18 Kasım 1949 Tarihli Büyük Doğu Dergisi Sayfa 6

18 Kasım 1949 tarihli Büyük Doğu Dergisi Sayfa 6
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Ciltı — Mektup 41 den: EYGAMBERLER Peygambe- rinin Sünnetine rağbet... Tari- katle hakikatin tamamlavıcı bilin- mesine dikkat... Şeriat ilmiyle de gerçek tasavvuf ilmi arasında hiç- bir fark olmadığını anlamakta ba- siret... Bütün kemal dâvası bu ince- likler üzerinde toplanır ve velâyet makamının son basamağı, bütün bu inceliklerin nihai ifadesiyle (Sıddıkiyet-Hazreti Ebu Bekirin makamı) derecesinde karar kılar. Efendimiz, âlemlerin Rabbinin sevgilisidir. İvi ve güzel olan her şey o Sevsili icindir. Onun içindir ki, Hak, kitabında, Sevgilisine bü- yük ve eşsiz bir yaradılış ve ahlâkla vücud verdiğini haber verdi. Ciha- nın Efendisinde ic ve dış âlemler kemal halindeydi ve birbirlerine asla aykırı bulunmuyordu. Bu ba- kımdan #erçek marifet ve eriş, za- hirle bâtının birbirinin tamamlayı- cısı halinde, birbiriyle ahenk be- lirtmesi ve hiçbir aykırı ifadeye imkân bırakmamasıdır. Meselâ: Yalanı ağza almamak şeriattir. Kalbe siren valanı nefyetmekse ta- rikat... Kalbe giren yalanı cehd sarfederek nefyetmek tarikat iken, cehdsiz ve emeksiz atmak da haki- kattir, Tarikat ve hakikat yolcularına, şeriatin zahir plânına aykırı bir hal zuhur edecek olursa, bu, mut- laka, yolun bazı hususiyetleri yü- zünden düşülen manevi sarhoşluk sebebiyle olur. Onlar ayılıp tabii hale seldikleri zaman bütün bu ay- kırılıklardan hicbir sey kalmadı- ğını ve bütün mesafelerin kaybo- lup sittiğini sörürler, Bir de ba- karlar ki, seriate zıd gibi duran ilim ve idrâk adına ellerinde hiçbir şey kalmamıştır. Bu zümre sırf manevi sarhoşluk ve muvazenesizliklerinden dolayı zati ihatava, vani Allahın zatile kavranılabileceğine inanmıştır. On- lar bizzat Allahı, âlemin muhiti bi- lirler. Bu anlayış, Hak ehli âlimle- rinip anlayışına zıddır. Zira onlar Allahın, zatile değil, ilmiyle âlemi muhit olduğu kanaatindedirler. Gerçekten bu zahir âlimlerinin ka- 6 ŞERİAT naati, hakikate öbürlerinin anlayı- şından cok daha yakındır. Allah hiçbir hükümle mahküm ve hiçbir ilimle malüm değildir. Onu, mah- lüklarının kavrayış haddine sokar- ken, her hüküm, nasıl ve ne türlü olursa, yanlıştır. Orası, insan için nihai hayret ve mutlak #aflet ma- kamıdır ve o diyarda münhasır bil- gisizlikten başka bir şeve ver yok- tur. Her türlü idrâk ve mefhum oyununa karşı asla şaşmaz bir mi- zan halinde, Hakkın hiçbir beşeri ihataya sığmıyacağı, giriftliği nis- betinde basit, öyle bir bedahettir ki, bunun aksini iddia edenler, za- tın ihatası tabiriyle onun ilk taay- yününü kasdettiklerini söyleyerek nefslerine bir özür tedarik etme- dikce asla affedilemezler. Fakat bu taayyüne zatın ayni diyenler; bir çoklarını şaşırtan, baş dönmesine uğratan ve derinliğine doğru çeken ölüm ucurumuna yuvarlanıp gider- ler. Onun taayyününü bilmeyen- ler, bu taayyüne zat derler, «Vah- det-i Vücud» tabir edilen taayyün bütün mümkünler âlemine saridir. Bu bakımdan zatın ihatası gibi bir hüküm doğruı görünür. Fakat bu incelerin incesi noktada şu sonsuz nükte vardır ki, Allah, kendi (Mâ- siva-Dış dünva) sında mevcut her şeyden müstağni, mücerred ve mü- nezzehtir. Elde bu nizam bulun- dukça, bu taayyünler hakikat yo- lunun gercek kahramanları gözün- de de sabit olsa vine onlara Allah için bâtıl nazariyle bakarlar ve Hakkı onlardan tecrid imkânına ererler, Bövlece taayyünlerin iha- tasına, zatın ihatası demezler ve demek istemezler, Şimdi, bu ölçüy- le zahir âlimlerinin görüşü, öbür türlü #ören tasavvuf ehlinin gö- rüşünden daha ulvidir. Çünkü o türlü tasavvuf ehlinin, ne kadar mücerret olursa olsun, görebildiği zat, ilim ehlinin gözünde yine ve daima (Mâsiva-Dış âlem)e dahil ol- mak icap eder. Büyük sırra varan» ların indinde, marifetin 'şeria- te uygunluğu o nisbette tamamdır ki, kıpırdamaya imkân bulunmaz. 30 Velâyet makamından üstün olan «Sıddıkiyet» makamı budur ve bu ei fevkinde yalnız nübuv- t makamı vardır. Selât ve Selâ- mın hedefi olan Peygamberler Pey- gamberine vahy yoliyle gelen ilim, «Sıddık»a ilham vasıtasiyle açıl- mıştır. Bu iki ilim arasındaki fark sadece vahy ve ilham arasındaki farktan ibarettir. Sıddıkiyet maka- mından aşağı her makamda ise bir parça «sekr-manevi sarhoşluk» dai- ma mevcuttur. Tam ve kâmil ayık- lık ve tam ve muhteşem muvazene, yalnız «Sıddıkiyet» makamından- dır. «Sıddıkiyet» makamının yolu olan ilham ile nübuvvetin vahyi arasındaki fark ise, vahyin melek vasıtasiyle oluşundan asla hâtaya yer bırakmaması, ilhamda ise en ulvi merkeze, kalbe hitab etmesine rağmen kalbin akıl ve nefsle alâ- kası yüzünden asgari bir hâtaya imkân söstermesidir. Nefs itminan derecesine çıktığı zaman bile ken- di asli sıfatlarından uzağa düşmez. Hattâ asli sıfatlarını kaybetmesin- de birtakım faydalar vardır. Eğer nefs kendi sıfatlarının bir daha zu- huru imkânından tamamiyle uzak düşseydi terakki ve tekamül yolu kapanmış olurdu. O zaman ruhta meleklik hüküm sürer ve o bir makamda mahbus olur, kalırdı. Ruhun terakkisi nefsin muhalefe- tiyledir. Nefste muhalefet kalma- yınca terakki nasıl olur? Kâinatın Efendisi bir cihaddan dönüşlerinde şöyle buyurdular: —aŞimdi klcük cihaddan büyük cihada gidiyoruz.» Ve büyük cihaddan maksatları, milyonluk Orduların milyonluk ordularla cenginden milyonlarca defa büyük bir mâna halinde, tek ferdin nefsiyle cihada girişmesiy- di. Nefse muhalefet, onun çektiği istikamete gitmemekle olur, Belki de imkân nisbetinde o muhalefeti murad etmekle... Zira nefsin sürük- leyişlerine tam mânasiyle karşı ko- yabilmek, tasavvuru kabil bir iş değildir. Olsa olsa mukabil irade le olur. Ve nedamete, pi , tövbeye düşmek ve Allaha sığın- mak yoliyle... Bu şekilde öyle ân- ll bi

Bu sayıdan diğer sayfalar: