21 Kasım 1929 Tarihli Servetifunun (Uyanış) Dergisi Sayfa 20

21 Kasım 1929 tarihli Servetifunun (Uyanış) Dergisi Sayfa 20
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

838 UYANIŞ No. 1735—51 BEYAZ ELLI ARAP Maceralı hikâye: — Başı Geçen nüshada — Hayret ve tereddüdümüz gittikçe artıyordu: Bu dağbaşında, bu dolambaçlı yolların, bu esrarengiz kapının ne işi vardı? Bütün bu tesisat, hiç şüphesiz bir yere, bir binaya müntehi olacaktı.. Acaba periler diyarın mı ulaşmıştık, yoksa bir dünya târikinin inzivagâhına mı dahil oluyorduk ? Bütün bunlar bizce meçhul şeylerdi. Henüz eşiğinde bulunduğumuz bu srm neticesini anlamak maksadile kapıya dayandık, meğer buna hiç te lüzum yokmuş, çünkü kapı muka- vemetsizce açıldı ve ayni koridorun uzayışı içinde beş on adım ilerledikten sonra, alçak, bir kutu gibi kağ köşe, tuğla yapısı bir binanın önüne geldik. Bu bina, cenup evlerinin mimarisini liye, fa- kat asıl dikkat ve hayrete şayan ciheti, pencereleri olmamasıydı. Yalnız küçücük bir baca ve ince bir duman sütunu, esrarlı evin içinde bir hayatın mev- cudiyetine delâlet ediyordu. Doğrusunu isterseniz, ben, kendi hesabıma, geri dönmek istedim, başımı durup dururken belâya sokmağa vaktim yoktu, fa- kat, arkadaşların israrı karşısında ne yapabilirdim ? Bu esnada ikinci bir kapila karşılaştık, fakat bu, gö- rünüşte, öbürü gibi intitipüftün bir şey değil, bir demir kapıydı.. Hikâyemin başında Bleker'in ara- mızda en kuvvetlimiz olduğunu söylemiştim, değil mi ? İşte onun için,kapıyı omuzlıyan Bleeker oldu. Meğer fazla kuvvete hiç te hacet yokmuş.. Değil Bleker, dört yaşlarında bulunan küçücük Bleker bile serçe mağ şu işi görebilirmiş. Her ne ise çılan kapıdan içeri girdik. Vakıa gözlermiz önün- deki eşyayı (ayan beyan) görüyorduk, bastığımız yer, çok az çiğnenmiş bir toprak parçasiydi, fakat nerede olduğumuzu, nereye gittiğimizi bilmemekten dolayı zi İl ler gibiydik. Dalai içeriye girerken örtmeğe lüzum görmedi- gimiz kapı, görünürde kimseler yokken birdenbire üzerimize kapandı.. Demek, gizli bir el, görünmez bir kuvvet bu korkunç tuzağa düşürülecek biçareleri, her türlü kurtuluş ihtimalinden uzaklaştırmak için müte- yakkız bulunuyordu. Alnınlızda iri nohutlar gibi soğuk ter taneleri hissettik! Şimdi ne yapacaktık ? nereden kaçacaktık? ayak ucumuzda yuvarlanan şu müthiş tehlükeye nasıl karşı koyacaktık !!! * #* Çıplak bir oda. Zemin çimento döşeli. Tavanın dört köşesindeki asetilen lambaları ortalığa keskin Ahmet İhsan A Matbaası Limitet Şirketi ve beyaz bir ışık dağıtıyor.. köşede, demir çubuklarla kafes şeklinde örülmüş bir bölme. Bu bölmenin ka- pağı görünmüyor, içinde agzına kadar su dolu bir depodan başka bir şey yok, yani boş. Tıbkı odanın diğer kısımları gibi.. Kafese yaklaşarak baktığımız zaman tüyler ürper- tici bir manzarayla karşılaştık.. nasıl karşılaşmayalım ki, zemin, daha henüz parçalanmış insan kemiklerile- doluydu. Sapsarı kesilmiş olan Remnigton koluma sarılarak: — Nerdeyiz? diye sordu. Bu suale cevap verebilecek hangimizdi? Hiç sesi çıkmıyan Bleker'in tıbkı benim gibi, konuşacak değil,. kılını oynatacak hâli kalmamıştı. Bununla beraber,. her üçümüz de geceki korkunç seslerin nereden gel- diğini şimdi pek güzel anlamıştık! Bir müddet sonra bizim de o zavallılar gibi şu insan mezbahasının kanlı duvarları arasında bihude istimdat sadaları çıkarmıyacağımız ne malümdu?... Bu korkunç mülâhaza içinde bir saniye hareket- siz kaldık. Sonra... tereddüde mahâl yoktku, kurtu- luş ümitleri büsbütün suya düşmeden buradan kaç- mak lâzımdı. Ama nasıl?... Yegâne kurtuluş çaresi kendikendine, yahut gizli bir el tarafından üstümüze kapanmış olan kapıyı açıp kaçmakta idi. Âni bir beraberlikle kapıya dog- ru ilerledik. İşte o anda gördüğümüz şey, bizi kor- kudan, şaşkınlıktan olduğumuz yerde mıhladı: Bir adam (Çünkü her şeye rağmen bu mahlüka yine adam demek lâm) kapila bizim aramızda ayakta duruyordu. Bu adam, bir kule gibi upuzundu. Sırtında hâri- kulâde güzel, gümüşü bir elbise vardı. Kunduraları halis ingiliz mamulâtındandı. Boynuna mavi, ipek bir atkı dolamıştı. Ellerinde eldiven ve başında; kulaklarına kadar geçirilmiş ipekli bir serpuş vardı. Kaşları ipek takkenin altında gizlenmiş olan bu yüzün gayet ince hatları mevcuttu. Simanın umumi hâli sevimliydi, hatta yalnız sevimli değil, güzeldi bile, Rengine gelince.. işte onu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim, çünkü karşımızdaki bu giyimli, kuşamlı adam kuzguni bir araptan başka bir şey değildi! — Nasılsınız efendiler? Meçhul adam, zarif bir tebessüm içinde beyaz, inci gibi bembeyaz ve sapsağlam dişlerini göstererek bize hitap ediyordu. İlâve etti: — Sizlerle müşerref olduğumdan dolayı çok bah tiyarım. Burada nadiren müsafir kabul ederim de... Gayrı ihtiyari titredim. Bütün güzelliğine rağmen bu adamda insanı korkutan esrarlı bir hâl vardı. Remington, kendini tutamadı, herife: — Ne cehennemden çıktın? diye dokunaklı bir cevap fırlattı Arap: —Teşrif buyrulduğu zaman bendeniz de burada bu- lunuyordum, diyerek sükün ve tevazu(!) gösterdi. Fransizca dan nâkili : Hâmit Refik — devamı gelecek nushada —

Bu sayıdan diğer sayfalar: