murakabeyi kuvvetlendirmekle olur. Hedef, ihtilâsçıyı yakalamak değil, ihtilâsı kaU dırmak olmalıdır. Bu bahiste ceza felsefesine değer vermek nekadar abesse Avrupa ve Amerikada yapılan ihtitlâslan hatırlayıp müteselli olmak ta o kadar yanlıştır.. Çünkü biz Türküz ve Türk olduğumuz için ihtilâs mefhumunu unutmağa mecburuz. Bunu, bu mecburiyeti, herkesten önce öğretmenler takdir edip kuvvetli telkinlerle, sürekli temrinlerle çocuklan ihtilâsa karşı amansız düşman yapmalıdırlar. Dünle bugün arasına konulacak bir uçurum da, itikadımca, budur. [*] leketini rahib Ruppertin riyasetinde hıristiyanlaştırmağa gönderilen misyoner heyetinin faaliyet merkezi ittihaz edilmişti. Hâlâ bu havalide din tesiri mübalâğalı surette hissolunur. Bu malumatı veren Ratisbonne Chroniqueurlerile Hagiographelannda Türk Avarlann din tebdillerine dair tarihimize yarayacak mühim tafsilât vardır. Charlemagne ve haleflerinin Hunlan, Avarlan ne derece vahşetle tenkil ve tedvir ettiklerini kendi kâtibi Eginhard sıkılmadan ve saklamadan yazar, yalnız tarih kayidlerini tutan ve Avar kayidlerini hiristiyanlıktan sonra mahveden düşman lanmız olduğu için, elimize geçen vesi kalarda münhasıran Hun ve Avarlann ma"lubiyetlerinden bahsedilmektedir. Nestora atfedilen Rus Chroniqueleri de Slâvların «Obre» dedikleri Avarlan düşmanca tavsif etmekle beraber «Uzun bovlu, güzel, mutaazzım adamalr» oldıık'arını kaydederler. Dokuzuncu asnn başında, Tunanm şimalinde, yani bugünkü Bavarya eyaleti hududlan içinde envaı zulme maruz kalarak yaşıyan Avarlar, kütle halinde Tunanın cenubuna geçip, Cettius (Bugünkü Kahlenberg) silsilesinin iki cihetinde, Sabaria ile Carnuntum (şimdiki Hain burg) arasındaki havaliye yerleşmişler; bu dağların şarkındaki yerlere Avar memleketi ve Almanlann Kuenberg ve EVKAFTA Khunberg, yani Hun dağı dedikleri Comagene dağı ile Enns suyu arasındaki Ağacamisinin duvarı yenilendi Beyoğlu Isüklâl caddesindeki Ağacasahaya da Hun memleketi adı verilmişti. Enns suyu, Niebelungenlerde Mutaren misinin gayrimuntazam olan cadde üze suretinde yazılan Mautern kasabasınm rindeki duvarlan yıktınlmış ve o civara yakışır bir şekilde ve caminin güzelliğini istikametinde Tunaya dökülür. kapatmıyacak tarzda güzel bir duvar Franklann zulmünden kaçan diger A yapılmışhr. Şimdi caminin esas duvarlavar kabileleri bugünkü Hırvatistan olan nnda bazı tamirat yapılmaktadır. Camicenubî Pannonia ve Dalmaçya ve kısmı nin avlusu da duvarın tamirinden sonra azamı Karpat dağlanna sığınmışlardır bir mütehassıs tarafından tanzim ettirileki, elyevm Romanyaya tâbi Erdel eya cektir. letinde yaşıyan Szekeller bunlann ahfaHeybelide bir cami yapılıyor dıdır. Heybeliadalıların Evkafa müracaati Yukarı Tuna boyunda, zâhiren din üzerine Evkaf îdaresi tarafından Ismetdeğiştirerek tutunabilenler, 819 da gene paşa caddesinde yaptınlması kararlaştınbir îsyan teşebbüsünde bufunmuşlarsa <Ja lan caminin bütün projeleri ikmal edile822 de AixLaChapelle*e elçiler, hedî rek dün temeli atılmıştır. înşaatın iki aya yeler göndererek Imparator Louis'nin kadar bitirileceği tahmin edilmektedir. himayesıni istemişlerdir. 826 da Papa lkinci Eugene, Hâkan Tudunduş'a gön yaklaştığı zaman Avarlar tamamen hırisderdiği bir mektubda' yıkılan kiliseleri ta tiyanlık âlemi içinde erimiş ve kaybol mir etmesini, yeni kiliseler yapmasını, muştu. 1273 te Babenbergleri istihdaf enezdinde memur ettiği başpeskopos den Isviçreli Habsbourglar «Enns'in yuUrolf'a muavenet etmesini musırren tav karı ve aşağı eyaletleri margraflığını» tesiye etmektedir. Dokuzuncu asırda Sak varüs etmislerdir ki, bugünkü Austna sonyalı muhacirler Avar memleketine tamamen eski Hun Avar hanlığının topyerlestirilmiş ve Avarlar içine ilk defa raklan üzerinde ve bu topraklara mün olarak Alman tesiri ve lisanı girmiştir. hasır kalmıştır. Yedi buçuk asır sonra 843 te Verdun muahedesini müteakıb Habsbourglar Avusturyayı aldıklan büAvar ve Hun memleketleri beş margraf yüklükte bıraktılar. lığa bölünerek lâtince Marchia Orien§u küçük notlan toplamakla maksa talis, Austria ve almanca Asterreich ye dım, umum Avar tarihini yazmak değil, lâakal 10 asır imtidadınca eski Türkleni sark hükumeti ismini almıştır. 928 de Bavaryalı Babenbergier i!k rin yaşadıklan, döğüştükleri yukarı Tusark margrafı olmuşlardır. Fakat Avar na vadisinin tarihimiz için ne kadar melar arasında hıristiyanlığm taammümü raklı, görülmeğe gezilmeğe değer zen ne meydan kalmadan, kırk, elli sene son gin bir saha olduğunu göstermek isterim. ra Macar Türkleri gene Tuna boyun Şarkî ve cenubî Avusturyada Osmanh dan imdada geliyor, 900 de bütün Ba devrine aid müehhir tarih hatıralan her varyayı istilâ ediyor ve Germanya Kralı kesçe azçok malumdur. O devrin büyük Arnulf'u tâbiyetine alıyor. Macarlann vak'alan, daha ziyade Tunanın Viya hiristiyanlaşbnlmaları ( I I ) inci asnn nadan aşağı kısmile memzucdur. ortalanna tesadüf ettiğine göre, içlerinde Diyebilirim ki, Tuna nehri, membaınkalan Hun ve Avarlann da henüz o ta dan mansabına kadar, İzkitlerdenberi rihlerde tamamen hıristiyanlaşmamış ol Avrupa Türklerinin 25 asırlık bellibaşlı duklan tahmin edilir. 12 nci asra kadar, kan damandır. yukarıda bahsi geçen Tuna boyu Bu maziyi tecessüm ettirerek, bu gö Wachau ve Enns mıntakalannda müte rüşle Tuna seyahatini yapmak kadar, aymekkin Hunlann hıristiyanlaştınlmasına ni zamanda millî gururumuzu kabartı devam edildiği mahalli tarih ve vesika cı, her suretle istifadeli, vücudü ve fikri larla mazbuttur. 13 üncü asırda Tatar dinlendirici bir gezinti tasavvur edemem. RESİD SAFFET ATABİNEN ve Kuman akmları şarktan Viyanaya miştir. A... Benim yalnız başıma eve gidemiyeceğimi bilir. Buradau tramvaya binip eve gidemez misiniz? Hayır.. Korkar mısınız? Hem korkanm, hem de gece tramvaydan indikten sonra yolu bulamam. Peki... Ben sizi götürürüm, merak etmeyin. Size zahmet olacak... Hayır! Ben de o taraflarda oturuyorum. Öyle mi? Fakat biraz daha bekliyelim. Önlerinden boş bir taksi geçiyordu. Şadi hemen şoföre işaret etti: Şuna binelim, dedi, fazla geç kalmayınız! Kız hemen elini burnuna götürmüş ve bir adım geri çekilmişti. Ne tereddüd ediyorsunuz? de di Şadi. Hayır... Burnum... Burnumda... Pariste memleketimizi Avrupaya tanıtan ve sevdiren toplantılar yapıldı, konferanslar verildi Paris Bundan sonra bizi Fransaya tanıtmakta epeyce yararlığı dokunan bir toplantı daha oldu. Geçen sene Türkiyeyi ziyaret ettikten sonra (La Turquie d' Atatürk) ismile memleketimiz hakkında güzel bir kitab yazıp, bir iki ay evvel satılığa çıkaran (Madame Marguerite Bourgain) Sorbon Universitesinde bu kitab üzerine serbest münakaşah bir konferans yaptı. O akşam salonu dolduran kadın erkek, gene ihtiyar her cins bilgili insanlar içinde daha evvel Türkiyeyi gezmiş olan gazeteci veya seyyah ta vardı. Konferanstan sonra halk arasında yeni Türk rejiminin esasını anlıyamadığını söyliyenlere, bugün herkesin serbestçe Türkiyenin her tarafmı gezip gezemiyeceğini soranlara, Türk kadınının memleketimizde sosyal ve soysal bakımdan oynadığı rolün derecesini öğrenmek istiyenlere, orada bulunan Türk talebeleri birer birer cevab verdiler. Bunlar içinde talebe ve gazeteci Feridun Demokanın bir cevabı çok veciz ve b'zlü oldu. Bir gene Isviçreli gazeteci kadm, geçen sene memleketimize geldiği zaman kendisine her tarafı gezmesine müsaade edilmediğini ve çektiği fotoğraflann sıkı bir kontroldan geçirildiğini söyledi ve bunun sebebini sor du. Feridun buna cevab olaral: «Bir ecnebi bilhassa gazeteci için memleketimizde gezmesine ve görmesine müsaade edilmiyen hiçbir yer yoktur. Yeter ki bu seyyah ülkemize herhangi kötü bir maksadla gelmiş olmasın. Elde edeceği vesikalar ve resimlerle kendi memleketine döndüğü zaman hüsnüniyetle ve bilmiyerek bile olsa aleyhimizde propaganda yapmasın. Siz gazetecilerin ekserisi yurdumuzu gezdiğiniz zaman oradaki tabiî güzellikleri, tarihî abide ve şaheserleri, yapılan devrimi, göze çarpan medeniyet hızını ve gayretini değil, geri kalmış, harab olmuş köşeleri, nisbeten sefil tabakanm muhitini görmeği ve oranın resimlerini gazetelerinize göndermeği tercih ediyorsunuz. Meselâ karşınızda Süleymaniye camisi gibi dünyanın sayılı san'at abidelerinden biri dururken onun fotoğrafını değil, bu cami avlusunda dolaşan serseri köpeğin resmini alıyorsunuz. Memleketin her tarahndaki imar faaliyetini, mes'ud köylünün nasıl çalıştığını değil, yıkık bir duvar dibinde yalınayak dilenen sakat dilencinin halini yazılannıza mevzu yapıyorsunuz. Elbette ki bu resimleri kontrol edeceğiz ve böyle münasebetsiz sahneleri bütün dunyaya göstererek bizi kötülemenize müsaade etmiyeceğiz.» dedi. Ve bu sözler aksi tesir yapmak uzak dursun, hoşa gitti ve alkışlandı. Bunun arkasından memleketimizde uzun müddet kalmış olan (Madame Wandenberg) isimli Danimarkalı kadm da lehimizde güzel sözler söyledi. Avrupalılann bizi hiç tanımadıklannı ve bize karşı haksız hükümler beslediklerini anlattı. îşin en kötü tarah; Türkleri dünyanın gözünde geri bir millet gibi tanıtan, onlara en büyük fenalığı eden, bu milleti sevdiklerini ve onlara yararlık gösterdiklerini zannedenler olduğunu söyledi. i ParİM Büyük Elçimiz Suad Davas kapı dışında, Sulukulede, yangın yerle rinde çıplak ayaklı, yırtık elbiseli çingene çocuklarının çamur içinde oynarken alınmış resimlerile, iki ayağı kesilmiş bir dilencinin sokakta sürünmesi gibi sahnelerle doldurmuştu. Sıkılmadan, evine davet ettiği misafirlere, bizi tanımıyan ecnebilere: «Şu güzelliğe (!) bakın..» diyerek sinemayı gösteriyordu. Bu manzara karşısında biz Türkler çok sinirlendik. Bu filimlerle bize nekadar büyük fenalık yaptığını kendisine anlattık. Ve hiç ol mazsa bu resimleri kendi zevki için saklamasını ve yabancı misafirlere gösterme mesini rica ettik. Bilmem sözünü tuttu mu> Sonra öğrendik ki bu Madama îstanbulda tanıdığı bir Ermeni kadını kılavuzluk etmiş ve memleketin en güzel yerleri diye kendisine çingenelerin teneke mahallelerini, viran mezarlıklan göster miş. Daha ne vakte kadar koynumuzda oturup gözümüzü oyan bazı kimselerin faaliyetine ses çıkarmıyacağız ? Yazımı bitinneden evvel, geçenlerde Parise gelip Sorbonneda fevkalâde güzel iki konferans veren değerli $air ve saylav Fazıl Ahmedin burada nekadar iyi bir tesir bıraktığını söylemek mecburiyetin deyim. Mevzuunu ve ne derece muvaffakiyetli olduğunu hepinizin bildiginiz bu konferansları Fazıl Ahmed Universite Rektörü Mr. Charlettynin söylediği gibibir Fransızdan daha güzel ve temiz olan fransızcasile ve bütün dinleyicileri teshir ederek verdi. Bir gene ressamımıztn muvaffakiyeti Garib bir filim Bu sözlerin nekadar doğru olduğunu konferanstan birkaç gün sonra bizi apartımanında bir çay ziyafetine çağıran <Madame Bourgoin) ın çok sevdiğini söylediği memleketimizde çektiği filimleri perde üstünde seyrederken anladık. Yurdumuzun tabiî güzelliklerinden nefis bir kolleksiyon yaptığını iftîharla iddia eden bu kadın bütün hlimlerini Edirne[*] Mektubun baş tarafı 21 mayıs tarlhL ^ayımızdadır. Bir de; Pariste (Salon des Humoristes) in senelik sergisine 23 eserle iştirak edip, dünyanın en yüksek karikatüristleri arasında muvaffakiyet kazanan bir gene ressamımızın modern Türk san'atıM. TURHAN TAN nın küçük bir örneğini Avrupahlara ta nıtmakta yararlığı dokunduğunu kayde Eğe mıntakasında havalar deceğim. Eğer bu gene hiç birşey yapmaIzmir 20 (Hususî) Günlerdenberi dise, salonun resmi küşadına davet mü nasebetile Türk elçisine, Paristeki Da bazan yağmurlu, bazan bulutlu ve serin yinler Vekili Bay Zekâiye gönderilen ve geçen havalar yavaş yavaş düzelmeğe içinde (Un jenne peintre Ottoman) başlamıştır. Bugün mıntakamız, tam bir bahar dekoru içindedir. cümlesi bulunan mektublan yırttınp yeriAydında beş gün yağmur yağmış ve ne (Turc) kelimesini yazdırmakla hayırl: bazı mahsullere çok faydası olmuştur. bir iş görmüş oldu. Bu suretle, hiç olmazYalnız, henüz patlamıyan pamuk tohumsa sergi tertib heyetindeki azalar ve bir lannın çürümesi ihtimali vardır. Fakat kaç meşhur san'atkâr artık Osmanh îmbunun da bir tırmık çekilerek atlatıbnası paratorluğu mevcud olmayıp yerine imkânı bulunabilir.. gene, dinc, gayretli bir Türk CumhuriyeBergamada birkaç gün evvel o kadar ti kurulduğunu öğrendiler. soğuk olmuş ki, halk, tekrar paltolan giy«Durmıyalnn düşeriz» diyoruz. Çok miş, mangal ve sobaları tazelemiştir. Hatdoğru!. Amma yürürken yolumuzun ü ta ihtiyarlar, kırk yıl evvelki bir hâdise zerine konulmuş olan taşlan kaldırmasını nin tekrar vuku bulacağından korkmuş da unutmıyalım. Ayağımız bunlara takı lardır. Çünkü bundan kırk yıl önce, Hılabilir. zırilyasta tarlalardaki arpa, buğday deMUVAFFAK TOYAR metlerinin üstüne kar yağmıştır. nun cebine soktu. Burnunuzda ne vardı? diye sor du. Küçüktenberi ağzımdan nefes alırdım. Göğsümde sancı ve darlık olu yordu. Burnumdanmış. İçeride fazla kıkırdak varmış. Ameliyat oldum. Fakat açılmadı burnum. Hâlâ ağzımdan nefes alıyorum. Darlık ta geçmedi. Unutkanlık ta yaparmış bu. Her şeyi unutuyorum. Bakın, meselâ yengemi kaybettiğim sokağı, dükkânı bulamadım. Karanhk basınca tramvayla ev arasındaki sokaklan da şaşınyorum. Size tesadüf etmesey dim halim ne olacaktı? Ah, ne kadar da zahmet oldu size... Estağfirullah... Demek ameliyattan sonra da burnunuz açılmadı. Evet. Bu sabah ta kan geldi. Şadi kızcağızın niçin tath ve hafif bir hımhımlıkla konuştuğunu, ağzmın niçin yan aralık durduğunu şimdi iyice anla mıştı. Demek halindeki saflık ta burnundan geliyormuş. Bazan bir iki ay geçmeden burun açılmazmış. Doktorun muavini uzak rabamızdandır. Bu akşam yengemle on lara uğramıştım. Yemeğe de alıkoydu Iar. Oradan geliyorduk. Zaten fincan Cumhuriyetin tefrikası 11 SERSERİ Yazan: Server Bedl Sokağın köşesi daha aydınlıktı. $adi, kızın yüzünde birbiri kadar âşikâr iki şey buldu: Güzellik ve saflık. Hem tuhaftır ki bu iki şey, bazan tek şey gibi görünü yordu. Gözlerinin iriliği ona güzellik ve içinde hiç eksilmiyen bir hayretle de saflık veriyordu; kaşlarile gözleri arasında ki mesafe de yüzünü hem kibarlaştırıyor, hem de alıklaştırıyordu; biraz burnundan konuştuğu için daima yan açık duran ağzı da bir taraftan dişlerinin güzelliğini gösteriyor, bir taraftan da gözlerindekı hayreti çoğaltıyordu. Ablak, fakat se vimli ve güzel bir yüzdü. Ağlar gibi bir sesle mınldandı: Yengem dükkânda idi, ben kapıda bekliyordum, baktım, karşıki kaldınmda bir köpek bir kediyi kovalıyor, arkalarmdan koştum, köpeğe «hoşt» dedim. Kediye mi acıdınız? Evet. Şadi kendi kendine: «Zavallı, dedi, bir kediyi köpeğin elinden kurtarayım derken bir kurdun eline düştüğünü bil miyor.» Kız dört tarafa bakıyor ve yengesine benzer bir gölğe göremeyince içini çeki yordu. «Nerelerde anyor beni, şöyle yürüsek mi?» Şadi başını salladı: Ne faydası var? Ya ters tarafa gidersek? Bence sizinle hemen eve gi delim. Zaten yengeniz de ümidi kesince sizin eve gideceğinizi, düşünmüş, eve git Ne var burnunuzda? Galiba gene kan gelecek. Kan mı gelecek? ^ Evet. On beş gün evvel burnum dan ameliyat oldum. Kemik çıkardılar. Ah... Lutfen... Şu çantamın içinden mendili çıkanp bana verir misiniz? Başüstüne, fakat evvelâ otomobile girelim. Şadi kızm elinden çantayı alarak hemen koluna girdi ve onu otomobile soktu. Şoföre biraz durmasmı söylemişti. Işığı da yaktı ve çantanm içinden men dili çıkararak kıza verdi. O zaman çantanın içinde beşer, onar liralık bir para kalabalığı olduğuna da dikkat etmişti: Işığı söndürelim, dedi. Hayır, biraz durunuz! Kız hafifçe bir iki defa sümkürdü ve mendile baktı. Rahat bir nefes alarak: Bir şey yokmuş! dedi. Şadi hemen ışığı söndürerek şoföre hareket emri verdikten sonra parmaklannı çantaya daldırdı ve kâğıd kısmını avuçlıyarak çıkardıktan sonra pantalonu meliyat olacağımı söylemişti. Kim dediniz? Fincan, kahve fincanı. Kahve falına mı baktırmıştmız? Evet. Ben fala çok inanınm. Şadi her insanda aradığı rüf tarafı bt lur gibi olunca bir yalan kıvırdı: Ben de inanmağa başladım. Eskıden hiç inanmazdım, fakat bir Hindli tanıyorum. Beyoğlunda, Sakızağacında bir evde gizli fala bakıyor. Aman efendim! Şaşılacak şey! înanmamak elde değil. Ben bir gün gayet kıymetli bir kö peğimi kaybetmiştim. Bu adama gittim. Sihirli bir surahinin içine baktı: «Sizin köpeğiniz önü su, arkası ağaclık, sağı duvar, solu da... İyice Köprümsü bir sev r dedir. H a r günr1"

Bu sayıdan diğer sayfalar: