24 Ağustos 1936 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

24 Ağustos 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

24 Agustos 1936 CUMHURİYET Kurultay açılırken Kütahya lînyîtleri Dilde devrim Sosyal varlığı yaratan müesseselerin başında dil bulunur. Dil ilk bakımda insanî bir suje gibi gözükmekle beraber asıl sosyaldır. Kâinatta insandan başka dille bir varlık yoktur. Bütün varlıklann içinde yalnız insan dilli bir varlıktır. Vakıâ insanı diğer varlıklardan ayıran asıi vasfı onun «düşünücü» bir varlık olması, bir müfekkereye, bir zihne sahib olması dır. Fakat bu zihniyet mekanizması. iş lemek için dış âlemden alacağı malzemeyi kendi ulusal dilile alacak ve böylece o mekanizma işliyecektir. Zihniyet me * kanizmasının bu malzeme ile yapacağı yeni sujeler ise gene bu dil ile dış âleme çıkacaktır. Görülüyor ki dil insanî olmakla be raber asıl sosyaldır. Ve bir cemiyete bağlı olan ferd, ancak o cemiyetin dililedir ki kendi insanlığını edinir, müfekkeresini işletir. Ferdler arasında «konuşma» ve «anlaşma» dediğimiz ruhî hâdiseleri a deta maddileştiren, ve konuşmanın, an laşmanın mevzuunu ferdler arasında yayan sosyal müessese dildir. Bundan do layı dil müessesesinin yarattığı kelimelerin bildirdiği manaların realiteye uyup uymadığma göredir ki bir cemiyetin me deniyet seviyeji ölçülür. Çünkü bir ce miyet ferdlerini ayırdeden zihniyet mekanizması nekadar tekâmül etmişse, ol " makta olan realiteyi o kadar görmeğe başlamış olur, ve ferdlerin konuştuklan dilin teşekkül ettiği kelimelerin manalan da o kadar realiteyi ifade eder. Dilde asıl olan şey, kelimelerin manalan aydınhk olması, karanlık olmamasr dır. Halbuki teşekkül ettiği kelimeîerin en çoğu yabancı olan bir dilin o yabancı kelimelerin ifade ettiği manalar ulusal şuura aykm, yad illere aid vakıalan, ol makta olan realiteyi değil, yad illerden alınmış hurafeleri ifade edeceğine göre aydınlıktan ziyade karanhk olur. Böyle karanlık manalan ifade eden dille ko * nuşan ferdler arasında «anlaşma» ve «tanışma» denilen hâdiseler de husul bulmaz. lşte Osmanlılık zamanındaki Os manlı tabakasının kullandığı «Lisanı Osmanî:» ile halk tabakasının kullandığı «türkçe» arasındaki derin uçurum bundan ileri geliyordu, ve bu ayrılık asırlarca devam etmiş, ulusal varlığı hertürlü ilerle * meden alıkoymuştur. Ferdler arasında müşterek duygulan, müşterek düşünceleri birbirlerine ulaştırmağa yanyan dil ayni kültüre sahib olan ferdler arasında «birlik» in teminine de yarar. Zaten bir ulusta birlik o ulusa bağlı olan ferdler arasında ayni kiiltür duygulannm ayni heyecanla, ayni sara* hatle yayılmasile husul bulur. Ferd kendi şuunında dilin ifade ettiği manalan hakkile duymuş, düşünmüş ve o mana lan canh, heyecanh bir kılıkta yaşamış olmalı ki ruhunda kuvvetli bir hayatiyet, canlı bir şuur husul bulmüş ve o mana lann yayıldığı diğer ferdlerle kendi arasında bir «tanışma» teessüs etmiş, ve böylece sosyal hayatın kuvvetli bir «birlik» i vücude gelmiş olsun. Böylece dil, dolayısile ferdin cemiyetteki mevküni cemi yete karşı kökleştireceği gibi, cemiyetin mevkiini de ferde karşı kutsileştirir, bundan da «ulusal birlik» doğar. Halbuki dilin dağınık, inzıbatsız bir halde yayılmış olması, gelişigüzel kaidelere uymuş olması o dili konuşan ferdler arasında bağlılığı vücude getiremez. Vakıâ ferdler arasında «konuşma» ve «anlaşma» olur, fakat o kadarla kalır, asıl ruhlarda ateşler, heyecanlar uyandıra * cak, ve ulusal vicdanın duyduğu en yüksek duygulan, ulusal birliği yaratacak en şiddetli alâkalan ferdî vicdanlara aşılıyacak canlı, kuvvetli bir vasına haline gelemez. Bunun da sebebi dilin henüz kendi ulusal varlığını alamamış, derlenmiş ve toplanmış müdevven bir dil haline gelememiş olmasıdır. Cemiyetlerin hayatında dil müessese sinin geçirdiği tekâmül devrelerinin bu bakımdan ikiye aynldığını görebiliriz: Birinci devre dilin böyle dağınık, yabancı unsurlarla kanşmış olduğu, gelişigüze! kullanılageldiği devTe, ikincisi de dil kendi varlığını almış, yabancı unsurlar dan sıynlmış öz kaidelerine ıryarak diî de birlik husule gelmiş olan devirdir. Bu mukayeseyi dilimizde tatbik edersek, dilimizin de böyle ikiye aynldığını, buinci devre «Lisanı Osmanî» devTİ, ikincisi de dil devriminin yaratmağa başladığı, ye niden meydana koyacağı «rürkçe» miz dir. lşte bu büyük devrimledir ki bizim «Rönesansımız» başlryacaktır. Vakıâ dil sosyal müesseselerden biridir, felsefî ve bütün diğer sosyal müesseseler hep dile istinad ederler. Dilde ulusal varlığı bulmakladır ki ilim, ahlâk, hukuk gibi d'ğer rr.üesseseler de ulusal kılıklannı almağa başlarlar. Yabancı kelimeler yerine türkçe kelimelerle edinilecek olan ulusal manalar iledir ki zihniyet mekanizması işle~ dikçe öz varlık kendüıi gösterir. Türkçe kelimenin kendi vicdanımızda, duyduğumuz ulusal benliğimizle olan birliği öz varlığımıza kendi kutsiyetini verir. Bu na karşı «Osmanlılık» Türklüğe nekadar aykın ise «Lisanı Osmanî» de Türk varlığına o kadar yabancı idi. Bunun gibi Osmanlı ilmi, Osmanlı ahlâkı, Osmanlı hukuku da ulusal varlığa yabancı idi, çünkü bunlar dinî naslardan kaidelerinı alırlar, ve bu kaideler sosyal hayaü hertürlü ilerlemeden alıkoyardı. Halbuki ulusal varlığı yaratan dil, r lim, ahlâk, hukuk gibi müesseseler lâiktir; çünkü sosyal varlıkta asıl olan din değil, milliyettir, din bir vasıftır, bir asıl değildir, daha ilmî tabirle milliyet «cev her» dir, din «araz» dır. Bundan dolayı değil midir ki din bakımından ferdde «vicdan hürriyeti» vardır. Demek ki ferd kendi varlığını ulusundan alır, ulusluğunu vücude getiren sosyal müesseselerin başmda ise dil bulunur. lşte dil devrimi içimizde henüz daha sinsi sinsi yaşamakta olan bu eski, geri Osmanlılıkla olan bağı kökünden keserek bütün sosyal müesseseleri uluşlaştıracak, ve bizde kaybetmiş olduğumuz benliği mizi, kendi öz varlığunızı yaratacaktır, biz de asıl kendimizin olan bu «uiusal varlığımız» la asıl «insanlık» ımızı edin miş olacağız. Ulu Yol Göstericinin nurlu irşadlan altında dil devriminin önümüze açtığı aydın yoldan yürüyerek kendi dilimizi bulduktan sonra, artık bundan sonraki «konuşma» lanmız, «yazma» lanmız güzel iürkçemizJe olacaktır. Zaten dil devriminin vereceği derin değişiklikle bu devrimden sonra her Türk artık yalnız türkçe «konuşmak» la kalmıyacak, belki rürkçe «düşünecek», türkçe «öğrenecek», türkçe sbilecek», türkçe «söyliyecek», ve türk çe «yaşıyacak» tır. Ağır demir sanayiinin Kütahyada tesisi duşunuluyor Kasabada Atatürkün bir heykeli dikiliyor; yeni Dil Kurultayı açılırken Kütahyada krom madenlerinin işletilbir mezbaha, hal ve yollar yapıldı rhon anıtlan, Kodatkobilik gibi mesinin Kütahyanın inkişafına büyük yardımlan dokunmuştu. Bu defa o havzada linyit madenîerinin işletilmesi hakkında yapılan teşebbüsler bu vilâyetin istikbali için büyük ümidler beslenmesini mucib olmaktadır. îktısad Vekili Celâl Bayar da geçenlerde Kütahyaya giderek linyit madenleri hakkında tetkikatta bulunmuştu. Al dığımız malumata nazaran bu tetkikat şimdiden mühim neticeler vermişti. Yalnız Kütahyanın Seyidömer mmtakasın daki linyit kömürünün miktarmı mütehassıslar 300 milyon ton olarak tesbit etmışlerdir. Bu itibarla, Vekâlet Karabükte tesis edilecek olan ağır demir endüstrisinin Kütahyada tesisinin daha faydalı olup ol mıyacağını tetkik ettirecektir. Diğer taraftan memleketin birçok şehirlerine elektrik cereyanı verecek olan büyük elektrik santralmın da burada vücude getirilmesi üzerinde etüdler yapıla caktır. Biri Fransız diğeri îngiliz olan iki mühim şirket bu işi deruhde için tek" liflerde bulunmuşlardır. Burada yapılacak büyük elektrik istasyonu ile Ankara, Bursa, İzmit, tstanbul ve diğer bir çok şehirlerle beraber memleketin gayet geniş bir sahasmın elektrik ihtiyacı bir elden temin edilmiş olacaktır. Osmaniye, yeni bir programla imar ediliyor Şirin Osmaniye kaaabasının Osmaniye (Hususî) Amanos dağlarının garb eteğinde ve Çukurovanın şarkta başladığı noktada kurulan kasabamız, şimdiye kadar birçok idari istihaleler geçirdikten sonra bugün 7743 nüfuslu bir kaza merkezi halindedir. Bol akar sulannın ve feyizli toprak lannın yardımile kesif ağaclıklar ara sına serpilen bu şirin kasaba, uzun ihmal yıllarmdan sonra şimdi yeni bir umran hamlesile terakkiye doğru ile rilemeğe başlamıştır. Esasen iklim müsaidliği ve topraklarının yüksek verim kabiliyeti Osmaniyelileri meyvacüık ve ziraat işlerile uğraşmağa sevkettiği için, halk umumiyet itibarile fakir sayılmı yacak bir vaziyettedir. lşte halkın bu vaziyeti, beş altı yıl danberi Belediyenin ve Partinin başında bulunan doktor Ahmed Alkanın düşündüğü umran faaliyetinde ona maddî ve manevî bir mesned rolünü ifa ettiği içindir ki bugün bu yemyeşil kasaba, yeni yeni bayındırlık eserlerile bir kat daha süslenmek imkânım elde etmiştir. Ezcümle, yakın zamana kadar çirkin ve iptidaî bir vaziyette olan Kanara yerine tertemiz, fennî bir mezbaha kurulmuş, ihtiyaca kâfi bir hal vücude getirilmiş, geniş caddeler tamir ve ıslah edilmis. ve yenileri açtırılmış, istasyon yakmmda büyük bir park tanzım edilmiş, çarşı ve esnafın vaziyeti ıslah olunmuş ve hulâsa kasabamız, yüze güler bir hale getirilmiştir. Şurasını da kaydedeyim ki Belediyenin yaptırdığı park, inkılâb tarihimizin değerli bir hatırasını taşıyan bir arsa üzerine kurulmuştur. Bu değerli hatıra şudur: Atatürk, Umumî Harbin sonlarında Suriye bozgunluğu sırasında dağılan kıtaatın başmda buraya geldiği vakit, şimdi park yapılan arsada karargâh kurmuş ve düşmanlara karşı icab eden mukavemet tertibatını almak üzere burada meşgul olmuşlardı. Kasabamız için bir şeref demek olan bu hâdise, pek yakmda buraya Atatürkün bir heykeli dikilmek suretile de ayrıca kutlulanacaktır. Kasabamızın bol akar sulan olmasına rağmen bu sular içmeğe elverişli ol maktan çok uzaktır. Çünkü açıkta ak makta ve içerisine her türlü mevad kanşmaktadır. İşte bu mahzuru gözönü ne alan Belediye, kasabaya beş kilo metro mesafedeki «Haraz« membam dan istifade ederek şehre temiz bir içme suyu getirmek için projeler hazırlat mıştır. Pek yakında bu projenin tatbikına başlanması mukarrerdir. Kasabamızın diğer eksiklerinden biri de elektriktir. Bu cihetin temini için Belediye mühendisi Yasin fabri genc kadınm melul ruhuna hoş geldi. Taşlı ve tozlu bir yoldan harabelere yak" laşular. Süha, kendileri için Ali Dayı ile kansmın hazırladıklan nevale dolu sepeti yüklendi, taşlann arasında, yemek yemeğe müsaid bir yer aradı. İstediğini de kolayca buldu. İki kınk sütun başlığı üzerine karşdıklı oturdular, üçüncü bir başlık ta masa hizmetini gördü. Süha, kansına: Çabuk ol, şu sepeti aç, fena hald« karnım acıkü, dedi. Açıkhavada insanın iştihası açılıyor. Saniha, bir makine gibi sepeti açtı, Aİ! Dayınm karısı Fatma Hanımın ihti • mamla hazırlayıp yerleştirdiği yiyecekleri çıkardı. Süha da taşm üstüne bir havlu yaydı, portatif alüminyom yemek takımlannı birer birer kansmm elinden alarak sıraladı. Temiz kâğıdlara sanlmış kuru köfteleri, hazırlop yumurtalan, tavuk sövüşlerini, dolmalan, helvayı çıkardı. Kansmm kederli olduğunun farkma varmışh. Onu eğlendirmek için havlusımu bo ğazına sardıktan sonra alüminyom ta baklardan birini, şehadet parmağınm u cunda fınldak gibi çevirdi çevirdi, sonra havaya hrlatarak tekrar tuttu. Bir tavuk budunu yakahyarak ısırdı. Bir yandan umumî manzarası Konyalılar radyo ve gramofondan şikâyetçi Konya (Hususî muhabirimizden) Kocaman konyamn küçük bir çarşısı var. Bu küçük çarşının da şimdi tahammül edilmiyen bir derdi var: Gramofon ve radyo sesi... Işiniz düşer de çarşıdan geçerseniz sinirlenirsiniz. Alışveriş için çarşıya çıkmışsamz sinir buhranına uğrarsınız. Bir dondurmacıda, bir mahallebicide oturmak sinirlenmeğe kâfiL îsterseniz çarşıdan kaçınız. Memur sanız sinirlenmemek için bu kaçış ta sizi kurtaramaz. Çünkü gramofon ve radyonun çatlak sesi dairenizde bile sizi bulmak için müşkülâta uğramaz. Ufacık çarşıda nekadar çok gramofon ve radyo satılıyor, diyeceksiniz. Hayır, ne radyonlarm, ne de gramo fonların satıldığı var. Bunlarm satıcı ları belki de müşteri bulamadıkları için böyle ağızlarını açmışlar, sızlanıp du ruyorlar. îş adamı, sükuna ve sükunete muh tacdır. Gramofon ve radyo satıcılarmm iş adamınm bu ihtiyacı karşısmda saygüı olmalan icab eder. Bu. zannedildiği gibi reklâm değildir. Satıcılar Teklâm yapıyoruz sanıyorlar, aldanıyorlar. Çün kü çırşıda sinirlenen adam, kendisini bu kadar sinirlendiren nesneyi evine sokmaz. Günün bütün çalışma saatlerini bunların hırıltısı, sızıltısı doldurursa nasü nefret edilrnez. Anlarız, müsaid zamanlarda, muayyen saatlerde en seçilmiş plâkları gramofona yerleştirmek ve güzel bir beste, iyi bir güfte dinlemek iç açar. Eğer böyle olmıyacak ve guniin her saatinde bu usandına, iz'aç edici ses devam edecek olursa o vakit» işe belediyenin, hükumetin kanşması lâzım gelecek.. Hükumeti. belediyeyi, böyle bir ticaret metaı üstünde dunnağa mecbur etmek her halde gramofon ve radyo satıcıları için iyi bir şey olmaz. Her halde ya satıcılar bu kötü gay retten vazgeçmeli, yahut ta belediye bu gürültü ile mücadele eyliyerek bu radyolarla gramofonların ağızlarını tıka malıdır. kasından kasabanın elektrik ihtiyacı üzerinde bir anlaşma yapmak üzere dir. Esasen su kuvvetile işliyen bu fabrikanın turbininin takviyesile elektrik işi az masrafla başarılabilecektir. Son yıllarda burada portakal ekimi artmış ve mahsul pazara sevkedilme ğe başlamıştır. Osmaniye için yepyeni bir istihsal maddesi olan portakalcılı ğın gün geçtikçe inkişaf edeceği ve halkın refah durumunu yükselteceği ta biidir. Sonra, kasabanın yanıbaşında, Amanos dağlarında yabani halde bulunan milyonlarca zeytin ve fıstık ağaclarından da şimdilik bazı şahsî teşebbüslerle istifadeye başlanmış, bunlarm aşılan ması ve iktısadî bir kazanc membaı olması için ciddî faaliyetlere girişilmiştir. Kasabamızda toprak mahsulleri arasında hububat, pamuk ve bakliyattan maada meyvacılık ta gün geçtikçe art maktadır. Şark ve şimalinin Amanos larla kapah olması, burada turfandacılığın ve meyvacılığın inkişafım müm kün kılan büyük bir mazhariyettir. Hulâsa, Çukurovanın şark ucunda Amanoslara sırtmı veren Osmaniye, kıymetli Belediye ve Parti reisi doktor Ahmed Alkanın faaliyetile çok uzak ol mıyan bir istikbalde behemehal temiz, şirin ve medeniyet nurlarından müstefid olmuş mamur bir kasaba halınde yükselmiş olacaktır. Bir cambaz numara yaparken Direkler devrildi; iki kişi yaralandı Dün sabah, Feriköyünde Çobanoğlu sokağındaki arsada, halk cambazlann dan Ali Rıza iplerini kurarak cambazlık yapmağa başlamıştır. Kalaballk bir halk kütlesi cambazı seyrederken ipleri tutan direkler birdenbire devrilmiş ve bu sırada çilyavrusu gibi dağılan halkın arasından kaçmağa muvaffak olamıyan Feriköyünde ikinci Ayazma caddesinde 23 numarah evde oturan 12 yaşlannda Ali yıkılan direkler altında kalarak yaralanmış tır. Cambaz Ali Rıza da 8 metro yük seklikten düşmüş ve vücudünün muhtelif yerlerinden yaralanmıştır. Yaralılar Cankurtaran otomobilile Şişli çocuk hastanesine kaldınlmışlardır. Bu kazada, diğer bir cambazın rekabet dolayısile yaptığı düşmanlığin tesiri bu lunduğu zannolunmaktadır. Polis tahki kata baslanusür. hanl hanl yemekleri atışhnyor, diğeT taraftan yüzünü gözünü oynatarak bin türlü tuhafhk yapıyordu. Sanihanın verdiği köfteleri yemekle meşgul «Pırlanta» ya doğru başını uzahyor, ağzmdaki tavuk budunun kemiğini ona göstererek bir köpek gibi hırlıyordu. Kankoca, yalnız başımıza ne iyi yiz, böyle değil mi Saniha? diye sordu. O zaman genc kadın kendini tutamadı ve gözlenne hücum eden yaşlar, bıitün gayretine rağmen, yanaklarından a şağı aktı. Hicranı taşmışh artık... Nen var? Neden yemiyorsun? Niçin ağlryorsun? Sonra, hayreti daha cok artarak sordu. Payastan aynldığımıza mı teessüf ediyorsun? Hayır, fakat yaphğm çocukluklar sinirime dokunuyor. Sonra ne biçim ye mek yiyorsun öyle? insan, kırda bir ü lokma birşey yer. Sen üç lokmada koca bir tavuğu midene indırdin? Benim işti ham yok, karnım aç değil... Sen, doy madmsa istediğin kadar ye. O kadar şiddetle fırlayıp kalktı ki az kalsm nevale sepetini deviriyordu. Süha, hkabasa karnım doyururken o, bugün kılavuzsuz okunmasına imkân olmıyan eski Türk eserlerini bir yana bırakırsak güzel dilimizin milliyet aşb taşımıyan kâtıbler elinde dokuz asırdanberi derece derece kanştığını görürüz. Meselâ Onbirinci asırda Kâşgırlı Mahmud şöyle yazıyordu: «Avcı nica al bilse azuğ anca yol bilir!» Onbeşinci asırda Ali Şir Nevainin kullandığı lehçe şudur: «Emma eş'ar tedvin kılganlann ba'zı kim beka mülkünde fanî ve ba'zılar kim hâlâ fena deynnde baki dururlar.» Ondan biraz sonra yetişen, Bursada doğup İstanbulda ölen Sinan Paşanın diline bakın: «Sen bir mübdi'sin ki adem hazanei ibdaındır. Bir mucidsin ki yokluk vesilei ihtiraındır». Onaltıncı asırda Fuzuli şu şiveye sahibdi: «Bir cem' gördüm: Hikâyeleri perişan. Ne safadan anda eser ve ne sıdktan anda nişan var. Harekâti nâhemvarları mesabei suhanı ruh ve kelimab pür âzarlan müşabihi emvacı Nuh. Selâm verdim: Rüşvet değül deyu almadılar». Onyedinci asırda Nergisî'nin çiğnediği ağdalı şekerden bir parça: «Habbeza devleti uzmayı âlemü âdem ki hamei halü müşkilâü milelü ümem ol muallâ cenabi huceste kademin kefi kerimi âtayi güherpâşına müsellem». Onsekızıncı asırda Asun şu biçimde kalem kullanıyordu: «Maliki zimami devletü ikbal, mürebba' neşini mesnedi cahü celâl, Müftii muhti, âhizi gayri mu'ti, mürayii sâlus, rezzaki binamus...» Ondokuzuncu asırda Namık Kemalin türkçesi şudur: «Şirharlar beşiğini, çocuklar eğlendiği yeri, gencler maişetgâhını, ihtiyarlar kuşei feragatını, evlâd valdesini, peder ailesini nasıl severse insan da vatanını o türlü hissiyat ile sever». Serveti Fünun ve Fecriati edebiyatından örnek seçmeğe lüzum görmüyorum. Çünkü o edebî devirlerin türkçesi de asırlardanberi sürüp giden «gayrıtabıî» liğin, «gayrimillî» liğin garabetlerile doludur. Demek ki dılimiz, güzel dilimiz, bugüne kadar ıstıfa ve tekâmül değil, anarşik bir tereddi görmüştür. lşte dil inkılâbı bala üşüşmüş karınca, gülü sarmış diken durumundaki bu tereddi ve anarşi elemanlarını gideriyor, Dil Kurultayı da sevgili dilimiz için pürüzsüz bir olgunluk vadediyor. İnkılâbı ve onun kaynağı olan Kurultayı candan sevgiler, candan saygılarla selâmlanz. M. TURHAN TAN Sofyada bir cepanelik yandı Sofya 23 (Hususî muhabirimizden, telefonla) Bugün saat yarımda Sofya civarındakı cepanelıklerde birden bire büyük bir yangın çıktı. Yangın barut deposundan çıkmış, fakat etrafa sirayetine meydan verilmeden itfaiye tarafmdan yirmi dakikada söndürülmüştür. Yangından yalnız barut deposu yanmıştır. Diğer depolara bir zarar gelmemiştir. Yangınm sebebi meçhuldür. Fakat yakmdan geçen lokomotifin kıvıl cımlanndan çıktığı zannedilmiştir. Cepanelikler yer altında bulundukları ve üzerleri de tahta barakalarla örtülü olduğundan lokomotifin kıvılcıınlarından tahta barakalardan birisi tutuşmuş ve ateş depoya sirayet etmiştir. güneşin altında, toz toprak içindeki harabeleri dolaşmağa başladı. Öğle sıcagı, nasıl çiçeklerin kokusunu artınrsa, içindeki aşk ta onun derdli yüreğini öylece coşturuyordu. Saniha, çoktan yıkılmış bir mazinin henüz canlı hatıralan arasında gezerken, ruhunu yakan ateşli bir sevişmek arzusu içinde, kendi hicranile sarhoş oluyordu. «Sevgili aşkım. Sevgili aşkım diye düşündü. Bir gün gelip te kalblerimiz çarpmadığı, gözlerimiz ağlamadığı zaman, acaba ruhlanmız ve sevgilerimiz ebedıyen birleşecekler mi? Ah, aziz aşkun, göz • yaşlannı, senin o sevgili gözyaşlarmı niçin toplayıp ta bir madalyona koyma dım, neden acı buselerinle takdis ettiğin boynuma asmadım.» Dört köşe, cilâlı bir taşm önüne gel mişti. Bu iri taş, metruk bir mihraba ben* ziyordu. «Bu, muradına ermiyen sevdalılann ağlama taşı olsa gerek» dedi. Sonra topraklann arasından hşkınnış yabani çiçeklerden bir avuç tophyarak bu taşın üstüne serpti. Sanki bir mezan zi yaret ediyormuş gibiydi: lArkası vetf\ Halü Nimetullah ÖZTÜRK Sovyet Belçika ticaret anlaşması Moskova 23 (A.A.) Sovyetler Birliğüe Belçika arasında 5 eylul 1935 te akdolunan ticaret mukavelesinin tas diknameleri Litvinofla Belçıkanın Moskova orta elçisi arasında teati olun muştur. Saniha, acı bir tebessümle içini çekerak: Evet hakikaten öyle, dedi. Sonra, başuu arkaya attı; güzel yüzii örtüsünün içinde saklı, yan baygın, tek" rar ağlamağa başladı. Gözyaşlan ya naklanndan aşağı süzülüp gidiyor du. Ishrabı büyüktü. Ona öyle geliyor "Camhuriret* in tefrikası 4 C Abidin Daver DAVER du ki zavallı yüreği, kendi derdinin acıBiraz sonra, yol bozulup ta sürati a kunc ve işkenceli bir ihtizara... aşksız sından ve Ercümende acımaktan parça biı hayatın üıu'zarma doğru gidiyor. zaltuğı zaman: parça olacaktı. Artık buradan aynldığımıza menr Mümbit yerlerden geçiyorlardı. Bin Hep Ercümendi düşiinüyordu, «za nunum. Son günlerde çok sıkılmağa başbir renkli hahlar gibi türiü türlü çiçek lamışum. Issız bir yer, hayat yok... Ak vallı, şu anda ne yapıyor, acaba, diyor şam Adanadayız, yann Mersinde. Ora du; kışlada mı> Öğle yemeğini nerede lerle bezenmiş yeşil tarlalardan, yollar da biraz kalabalık ve eglence yüzü gö yiyor> Kazinodaki zabitan salonunda dan geçen sürülerden, bu sürüleri güden rürüz. Belediye bahçesinde, yahud Z i mı? Benim kunduralanmı boyatmak için çobanlardan herşeyden nefret ediyordu yapaşa kazinosunda denize karşı bir n a r oturduğum iskemleyi okşadı mı acaba? Çünkü, bütün etrafındaki mahlukat ona gile içerim. Burada canstkıntısından n a r Yoksa odasına kapanarak hâlâ, benim r sanki aşka ve hicrana yabana imişler gibi geliyordu. gileye de ahşbm. çin ağhyor mu?» Bir saat sonra, Sühanın sesi onu hulÇaylı köyünden geçiyorlardı. Bah Otomobil tenha ve çıplak yollarda yalanndan ayırdı: ilerleyip duruyordu. Sanihanın ıslak göz çeler, mis gibi kokuyordu. Bu kokular, Bak Saniha, bak! lerine, etraf, çöllerdeki meşhur tuz göl Sanihaya, ılık gecelerde Ercümendle koîSüha, volanı bıraktığı elile, Romalı lerine benziyen billur gibi parıltıh saha kola yapbkları mes'ud gezintileri hatır iardan kalma bir harabeyi gösteriyordu. lar gibi, yollannı şaşırmış insanlan ken lath. dilerine çeken, sonra onlan kumlara gö" Süha, burun deliklerini açarak, içini Taşlar, sütunlar, tam bir ıssızlık ve ses sizlik içinde öğle uykusuna dalmış gibiy* merek açlık, susuzluk ve dehşet içinde çekerek sordu: ağır bir ölümle öldüren serablar gibi gö Saniha kokulan duyuyor musun? diler. rünüyordu. Ona öyle geliyordu ki ken Ne güzel, ne Koş değil mi? Oh, yaşamak E s b bir saltanat ve ihbşamm bu ha disi de göz aİKi bir serabdan sonra, kor nc tatlı şey! rab ve mahzun bakayasındaki azamet,

Bu sayıdan diğer sayfalar: