7 Haziran 1935 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 11

7 Haziran 1935 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 11
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

VE TERBİYE Çocuğun sayı mefhumu üzerinde “Tarih, bir tekerrürden iba- Tettir” diyenler, çocuğun, zihni ğelişme çağında, bütün bir in- Sanlık tarihinin tekâmül mer- balelerinden geçtiğini görmek- le hak kazanmış oluyorlar, Ger. Sekten, çocuğun zihni gelişme Sağında, iptidat — budunlarda '_'lllıdığımıı duyuş, görüş, dü- Sünüş ve yapış tarzları — çocu- | ğun psikolojik kapasitesine ve Muhitine göre — uzun veya kı- Sa bir zaman yer alır. Bu ba- an denebilir. ki, iptidai Adam, tekâmül etmiyen bir ço- Cuktur; çocuksa, tekâmül eden bir iptidai adam... İnsan nesli- hin baş ve sonunu biribirine bağlayan bu benzerlik bağı, bu- Rün, herhangi bir felsefe görü- Nnun dayandığı rastgele bir '4_51 olmaktan çıkmış, en objek- Tf usullerle tespit edilebilen RBerçek bir hâdise şekline gir- iştir, Bugün, ergin kafamızda en küçük bir hayal bile uyandır- Mayan, bütün bütüne mücerret- €şmiş öyle genel mefhumlar Vardır ki, çocuk ve iptidaf adam hflîm bu hayalsiz anlama ve üşünme vasıtalarımızı kullan- Tağı beceremez. Ergin düşün- Sesinde eşyadan ve olup biten- €rtden styrılarak başlıbaşına bi- Ter haşlangıç noktası olan bu 'f*lcl mefhumlar, çocuk ve ip- tidaf adamın kafasında eşyaya Yapışık olarak kalır. Bunlar, bizim için, eşyayı ve hadiseleri Kine sığdırdığımız birer kalıp- Tn baska hir sev değildir. Fa hat çocukla iptidat adam bakı- Tundan bu mefhumlar, varlığı- tü duygularımızla kavradığı - "_'.lı eşya ve hadiseler gibi, dü- füncenin dışında da mevcuttur- ha Çocukta böyle bir mefhu- “ün yapışık olduğu eşya ve ha- iselerden sıyrılarak mücerret- | esi, t1..âmül bakım- dan, îf* önemli bir devrime işaret- ir. İptidai adam düşüncesinde r'_îyni devrim, ilmi ve filoso- İYi, bir kelime ile medeniyeti Yaratmıştır. İşte bahsettiğimiz genel| Tefhumlardan bir tanesi: Sayı | TMefhumu.. Sayıyı şöyle tarif &derler: “Sayı, daha başka 8ruplara ayrılabilen ve yahut bı!kl grupların biı'leş:'ııesileW ;ı"_eydın. gelen bir birler (vâ- itler) kolleksiyonudur.” — Şu 5i e, sayım işinin mümkün Ması için önce “bir” lerin €Vcut olması; şuurun kavra- q_! Sahasına giren eşya ve ha- “Selerin “bir” sayılması için ;* düşüncenin, bu eşya ve ha- “Selerdeki diğer vasıfları kale Mayarak, onları muayyen bir tfa (yani birler smrfma) sok- ASI şarttır. Ona kadar saymasını bilmi- &n mini mini bir yavru, kur- î:';lskerler, sellülcit ve mu- h Vadan yapılmış koyunlar, Bibi biribirine benziyen Caklarile oynarken bunlar- - bir tanesi habersizce alın- va ksikliğin derhal farkmma i"-_ !(eıı, dillerinde ancak T, iki, üç” sayısı bulunan ve — €n daha çoğu için “bir sürü, iç Slay” kelimelerini kullanan lük Pfıdai adammn otuz koyun- Tilsa rüsünden bir tanesi aşı- » Ortalık velveleye verilir. —'h'din anlıyoruz. ki, çocukta — Mefhumu, - oyuncaklarının büyüklüğü, kücüklüğü, rengi, şekli gibi oyuncağa yapışık bir vasıf “gualite” halindedir. Trp- kı iptidai adamın, sürüdeki ko- yun adedini beyazlık, karalık, semizlik, cılızlık şeklinde idrak edişi gibi, Çocuğun, meselâ sayısı altı olan küçücük ineklerini birer birer sayarak onların eksildiği- | lerde, çocukla iptidaf adamın sayı mefhumunu kavrama tar- zında oldukça tahaf benzerlik- lere rastgelmiştir. Meselâ, ken. disine, önüne konulanr fiş sayı- sı kadar parmak göstermesi tenbih edilen bir çocuğun, tıpkı bazı iptidaf budunlarda olduğu gibi, başparmağını hesaba kat- madığı görülmüştür. Gerçek- ten, bazı iptidailer için el, yal- KÜLTÜR S PSIKOLOJİ ESTETİK| Sanat Ve Sanat, şekiller dünyasıdır. Bi | na, heykel, tablo, senfoni, şiir... | Birer şekildir. Şekil, ayni zamanda hem dış | hem iç dünyaya bakar, Tuh ve | tabiatin birleştiği sınırdır. Şe - | kil, görünen bir ruh halidir. Bu | hal, sanıldığı gibi, gelişi güzel | bir kalıp içinde görünmez, ken- disi olan bir şekille içe ve dün - | yaya doğar, Her varlığın kontu | ru, o varlığın gizli hayatını bil- dirir. O kontur ve hayat ayni ('i) ir.Her şekil physionomigue ni veya arttığını uışurdığmağ e şahit olmuyoruz. Onda, sanki oyuncak sürünün toptan bir kütle tasavvuru vardır ve ço - cuk, sürüsünden bir tane inek alınınca, şuurunda adeta muay- yen bir ağırlığı olan bu kütle tasavvurunun hafiflediğini du- yar. Bu, bir eksiklik haberidir. Bu noktayı, şu ufak tecrübe ne kadar iyi aydınlatıyor: Bir psikolog, iki yaşındaki yavrusuna ayni büyüklükte ol- mak üzere altı tane yeşil, altı tane de kırmızı fiş veriyor. Sonra, kırmızı fişlerden bir ta- | nesini göstermeden alıyor. Ço- cuk eksikliğin derhal farkında- dır. Psikolog bu sefer, bütün kırmızı fişleri örtadan kaldıra- rak yerine daha büyücek — beş tane kırmızı fiş koyuyor, Çocuk memnundur ve hiçbir eksikli- ğin farkında değildir. Başka bir misal daha: Bu se- ferki yavru Üüç buçuk yaşında- dır. Önüne altı tane yuvarlak fiş sıralanıyor ve eline sıkıştırı- lan bir yığın fişten bu kadar | alarak bir sıra yapması isteni- liyor. Çocuk, modele baka ba- ka, Yapacağı sıranın bir başma, bir de sonuna iki fiş koyuyor ve bu iki fiş arasına da avucum- daki bütün fişleri — ki sayısı | altıdan çok fazladır. — sırala- yıveriyor . Sayının iptidai adamlarda da eşyanın bir vasfr gibi telâkki olunmasına en büyük delil, ba- zı iptidat dillerdeki sayıların, sayılacak eşyanın uzüun, kısa, yuvarlak ve yassı, canlı, cansız oluşuna göre şekil değiştirme- sidir. Hatta sayı sistemimizin “onar” lı olmasının sebebi, ata- larımızın eşyayı sayarken önce daha az mücerret bir mütevas- sıttan, yani iki elin on parma- gından istifade etmeleri olmuş- tur. Nitekim bugün bile, çıplak ayakla dolaşan iptidai kavim- lerde sayma sistemi" yirmişer, yirmişer” dir. Fransızca- da “guatre-vingt” kelimesi, bu bakımdan, Gol'lülerin ayakkabı kullanmadığına bir delil olsa gerek... Çocuğun da, başlangıçta dai- ma parmaklarile saymağa mü- temayil oluşu, duyduğu ve kav- radığı âlemde bulunmayan bir mefhumu — yani say & tıpkı iptidai adam gibi, kendine en yakm bulduğu el ve parmak çevresinde şekillendirmek iste- mesinden ileri gelmiyor mu? Nitekim İsviçreli bir ruhiyat- çı, henüz mektebe gitmiyen kü. çükler üzerinde yaptığı tecrübe- o Şekil ile madde, şekil ile ifa- de arasındaki çarpışma, ancak sanatın ruhunu anlamayanların şuurunda geçer, Şekil, sanat ese | rini vücuda getiren ve duygular la bilinen şeydir. Bir mermer parçası ve bir heyecan şekil ile birleşir, ve bir bütün yani sanat eseri olur, Şekil, artistik bütü - nün karakterini tayin eden bir - lik prensibidir; teker teker alın dığı vakit zaruri olarak bedii ol- mayan her neviden bir çok un - surlar şekille bediileşir. Madde ise - şekli atarsak - ge ae Lowuvre Müzesinde Degas'ın sahnedeki dasöz isimli eseri. ri kalan şeydir. Konuşulanr dil - de şekille maddeye ayrı isimler verilebilir; fakat sanat bakımın dan şekille maddenin farkı yok tur; sanat, maddeyi şekilden a- yıramaz. Bu mermer tenli kadınım şek- H bu “mermer,, den ayrı değil - dir. Mermerle vücude getirilmiş —— nız dört rakamını ifade eder ve başparmak sayılmaz. Bana kâ- | lırsa bunun sebebini, başpar - mağın diğer parmaklardan ayrı oluşunda ve biribirine oldukça benziyen nesnelerin toplu ve şematik bir tasavvuru demek olan sayının, böyle diğer par- maklardan ayrı duran, ayrı i liyen başparmakla kavranma - sındaki zorlukta aramak lâzim- dır. Çocuk sayı mefhumunu, ken- di kendine elde eder. Henüz mektebe gitmek çağına gelmi- yen çocuğun bile kendine göre mücerret bir sayı mefhumu var- dır ve o, bunu oyniyarak, baka- rak, konuşulanı dinliyerek — ve konuşarak, adeta etrafını saran ve biribirine benziyen nesnele- rin, yani “bir” lerin tazyikile asşuurlu olarak kazanmıştır, Çocukta sayı mefhumunun mücerretleşmesi, zihni gelişi- nin mühim bir devrim noktası- dır demiştik. Bu zihni gelişme- nin normal yürüyüşünü tespit edip buna göre ayarlıyacağımız testlerle normal, asnormal, üs- normal ayırmalarını yapmak, ayni zamanda ana, hatta ilk- mekteplerde hesap tedrisatını çocuk psikolojisine uydurmak istersek, şüphesiz sayı mefhu - munu ve bu mefhumun çocukta | geçirdiği değişişleri göz önün- de bulundumnalıyız, Psikoloji ve Terbiye Doçenti Sabri ANDER Luxembourg Müzesi. Kaynak Desbois (Jules) olan bu “şekil,, tunçla vücude | gevirilemez. Çünkü bir mermer heykelin yaptığı tesir, bir tunç heykelin yaptığı tesirden başka | dir, Ayni bir şeklin expressi- onniste veya impressionniste bir tarzda gösterilebileceği de ileri sürülemez.Bir heykelin şek li - maddeden ve dünyanın gö - | rüşünden sıyrılan - dış çizgi de gildir e Sanatta şekil ve ifade diye bir ikilik tasavvur etmek te yan lıştır. Şekil, tekniği öğrenilebi- len, ilâve olunmuş ”bir şey,, de- ğildir. Artistin şuurunda şekil ile ifadenin farkı yoktur, daha His, tabil olarak şekle yönel- miştir; çocuk neşelendiği za - man intizamsız hareketlerle sıç rar ve koşar. Dansöz ise jestleri ni ritmik bir ahenk,bir şekil içe risinde yaşatır. Şekil, daima hususi bir hissin tam ifadesidir... Artistin ruhsel yapısı başka yapılardan bu nok tada ayrılır. Sanmamalı ki, bir şair önce bir fikri bulur sonra da onu a- henkli kelimelerle, kafiyelerle anlatır, Şair, şekil içinde, şekil ile, şekil için duyar ve yaşar,. E- Ber bir heyecanı bedil şekli için de duymamışsa o şeklin sonra- dan görülmesine imkân yoktur. Sekilleri içinde yaşanmayan his ve düşüncelere sonradan giydi - rilen gekiller sanat alanına gire mez, Çizgiler çiziniz, renkleri biri- birine karıştırınız; fikrinizi im- pressionniste metodlara göre i- fade ediniz! — Eğer malzemeleriniz, ta- savvurunuz ve ifade tarzınız sa- natın özü olan bir karakteristik ve esrarlı birlik, bir şekil içeri - sinde eriyip, uzvi bir bütün teş- kil etmiyorsa — muhakkak — su rette bir sanat eseri yaratmış ol mazsınız. Bu “ifade - şekil,, şuurda ay- ni zamazada belirir, ayni zaman da gelişir. Artistin ilk hadsinde bulunan bu sentetik birlik oldu gu gibi sanat eserinde de görü lür. Bunun içindir ki, öz bir şiirin kelimelerini başka kelimelerle değiştirmek imkânsızdır. Bir şi iri nesre çevirmek kadar gülünç ne olabilir? e Sanat, şekiller dünyasıdır... Estetik Doçenti Suut Kemal Yetkin nülnin he ddti k a eli d eeet aa d Ai AYFASI Tehkit Üzerindme" Geçen haftaki yazımda on doku- zuncu asır tenkidinin, edebiyatı za- man ve mekâna yerleştirip izahı mümkün bir gerçe Olarak gördükten sonra nasıl bir anarşi içine düştüğü- nü göstermiştim. Bu anarşinin önüne geçilemezdi. Keşfine çıkılan bu yeni gerçe karşısındaki görüşlerin ilk manlar başka başka olacağı tabil idi. Bu görüşleri tarihsel, ilimsel ve ten- kitsel olmak üzere üçe — ayırabil Edebi tenkidde bu üç görüş birbiri- ne karışmış; yani edebiyat tarihi, edebi estetik ve edebi tenkidin sınır- ları biribirine girift olmuştur. Anarşi, bu Üç görüşün ayrı birer disiplin olarak kurulduğu zaman bitecektir. Daba buğgünden sınırlar, hiç olmazsa teorik olarak çizilmiştir: Edebiyat tarihinin işi, edebi şahsi- yet ve eserleri, gerek ferdi ve gerek sosyal bakımdan sebep ve neticeleri- le genel oluş içinde birleştirmektir. Sainte - Beuvc, Taine ve Brunetiğre- den sonra bu işin ne kadar kolaylaş- tığını biliyorsunuz. Edebiyat tarihçi- sine eserin edebi kıymet ve mahiye- ti ve bu eser hakkındaki şahsi kana- ati sorulmaz, O edebiyatın renkten renge girişini uzaktan takip cder ve: “Bu eser şöyle bir devir, şöyle bir muhit, şöyle bir kültür seviyesi ve şöyle bir ruh içinde büyümüş ve | gu tesirleri yapmıştır...,, dedikten son ra yapacak başka bir işi kalmar. Önümüze serdiği vakıalar Üzerinde onun ne düşündüğünü ve ne duydu- gunu bilmeyiz. O bize yalnız edebi eserin etrafını tanıtır. Estetik ise, tam tersi, edebiyatı za- man ve mekândan ayırarak yalnız edebi vakıa önündeki ilimsel — teces- süsümüzü tatmine çalışır. Gerek yazıcının ve / gerek öküyü cu yahut dinleyicinin ruhlarında ede- bi yaratışın —Ssırcını arar. - Her şey- den evvel bir ruhiyatçı olması ge- reken estet, eserin nerede, nasıl ve kim tarafından yapıldığıma bakmaz. Ona göre bir halk - türküsü ile bir trajedi arasında fark yoktur. Çünkü estet edebi - vakıaya dışından - değil içinden bakar, Onun işi, scs ve mana mimarisinin nasıl kurulduğunu ve bu mimarinin ruhumuzda niçin ve nasıl tesir yaptığını aramaktır. (debi tenkide gelince o, edebiyat | tıği yerde tiğin başladığı yerde “etrat,, bülgisiyle “öz,. bilgisinin or- tasındadır. Münekkidin işi yalnız bir eseri olduğu gibi alarak ANLA- MAK ve ANLATMAK'tır. Ondan eserin tarihsel sebeplerini ve ilimsel izahını istemeyiz. Şu kadar var ki münekkit ilk vazifesini yapmak, ya- ni anlamak için hem tarihten ve hem de estetikten bilgiler istemek mecburiyetindedir. Çü bir çoklarının zannettiği gibi hiaset- mek, sevmek, beğenmek, heyecan duymak değildir. Münekkitten bizc, eseri okurken duyduklarını anlatma- sını istemiyoruz. Ağladı ise, güldü ise, kızdı ise bize nı Anlamak his- değil zekânın işldir; sıcak kan- il soğuk kanla yapılır. Yaratıcı san'atkârlar onun için münekkit ola- mazlar, Ne kendi san'atlarını ve ne başlar ve este- ter. Yani de başkalarınınkini tenkidin istediği | gibi anlıyamazlar. A. France'ın dedi- ği gibi, nazariyenin çorak toprakları- na düşen san'atkâr sudan çıkarılmış bir balık gibi çırpınır. durur. Vol- taire, Rousseau'yu Goethe Beethove- ni anlamamıştı. Dahilerin en büyük | huzusiyetlerinden de zaten anla- yış sahalarının parlak fakat dar ol- masıdır. Münekkidin bir eseri anlaması o eserde san'atkârın yapmak istediği şeyle yaptığı — şeyi ayırt etmesdir. San'atkârın yapmak istediği şey ese- rin özü ve yaptığı şey de şeklidir. Öz ve şekil arasmdaki uygunluğu görmek münekkidin en güç ve en Tüzumlu işidir. Bu hususta münek- kit, Baudelaine'in «San'atta tesadü! yoktur,, sözünü düstur bilecektir. Münekkidin ikinci vazilesi anladı- ğinı anlatmak, san'atkârla — bizim ' lmaktır, Tolse toy'a kalırsa, güzelliğin anlatılmağa ihtiyacı yoktur. Fakat bilhassa bu- günkü san'at âleminde anlatmak bir zarüret olmuştur. Münekkitsiz san- at sesini halka — ulaştıramamaktadır. Anlatan tenkit, her bulduğunu dağı- tan, işe yarıyan bir san'attır. Mü. nekkit anlamak için tahlil yapıyor- dü; anlatmak için, tıpkı san'at gibi, terkip yapacak; eseri adeta yeniden yaratacaktır. Oscar Wilde'in tarifi (1) tenkidin bu cephesi için doğru- dur. Anladığını anlatan münekkit, tıpkı san'atkâr — gibi, evvelâ eserin havasını yaratmak, bizi bahsettiği san'atkârın âlemine götürmek mec- buriyetindedir. Fakat o san'atkârın müşahhas olarak yarattığı güzellikle- ti mücerret olarak ifade eder; yani ruhun dilini aklın diline tercüme eder. Münekkidin tecrit ve hulâisa iliyeti çok büyük ola- söyledim: O hisleri- ıdışiıc değil aklımıza hitap etmekte- lir. (1) Geçen baltaki yazımızda, 2 Münekkidin anlamak ve anlatmak- tan başka bir işi yok mudur? di ceksiniz. Vardır tabii: İyiyi kötüden ayırmak ve kendini dinliyenlerin edebi zevkini yükseltmek. Münekkit bana anladığını anlatırken bu iş ken- diliğinden olur. Onun — külre hacet kalmadan anlattığı şe: tülüğünü sezeriz. Anlaşılan şeyin pahası kendiliğinden — biçilir. Zevk anlıya anlıya elde edilen bir şeydir. Edebiyat için; “zevk meselesi mü- nakaşa kabul cetmez,, düsturundan daha yanlış bir düstur yoktur. Ede- bi zevk bir insiyak değildir ki mü- nakaşa kabul etmesin. Beğenmedi- ğimiz şeyler ekseriya anlamadığımız şeylerdir. İşte yeni tenkit, edebiyat tarihini ve estetiği Üniversiteye bırakarak, Tibaudet, Bellesort, Lalou ve Massis gibi fransız münekkitlerinde böyle bir disipline girmeğe başlamıştır. Yazımı Ren& Lalou'nun münekki. de aşılamak istediği prensiplerle bi- tireceğim: Birinci prensip: Ahlâki ve ilmi dürüstlük; tenkit edilen şahıs. hak- kındaki — duygularımızı unutmak, mevzuu iyice bilmek veya bilmedi- Kini açıkça söylemek. İkinci prensip: Zihin seyyaliyeti; bize yabancı bir düşünceyi kendi te- lâkkilerimizi işe karıştırmadan takip edebilmek. Üçüncü prensip: Açık görürlük; eserin özünü ve şeklini kavramak hudutlarının nerede başlayıp nerede bittiğini görebilmek Dördüncü prensip: Ruhti kesafet, yahut derinik; yabancı bir özü be- nimsiyerek onu, yerine göre tereüme etmek, nakletmek yahut yeniden ya- ratmak, bir eseri tçnkit ederken ye- ni bir eser yapmak.. Sabahattin Eyiboğlu Batı Edebiyatları Doçenti Bay Nurullah Ataça (Bir Estetik yazısı) başlıklı ma- kalenizde Üslübuma — dokunuyorsu- nuz, Erenlerin Bağından ilham aldı- ğamr ileri sürüyor ve böyle bir-üslü- bun ilim dili olamıyacağını — söylü- yorsünüz. Buna verilecek cevap kı- sadır : Estetik gibi henüz felsefe çevre- sinden kurtulmamış, Tıyazileşmemiş bir bilgide ispattan ziyade duyur- mak, ve telkin etmek esastır. Büyük bir okuyucu — kütlesine hitap eden bir yazıda <mücerret> i müşahhas- giniz gibi bir “men- içinde mevzuu harcamak Sonra, “Erenlerin — bağından,, in üslübu ile o yazımın Üslübu arasın- daki benzerliği nereden bulup çı- kardınız? -Eğer her lirik üslüba “*Bu da Erenlerin bağında: yaftasını yapıştıracaksanız diyeceğim yok. « “İş, mecmuasında çıkan bir ya- zımda (Türk Karamsar olamaz) de- mişim; geçen gün çıkan o yazımda herkesin akımsar olduğunu söyliyor- muşüm. Azizim Nurullah Ataç, ben Türk Karamsar olamaz dediğim zaman Türkü bir millet, bir bütün olarak almış, ve en çetin anlarda bile ümidi, cesareti elden — bırakmadığını anlat- mak istemiştim. Sonra, insanda karamsarlığı doğu- ran birçok gebepler vardır. Parasız- hk, haksızlık, bastalık.. Bunun gıbi birçok sebepler Fakat burlardan başka bir de ha- yatın, tabiatin değişişinin ruha dök- tüğü bir karamsarlık yok mudur? İşte biz o son yazıda bundan bahset- miştik. Metafızik diyeceğim bu ka- ramsarlığı yalnız artist duyar, diğer insanlar duymaz demedim. Her ne kadar ihtiyaca dayanan idrak meka- nizması buna engelse de artist olmı- yan, yani idraki ihtiyaca bağlı olan insan da o akışı idrak eder. Fakat bu idrak ve neticesi olan ruhsel ka- rarma devam etmez. Netekim o yazımda Şöyle işaret etmiştim: “Bu akışı görmüyoruz; çünkü yae şamak için onu görmemek lâzım. Onu gördüğümüz bazı anlar olursa da devam etmez, ihtiyaç derhal eyü- tüL, diyerek sırtımızdan iter, Tekrar yola koyuluruz... makalemi Üüç defa halde bunun nedense varmamışsınız. Olabilir. « Yazım:a müphem oluşuna geli, Müphem kelimesi — sahsa gör: Benim için müphem bir şair bu noktaya okuduğunuz farkına — var- açıktır. Ekseriya, kavramadığımız şeye müphem. hiç kavramadığımız seye de saçma diyo» S.K.Y.

Bu sayıdan diğer sayfalar: