1 Mayıs 1940 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 7

1 Mayıs 1940 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 7
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

lik I'T RR — Rıfkı Meli Meriç'e — Büyük Itri'ye, eskiler derler, Bizim öz müsikimizin piri; O kadar halkı sevkedip yer yer, O şafak vaktinin cihangiri, Nece bayramların, sabâh erken, Göğü, top sesleriyle gürlerken, Söylemiş saltanatlı Tekbiri. Ta Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar, Fethedilmiş uzak diyarlardan, Vatan üstünde hürr esen rüzgâr, Ses götürmüş bütün baharlardan. O dehâ öyle toplamış ki bizi, Yedi yüz yıl süren hikâyemizi Dinlemiş ihtiyar çınarlardan. Müsikisinde bir taraftan din, Bir taraftan bütün hayât akmış; Her taraftan, Boğaz, o şehrâyin, âvi Tuncayla gür Fırât akmış. Nece seslerle, gök ve yerlerimiz, Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz, Bize benzer o kâinât akmış. Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'i, Bir terennüm ki hem geniş, hem şüh: Dağılırken «Nevâ» nin esrarı, Başlıyor şark ufuklarında vüzuh; Mest olup sözlerinde her heceden, Yola düşmüş, birer birer, geceden Yürüyor fecre elli milyon ruh. Kıskamp gizlemiş kazâ ve kader Belki binden ziyâde bestesini. Bize mirâsı kaldı yirmi eser. «Nât» ıdır en mehibi, en derini, Vakıâ ney, kudüm gelince dile, Hızlanan mevlevi semâiyle, Yedi kat arşa çıkmış «Ayinsi. O ki bir ihtişamlı dünyâya Ses ve tel kudretiyle hâkimdi; Âdetâ benziyor muammâya; Ulemâmız da bilmiyor kimdi? O eserler bugün definemidir? Ebediyette bir hazine midir? Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi? Öyle bir müsikiyi örten ölüm Bir teselli bırakmaz insanda. Muhtemel görmüyor henüz gönlüm. Çok saatler geçince hicranda, Düşülür bir hayâle, zevk alınır: Belki hâlâ o besteler çalınır Gemiler geçmiyen bir ummanda. Yahya Kemal İktibas hakkı mahfuzdur İngilterede milyonerler çoğalıyor . Bu bi tahsil şubeleri tarafından tesbit edil- —— Bunlar milyoner vergisi yereçekler- habbeti sağlamlaştırmak üzere nikâh yap- malarıdır. ml yi. Kadar yar ki, mi harbin de Aylarında iadivaçlar © sor derecede Lükin harp devam ettikçe riye iskelesinden vapurla hareket edilecek- tir. Gezintide car, mükemmel ziyafet ve bir çok eğlentiler vürdiğ, İ ILK SEFER e - Yasam REFİK HALİD O devirde Parise yaklaşan bir gencin yüreğinde, biraz da zifaf gününü idrak arifesinde bulunan toy güveyin heyecanı vardır Yediğim et, bana fazla elyaflı, hafifce ekşi, daha has tabirile kekremsi geldi. Ne yutulmıyacak kadar fena, ne de ara- nacak derecede iyi... Fakat her halde üğrenç değil. Yerken, insanım gözü önünde bir eşek tecessüm edebilir ki bu hayvan kızık yün kokulu, uzun tüy- lerinin ucunda gübresinin kara çıngılla” rn Big kirli bir ağıl koyunundan, bilhassa ard kısmının tuvaletine hiç al dırış etmiyen pasaklı bir öküz ve bir danadanı çok daha temizdir; temiz, s6- vimli, karakterli ve kokettir; eşekten tiksinilmezi Bazı adamlar acaib düşkün olurlar; ii arar, bulurlar ve bununla da böbürlenir- ler. Kurbağa budu tavası, yılan eti ke- babı, kiremit üzerinde sümüklü bücek farını, çekirge kavurması gibi bizi yal mz isimleri anılırken iğrendiren bir ta- kım yemek isimleri sayarlar, pişirilme- sini tarif edip İezzetlerimi uzun uzadıya överler. Davaların kazanmak için ileri sürdükleri deliller pek de çürük maz; meselâ, derler ki: Sümüklü böcek sade taze ot, gül inü, filiz, tomurcuk ile gıdalanır; öyle kaz, ördek, tavuk gibi bulduğu her kirli nesneyi aç gözlülükle yutmaz; mir desi süprüntü amban değildir. pavurya, istakoz gibi mücetsem çirkin, hatta korkunç hayvanları ve pek iğrenç nesneleri andıran 'midyeyi, istiridyeyi yiyorsunuz da onlardan daha yakışıklı, zarif, ehli olan kurbağadan niçin tiksi“ miyorsunuz? Bir çekirge, bir karidesten elbette daha uz iğrenciir. Çöl halkı bun- İsrı kavurduktan sonra torbalara doldu- Yılana gelince, sizin miklerini kırarak likle çıkanp bul- duğumuz bem beyaz. dipdiri, güzel et yok mu, yılanda onun eşi vardır, ayrıca zahmetsizce ve boyuna, bosuna göre de metrelerce o yiyebilirsiniz. (Yılan, içine istakoz eti doldurulmuş matürel bir su- cuktur! Talâkat ve hitabetin tesiri mideye ka- dar inemediği için ben bu nesneleri de- gil, kızılbaş olmadığım halde tavşanı bile yiyemem; ceylân ve deve eti de yiye memiştim; hattâ etatlılı yahnis denilen o mahud kurban bayramı spesialitesini de ağrıma koyamam. Göreneklere tâbi, hk, basit bir adamım galiba... 5 inada binerse, zannederim, gene o kafamın icabı, kurbağa da yerim, yılan da... Bir şartla ki yanında şar bulunsun! Niçin şarap? Bunun bir orij nal bikâyesi var: Tesadüf beni insan kulağı yiyen birisi, Sinop sürgünleri arasında vaktile eşki- yalik yapmış bir yaman adamla abbab etmişti. Dağa çıktığı civar köydeki rum meyhaneci bunun hakkında zabüyelere ihbarda bulunmuş, geçtiği yolu veya giz» diği yeri söylemiş, bu yüzden az daha yakayı ele veriyormuş... Aradan zaman geçmiş ve bir gece yarım, herkes çekil. m sonra, tam meyhanenin kepenk- leri kapanırken bir sas: — Merhaba, çorbacı! Ve pür silâh bir adam: O... İçeriye girmiş, masa başına oturmuş, bir şişe rakı ismarlamış, sormuş: — Mezelerden ne var?) Meyhaneci sayıyor, fakat silâhlı müş- teri hiç birini beğenmiyor. — Kebablık etin yok mu, diyor, şöy- le gevrek yerinden bir parça et? O saatte bunu tedarik etmek imkân sızlığından bahseden meyhaneciyi yanı Da çağınyors — Beri gel, yok, daha beri... Uzat kafanı şu musaya, ben istediğimi bul- dum! Size şimdi bu müdhiş hikâyenin tam tafsilâtını vermek niyetinde değilim; yüreğimde gençliğe mahsus katılık artık kalmadığı için vakayı canlandırarak kendimi üzmek hoşuma gimiyor; hem realism denilen edebi mezhebi, eskiden Bu gibi teferrüatı iyice tasvir marifeti ol duğu için beğenirdim; şimdi anladım ki tabiati, bütün çirkinlikleri ve bayağılık- ları ile sevilmiyecek halde görmek ve göstermek. Azalan hayatımızı lüzumsuz- casna zehirlemektr; o, daha ziyade genç üşidir. Kısa kesiyorum: Bahsettiğin hay- dud keskin hançerile meyhanecinin bir kulağını uçuruvermiş ve emretmiş: — Tavaya koy, pişir, getir, yiyece- ira! N Meyhaneci, tuzunu bile unutmamak şartile, bir elile yarasını tutarak denileni yapmış. öbürü de dediğini... Fakat yiyen, kendi itiraf etti: — Şarapsız yutamadım, rakı ile git- medi! İşte bu ehlinin yaptığı tecrübedir ki imleriin saydığım mü- şampanyanın deniz tutmasına iyi gel- mesi gibi... «. Vapurumuz Marsilyaya doğru yol alıyor. O devirde Parise yaklaşan bir gencin yüreğinde biraz da zifaf gününü idrak arifesinde bulunan toy güveyin heyecanı vardır. Zaten mösyö Birtöh: «Tam za- manı, diyor, halk sayfiyelerden ve deniz larından dönmüştür, şehir dol- muştur.» Dikkat ettiniz mi bilmem, #plâj»> yerine deniz hamamları tabirini kullanıyor. Zira eplâj» dese idi — ki o yordu; in yek, cin yek; i in top oynadığı bom boş bir kamsal! Filvaki gene Ostende, Dicppe, Trouville'de de- nize girilirdi ama deniz hamamları ismile ve sımsıkı kapal elbiselerle... Daha tu- hafını söyliyeceğim: Kadınların ayaklar rında birer mevi bağlı botlar ve kalın ço- raplar bile vardı; mayoları ise dirsek- lere kadar kollu ve diz kapaklarından aşağıya uzundu. Göğüslerin kapalı, ense ve uırtlann örtülü olduğunu da izaha hacet yok. Ya baştaki katmer katmer muşamba takkeler? Hanı fransızcada resimli bir (Kırmızı başlıklı küçük kız) masalı vardır, kurd, büyük ananın yata- ğma girer, başına da koca karının takke- #ini geçirir, avını bekler... kadınlar bu takkeli kurda dömerlerdi; deniz başlıkları öyle münasebetsiz, 2a* rafetsiz şeylerdi. Bütün vücutlara mu şamba kokusu sinmesi de ortalığa mu- şamba masalı bir yemek odası âdiliği verirdi. Suya muşambadan gayri bir el- bise ile girilebileceğini kimse henüz akledememişti! Muşambalı elbiselerin bir kusuru da vücude yapışınaması, hattâ içine hava dolarak bu vücudu büsbütün biçimsiz şekle, dalgıç hantallığına sokmasıydı. Ama zamanın sâr ve hayaş damarına o sebepten dolayı uygun düşüyordu. Kadınları denizde, tenasübsüzlük itiba- rile yan şamandıra, yarı istakoz sepeti, yus yuvarlak, haşır haşır kabuklu, tak- keli ve — görmek doğru değildi. Bu- o kumaşları vücutlara bir balık serinliği, kayıcılığı, çevi ve riyor ki denize de bu yaraşır. İlle © dar lâstik başlıklar, çehreyi smsuıkı çer- çeveliyerek kadın yüzüne, miğferli bir eski zaman cengâveri sertliği verdiği za- man gayet hoş oluyor. Bir erkeğe kadın elbisesinin yakışmasına ihtimal veremi- yorum; fakat, hiç şüphesiz ki kadınlar, erkek kıyafetine girdikleri vakit ayrı bir güzellik kazanıyorlar. Dikkat ediniz: Genç kızın erkek rolü oynadığı filimler ne kadar zevk okşuyor ve rağbet görü- yor... Halbuki erkekler sahneye ancak komiklik olsun diye kadın kıyafetinde çıkarlar; bu bir kaba soytarılıktır, kah- kaha koparmağa yarar; öteki ise ince, nefis bir komedidir; tatlı tatlı gülümse- ei . Marsilya gümrüğünde memur her- kese yaptığı gibi bana sordu: — Haber vereceğiniz eşyanız var mı? «Varlş dedim ve çantamdaki yüzlük kutulardaki sigaraları gösterdim. Küçük bir resim aldılar ve başka eşyama bak- madılar. Daha evvel vapura sıhhiye he- yeti gelmişti, yolcular birer birer önle- rinden geçirildi. Hâlâ hatırımdadır, sıh- hatim yolunda idi, neşeliydim, en ufak bir çaba; bir ürperme bile duymuyordum. Buna rağmen bana öyle geldi ki rengim, gözlerimin aklarına kadar sap sarı, yüreğim gayet intizam- 1 Bugün mayısın biridir. Bahar günü olan bir mayısta, eskiden dünyanın birçok yerlerinde kanlı çarpış- malar olurdu. Bunun şöyle bir ananesi vardır: 1889 se- nesinde Pariste toplanan beynelmilel işçi- ler kongresi, bir mayızı, «İşleri birakma» ve kuvvetini — de dünyanın her yerinde polis tedbir. ler alırdı. Nihayet, otoriter rejimler, bu bayramları İşte o güzel GÜNÜN ANSİKLOPEDİSİ MAYIS ..z ei tamamile imi yorgan a ar main misk ve: — ii Mösyö, durunuz ve şu tarafa Diyecek... Ne ayıp şey, yarabbil her- kesin gözü önünde şüpheli görünmek, gürüğe çıkınak, ayrı ve uzun bir muaye neden geçmek ve hasta sanılarak vapuru karantinaya üğretmak... Fakat, hayır, İşte yürüyorum, tam karşılarındayım, uzaklaşıyorum, ne bir ses, ne bir işaret... Oh, kurtuldum. Lüzumsuz, yersiz, sebeb- siz bir endişeden, bir vehimden kurtul a da ciddisinden kurtuluş kadar ko- e Bütün gün Marsilyayı gezdim, akşam yemeğini de gene bu şehirde, meşhur <bonillabaisse> si, bahk çorbasını ihmal etmiyerek yedim. Seyahatlerimde milli, mahalli yemeklerden tatmak | fırsatını kaçırmam; ağzın ve midemin de hak- kını vermelidir, onları da yeni zevklerle oyalamalıdır. Çeşid çeşid memleketler- de, biç olmazsa çeşnisine baktığım ye- meklerden en hoşuma gidenleri Marsil- yanın bu çorbası ve Mısırın, gene bir nevi ekmekli çorba olan mühliyesidir; arablar ona mülöhiyye derler. Bizun tarzda, semizotu ve tepanak gibi pişiril- mişi perhiz yemeğini andırır ve Mısırın kine hiç benzemez. Dalyanlarda yapılan balık çorbamız ise hoştur ama canın is- tediği zaman, haydi. Kavuklara kadar git de yaptır bakayım! İstanbul, ne za- man, tüm inânssile balık yemeğe alışa- cak ve bir balık lokantasına kavuşacak? Gahiba, balık kavağı çıktığı zaman... « Parise sabahleyin varmak üzere Marilyadan gece trenine bindim; mösyö Birteh bu kısa yol için vagonliye lüzum olınadığını söylemişti. Yerim pencere kenarındaydı, karşıma da genç, güzel bir kadın yerleşmişti. Biraz sonra, her- kes, başına gardan kira ile aldığı kuştüyü yastığı koyup P, L M., rümuzla gene ki- ralık battaniyeyi de dizine örterek uyku- ya hazırlandı; lâmbalarını da perdeleri aşığı içinde bir fırtına gibi gidiyoruz. “Genç madam gözlerini kapamış, yü- zünün üst kısmı gölgede, ağzı ve çenesi kandilin tatlı ve yumuşak aydınlığında, masum masum uyuyor. Fakat ben ne o derece masum, sakin bir haldeyim, ne de uyumak istidadındayım. Yabancı, güzel bir kadınla bu kadar karşı karşıya, ayaklarımız biribirine dokunacak, dizle- rimiz sürünecek derecede, yari karan- lıkta ve yarı yatar vaziyette bulunmak tahafıma gidiyor. Zibnimden Mopasan nın acaip hikâyeleri de geçiyor. Geri geri çekiliyorum, köşeme tutunmağa çalışıyorum. Anlaşılan öyle büzülmüşüm, öyle dertop olmuş, bir işkence manza- rası arzetmiştim ki, bir dolu vagonda hiç rastlamadığı rahattan şaşırarak uyanan kadın halime acımış... Göz göze gelincet Benim için rahatsız olmayınız, mösyöl Dedi ve şefkatle, belki de gülümsedi. yuvarlanıp rikkatle, . Yaptığım şeyin iyi veya fena olup olmadığını tayin ede- miyerek ve acemi görünme mek için, vücudümü yerimde serbes bi- raktım. Birez sonra dizlerimiz birbirine dokunmuştu; çekmedim. Ayaklarımız da buluştu; tınmadım. Bir vaka zuhu- runda bütün ümidim, yanımda uyuyan becerikli arkadaşımda, onun fransızlı. ğında ve İransızcasındaydı. 41. Türkiyede bir mayıs resmen bahar bay- ramı Kayul edilmiştir. İnciliçavuş Tunuağa cami ndeki zata allak vE GizafDdaki kx08 yi ibelerin Tkdriman kararan İnciliçavuşa dair “İbrahim Alâsddinin. «Meşhur adamlar ansiklopedisi, nde malü- mat sak yek Şemseddin Saminin «Ka- mumus - ül -a'lâm». inda ise yöyle kum malimat verilmektedir: Asil ismi Mustafa efendi olan İnciliça- am ma Tavukpazarında oturan İsmailin kızı on beş yaşında Rahime ve kardeşi Mehmed dün akşam evde etdi pilâv yemişler, biraz sonra ikisi de fena halde hastalarımışlar- dır. Yapılan muaycncde bunların zehirlen- dikleri anlaşılarak hastaneye kaldırılmış- p #

Bu sayıdan diğer sayfalar: