20 Mayıs 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 8

20 Mayıs 1939 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 8
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Türk Safosunun Hagia” Murat Tahta Glaze TEFRİKA No. 48 Cülüs Merasimini Müteakıp Derhal Hareme Kapanmış, Safosuna Tahsis Edilecek Daireyle Artık vezirlerin, beylerin, ağaların kendisini dedeleriyle mu- kayese etmeleri ve küçük bulma- ları ihtimalini düşünmüyordu. Bü- tün küreyi o yarım metre yüksek» liğindeki taht üzerinden hâkim bir nazarla süzüyordu. Fakat bu gurur ve bu kuruntu bir dakika sonra garip bir sarsıntı geçirdi: Sokullu Mehmet Paşa, bi- at etmek ve ayak öpmek üzere ö- nünde eğilirken, yine iradesine hâkim olamıyarak yerinden firla- mış, “Estağfurullah Paşa, estağ- furullah Paşa,, deyip ihtiyar vezi- rin kollarına sarılmış ve şaşkın » lıktan sarığını öpmüştü. Saraylı lar, tıpkı geceleyin Sarayburnun- da nedimlerin yaptığı gibi, dudak- larını ısırıyorlar ve vezeretin ö- nünde küçülen saltanata için için kızıyorlardı M urat ta yaptığımı, daha doğ- rusu tazelediği hatayi anla- makta gecikmedi, mahçup bir du- rumda yerine oturdu, öbür vezir- derle teşrifata dahil ricalin tebrik- lerini sessiz sessiz kabul etti, aya ğına yapışan dudaklara karşı sa- kit kaldı. Lâkin orada kaldığı müddetçe değil, bütün ömrünce Sokulluya gösterdiği — kendince yersiz — saygının azabını yüre- ğinden silip atamadı. Bununla beraber, onun Sokullu işinden önce düşüneceği şeyler vardı. O sebeple nefsine hâkim ol- du, kinini içinde sakladı, bint res- mi biter bitmez, hareme çekildi, anasiyle baş başa verip Safoya tahsis olunacak dalreyle, saraydan çıkarılacak yahut sarayda bırakı- Jacak halayıkların miktarı, evsafı ve kıymeti hakkında müzakereye girişti. Halbuki vezirler, başta So- kullu olduğu halde, divanhânede kısa bir toplantı yapmışlar, aske ye verilecek ulüfe işini konuşmuş- Jar ve lâzım gelen kararın veril mesini müteakıp Sultan Selimin cenazesini kaldırmak için padişah- tan müsaade niyazında bulunmuş lardı, Murat, pek gerekli işler üzerin- de konuşma yaparken, kendisini ölülerle karşılaşmak zorunda bi rakan bü niyaz şeklindeki ihtarı homurdanarak karşıladı. Fakat ö- lülerin kalkması da Jâzımdı. O se- beple, babasının buzluktan çıka- rlıp tabuta konulan cesedini dı- şarıya sürdürdü, kendisi de biraz sonrâ çıkıp serviler arasında tah- tadan yaptırılan musallâ üzerine konulu tabutun önünde durdu. Cenaze namâzına iştirak etti ve namaz biter bitmez hemen hare- me savuştu. Fakat yolla devlet ricalinin cenazeyi mezara götür- dükten sonra, geri dönerek mak- tul şehzadeleri de kaldırmalarını tenbih etmeyi unutmadı. Onların cenaze namazlarında bulunmayı gereksiz buluyordu, yahut mağ- durlarının tabutlariyle yüzleşmek- ten korkuyordu. O sirada, halkın ve tarihçilerin diline geçecek bir hâdise daha ce- reyan etti. Üç buçuk asır evvelki Zihniyeti pek canlı surette teba- rüz ettirdiği için kaydediyoruz: Murat, “Tahta çıkmak,, merâsi- mini tamamladıktan, babasiyle beş kardeşini mezarlarına yolladıktan sonra, hareme girerken, hadıma- ğaleri — elleri göbeklerinin üze rinde bağlı olduğu halde — sira sıra dizilmişlerdi. Yeni efendileri nin kendilerine hitap etmesini bekliyorlardı. Bu hitap, her şey- gesi olarak telâkki olünan padişa- hin sesini duymak şerefini temin etmekle beraber, o ses böyle va- ziyetlerde bahşişler, ihsanlar ve ikramlar müjdeliyeceği için, ha- dımlarca bilhassa mukaddes tu- tulacaktı. Fakat Murat, onların umduğu sesle konuşmudı, sadece: “Ağalar, karnım aç. Yiyecek ve- riniz!,, Dedi, Avm tokluk verecek, yok- sulları bay edecek hüma- Meşgul Olmuştu yun bir ağızın açlıktan bahsetme- si ve yiyeceğe açılması o dizi di- zi köleleri şaşkına çevirmekle kal- madı, nahoş kurüntularada sü- rükledi. Çünkü bir padişahın ilk cülüs günü ağzından çıkacak “ilk Sözü uğur tutmak âdetti. Bu &de- te uyulduğu takdirde, Muradm sözlerinden yakın bir kıtlığa inti- kal etmek lâzim geliyord. Hadım- lar böyle düşündüler ve kendile- rine bahşiş vaadetmiyen hünkârın bu gafletinden öç almak için dü- şündüklerini saray dışına da yay- dılar. Üç beş gün sonra, bütün İs- tanbul halkı, yeni! padişahın eülüş merasimi akabinde, ilk emir ok mak üzere kölelerden yemek iste. diğini ve bu emri verirken “Açım, açım,, dediğini konuşup dedikodu yapıyordu, Memlekete bir âfet ge- leceği söyleniyordu. Tesadüf bir kaç ay sonra, bu cahillerin kanaa- tini tevsik etti, Büyücek bir kıtlık memleketin bir kısmını aztiraba düşürdü (1). Murat, hemen her gece yeni bir halayığın hizmetinden kâm al- makla beraber, Safoya kavuşmak için sabırsızlanmaktan da geri kale mıyordu. Onun için gözü yollar- daydı, kulağı eşikteydi. Safonun ayak sesini duymak için, yüreği her dakika açıktı. Bundan ötürü de, anasının boyüna (değiştirdiği gece nöbetçilerine “ısınamıyordu. Zaten bunlarda — Muradın gö- rüşüne göre — bir eksiklik vardı. Gerçi o eksikliğin adım henüz ko- yamıyorsa da, Varlığını mutlak surette seziyordu. Halbuki Safo, yıllardanberi kemalinden, olgun- luğundan hiç bir şey kaybetmi- yen, geldi gelelide, küçük bir noksan hissettirmiyen bir mahlük- tu, Murat, yârican; bazan da canan dediği Salonun dairesini hazırlat- mak, daha doğrusu hazırlamakla meşgul olduğu için, devlet işleri- le meşgul olmuyordu. Halbuki, or- duya cülüs bahşişi dağıtmak lâ- e a — — İ Günah Bende mi? | e Yazan: Kerime Nadir Fakat sen, benim çocuğumdan bahsedilirken, bü- yük bir hayrete düşmüştün. O zaman anladım ki, mektubum eline değmemiş ve sen hg bir şey bil miyorsun.. Lâkin sualine maruz akan anladım. Ve korktuğum hallere meydan vermemek gayesiyle yavrumuzun mevcudiyetini gizlemek istedim. Bana inandın Halük!. Fakat bu inanışla, beklediğim sükünet hasıl olmadı. Yine türlü çılgınlık yaptın. Fakat, pek ileri gitmiyordun.. Bunun için, bir koç kere dilimin ucuna "gelmişken, bu sırrı meydâna vermekten vaz geçtim. Eğer, bir gün olur da, bu çocuğa rastlarsan, hiç şüphe ve tereddüde düşmeden bağrına basabilirsin., Yavrumuz kızdır. İsmini “Umran,, koydum., Şimdi o annemin yanında bulunuyor. Hem sen- den, hem yavrumdan uzak yaşadığım için ne dere- ce bahtsiz olduğumu elbette idrâk edersin. Fakat bütün bu acılara, bir gün mesut olmak ümidiyle tahammül göstereceğim. Şimdi gelelim, sana ileride bildireceğimi vaadet- tiğim sebebe: Hatırlıyor musun, Ali Rıza hastay- ken, bir gün seninle ormanda uzun boylu görüş müştük. Sen, ne suretle olursa olsun sana dönmem için ısrar ediyor ve yalvarıyotdun.. İtiraf edeyim ki Halâk, ben tahminin gibi bu arzunu kabule ha- Zırdım. Neden birdenbire kararımı değiştirdim de- ğil mi?.. Bu değişikliğin süratini sende o zaman farketmiştin.. Dinle: Bana çektiklerini anlatırken, seni büyük bir dikkatle dinliyordum. Annenin düşmüş bir ka- dın olduğunu ve onun oğlu bulunmaktan ne derece azap duyduğunu söylüyordun.. Seni bu nokta, o derece kahretmişti ki, kabına sığamıyor, âdeta ku- duruyordun. Sözlerini, birer birer rühuna sindi- Firken, düşünmeğe başladım: Eğer, sana dönersem, Bir gün kızım da ayni azapla çırpınacak ve beni TEFRİKA No. 60 ayni lânetle anacak değil miydi?.. Kendi saadetim için yavrumun bedbahtlığına niçin yer hazırla malıydım?.. Halük, beni affet!., Nasıl ki, ben seni affettim!,, Bu mektubu bir gün, birlikte açip okursak, o za- man şüphesiz yavrumuz da yanımızda bulunacak- tır.. Eğer, sen yalnız okursan, her halde, ben ya ölmüş, yahut ta senden ebediyen uzaklaşmış ola- cağım.. Tekrar saadete kavuşacağımızı kuvvetle ümit etmiyorum. Fakat kimbilir?!.. Sabır ve tevekkülle bekliyelim.. Hasret ve mu habbetle güzel gözlerini öperim. Nüvid 5 Son satırları pek güç okuyabilmiştim Gözlerim dolmuş, kulaklarım çınlıyor; boğazımda keskin bir yanma İsissediyordum.. Ayağa kalktım. Odada deli gibi dolaştım, dolaş- tım.. Demek yavrum ölmemişti!.. Demek ben, dün- ya yüzünde, Nüvidden kalan bir parçaya rastlıya- bilmiştim!.. Inanamıyordam.. Karşı karşıya bulunduğum hâ- disenin, saadet mi yoksa felâket mi olduğunu kes tirmekter: âcizdim.. . Bütün bir gece ve bütün bir gün, uykusuz ola- rak, sonu bulunmıyan azaplarlâ inledim, durdum.. Hayatın bana bahşedeceği nihayet bu muydu?.. Perişanlığım karşısında siritan şu kuru -kefayı Ayaklar. mır altında parçalamak için yanıyordum. Şu cansız yuvarlak, şu kemik parçası, kırk altı se- nelik bir ömrü nasıl bir oyuncak etmişti?.. Na- sıl yüzlerce vakanın tek kumandanı olarak kaimış- tı?. Bu inanılacak şey değildi!. Nihayet, ertesi akşam oldu. Gece ilerliyordu. Ben hâlâ uykusuz, dolaşıyor, dolaşıyordum... Bir aralık masamın başına geçtim. Kuru kafayı karşıma aldım. Biraz sonra kızım gelecekti. Fa- kat, babasını “âşığı kıyas”ederek. Düşünüyordüm. TAN zımdı. Bu lüzumu — o bahşişin kimlere ve ne miktar verileceğini gösteren bir döfler sunmak sure tiyle — ilkin Sokullu Mehhet pa- şa hatırlattı, sonra da Nuru Bs- nü sultan teyit etti. Askere tam bir. milyon yüz bin altın dağıtılacak- tı. Para sarfetmekten hoşlandığı kadar, para toplamayı dâ seven Murat, bu kadar büyük bir servo- tin — kendisine Küçük bir neşe getirmeden, yahut bir haz verme- den — heder olmasina için için yanmakla beraber — askerin cü- lâs bahışişlerini kendi babasından zorla aldıklarını hatırlıyarak — bemen muvafakat etmek zorunda kaldı, Yine Nuru Banünun telki- niyle sarayda kırk gün matem tu- tulmasını ve bu müddet zarfında | babasiyle kardeşlerinin 'ruhu için kuran okunmasını, Sadakalar da- ğıtılmasını da emretti, Anası bu matemin sözden ibaret kalacağını ve Muradın itiyatlarında, zevkle- rinde değişiklik, ekaâiklik vücude getirmiyeciğini temin etmeden bu iradeyi alamamıştı. , eni padişaha uzun bir rasi- me daha vardı: Kılıç ku- şanmak!.. Sarayda yan gelip ve dizi dizi halayık temaşasına da- lıp, yahut sazende ve hanendeler arasına girip hoşça saatler geçir- mek dururken, nidükleri belirsiz bir kalabalığa katılarak camilere gitmek, dualar dinlemek, hocaler ve şeyhlerle külfetli sohbetlere ta- hammül etmek Muradın hiç hoşu- na gitmiyordu. Fakat Nuru Ba- nü sultan ona, halkın gemini elin- de tutanların arasıra 6 halka gü- ler yüz de göstermek mecburi- yetinde olduklarını anlattı: — Arslanım, dedi, halk dediğin bir sağmal inektir. Hazine dediğin de büyük bir tastır. O ineğin sütü ile bu tas dolar. Padişahlara ge- rektir ki, ineğin sütü azalmamak için dikkat etsinler. Bu da arasıra balka ihsan dağıtmakla olur. Sen kılıç alayıma, cuma namazına, bah- çe temaşasına, şikâra, donanma “seyrine çıkarken işte bu gereği de düşüneceksin; hâlkâ avuç avuç al tın dağıtacaksın. Başka türlü pa- dişahla halkın arası hoş olmaz! (Devamı var) (1) Hammer Türkçe teretimesi. C: 7. S: 19) bu tuhaf dedikodu ile ondan da- ha tuhsf olan tesadüfü kaydederken “şa veya bu alâmetlerden uğursuzluk sezinilmesi Ozmurlilerı Yunanlılardan, Romalılardan geçmişi diyor ki pek doğrudur. Çünkü Türk hayırlı ve ha- yınz İşlerin sebeplerini tabiatta ve © İğlerin mahiyetinde arar. Bir kuşun öt- mesile bir insanın ölmesi arasında mü- nasebet aremek Türklerin kabul cdo- | miyeceği işlerdendir. Dünyada bundan dâha acı bir felâket tasavvur olu- namazdı.. Yahut ben, hayattâ” İök kıymet verdiğim bir vücudün inkisarı hayaline tahammül edemiye- cektim. Ona: — Ben senin babünım! Dediğim zaman, belki de benden nefret edecekti. Ve bunda haklıydı. Zira, gönlünü Verdiği şu kır saçlı adamın kızı olduğunu anlamakla, artık ona karşı duyacağı sadece bir ev- lât muhabbeti, ve ondan bekliyeceği sadece bir gefkat olacaktı. Bu da, bütün etnellerinin kırılması demekti... Umran o zaman, yüzüme fasıl bakacaktı?. Ve ben, onu “Eylâdim!,, diye nasıl bağrıma basacak- tım?... Nüvidin söylediği yalan, yeryüzünün en affo- Tunmaz halasıydıl. Zira bu yalan, manen, tüyler ürpertici bir cinayetten farksızdı.. Bu aral:z kulağıma bir ayak sesi geldi. çevirince, Umranı kapının eşiğinde gördüm Gali- ba haliiden ürkmüştü. Zira, rengi sapsarı ve göz- leri korku ile büyümüştü. Yerimden #ırlıyarak: — Sen m:sin?.. Gel, gel korkma!.. Dedim. Ve onu elinden tutarak masanın yanındaki iskemleye oturttum, Hayretle, hattâ dehşetle yüzüme bakıyordu. Ni- Başımı — Neniz var?. Diyâ sordu. Mümkün olduğu kadar sakin görünmeğe çalı — Hiç bir şeyim yok! Seni bu kader yakından ve bu kadar aydınlıkta görebildiğim için bahtiya- rım, dedim. — Fakat hasta görünüyorsunuz. — Hayır yavrüm.. Belki uykusuzluk.. — Sizi tâciz ettim o halde. : — Çocuksun.. Bu ânın saadeti için dün gece hiç — Bu önin saadeti için mi?.. — Evetli.. Çenelerim kilitlenecek gibi oluyordu. Deri se vinç ışıklariyle pırıldıyan bu bir çift elâ göz, Nüvi- din tatlı bakışlarından o derece farksızdı kil. Felâketine tsmamiyle inanmak istiyenlerin mü- tevekkil azmiyle doğruldum ve: İştihasızlık - Hazımsızlik - Şişkinlik - Bulantı - Gaz - Sancı - Mide bozukluğu - Dil - Barsak ataleti - İn- kıbaz » Sıkıntı - Sinir ve bütün mide ve barsak rahafsızlıklarına karşı HASAN MEYVA ÖZÜ kullanınız. Mide için her yemekten sonra 1 2 tatlı kaşığı yarım bardak su a ve müshil için her sabah veya gece yatarken aç karnına 1 » 2 çorba kaşı- ğı yarım bardak! su içinde köpürterek İçmelidir. HASAN MEYVA OZU Avrupa ve bilhassa İngiliz meyva tuzlarından daha yüksek olduğu kat'i- yetle sabittir. Buna rağmen Avrupa meyva özlerinden beş misli daha w- cuzdur. HASAN MEYVA ÖZÜ yalnız bir türlü olup şekersizdir veçok köpürür Şişe 30 İki misli 50 Dört misli 80 kr — Beni sever misin? Dedim. — Hayir! Dese, ruhumdaki bütü azupıar oruen- bire boşalacak, ve ben, yıllarca peşinde koştuğum bir bahtiyarlık içinde, onu kucaklayıp öpecektim.. Lâkin önüne bakıyer; belli ki, korktuğum ve bek- lediğim cevabı hazırlıyordu. İskemlemi dâha yakınına çektim ve ellerini tuta- rak tekrar ettim: — Söyle. Sever misin?.. O heyecanından, . ben ıztırabımdan titriyorduk Gözlerine ısrarla bakerak cevap vermesini bekli yordum. Nihayet, yine ben konuştum: — Sükütun her şeyi itiraf ediyor. Söyle, benim. le evlenmek ister misin?. Bakışlarında derin bir minnet ve sevinç ışığı ya nıp söndü” Fazla dayanamadım. Ayağa kalktım. Odada bir aşağı bir yukarı geziniyor, kâh saçları mi ayuçluyor, kâh yumruklarımı sıkıyor, kâh baş mı sallıyordum. Sonra, tekrar yerime oturdum. Gözlerimi dalgın. lıktan kurtaramıyordum. Yüzüm asabi takailüslerle oynuyordu, Birdenbire ellerini avuçlarımın arasına aldım ve sordum: — Benden ayrı düşersen üzülür müsün?, Yüzündeki korkulu ifade artmıştı. Fakat meyus görünerek: — Niçin böyle bir suale lüzum görüyorsunuz? Dedi — Sevginin derecesini anlamak istiyorum. — Bunu hiç bir şeyle ölçmek kabil değildir. Ina- nımız İialük Bey... Boğulacak gibi: — Demek bu kadar hal. Dedim. Ve cevap verme- diğini görerek ilâve ettim; — Fena. Çok fenal. Yerimde duramıyordum. Pencerenin önüne git- tim, Içimdeki boğuntuyu gidermek için delin ne- fesler alıyordum.. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum... Onun da aya- ğa kalktığını hissettim. Telâşla: — Ne oldü? Dedim”, Korktu: (evamı var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: