15 Kasım 1937 Tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 6

15 Kasım 1937 tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 6
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

6 _S.ıylı “Ben bir tımarhane kaçkınıyım!,, Karga tulumba edilere k karakola getirildim Yolda, etrafımıza toplanan kalabalık arasında polislerle yaptığım mücadele beni epeyce yormuştu Röportajı yapan: Faruk Küçük Faruk Küçük Bay Kadrinin önündeki kâğıdı yırttığı anda foto Cemalin tesbit ettiği şayanı dikkat enstantane —- MA-— Bir taraftan da mütemadiyen tele * fon çevriliyor. Az sonra bir polis, bir. bekçi, bir de sivil memur kapıdan giri- yorlar. Bayan garson beni işaret edi - yor. Polis yanıma yaklaşıyor. Aldırmı- yorum bile — Buyurun, diyor karakola.. iniz, polisin bu hitabına ade- tâ içerliyorum. Öyle ya neye bana kar- Ş1 hürmette kusur ediyor, Pürhiddet: — Bu ne biçim hitab diyorum, Ben kimim, biliyor musun?. —E selâm dur! Zavallı polis şaşırmış, selâm duru - yor: — Aleyküm selâm evlâdim. - Şimdi söyle bakalım ne istiyorsun? — Karakola kadar teşrif eder misi- niz? — Benim karakolda işim yok. — Komiser bey rica ediyorlar. Siz- atırsınız, at onun nezake- ddetle bağırıyorum: Benim etim var, Benim.. şu karşımda oturan şapkalı beni tahkir etti. Bana karşı hürmette kusur - etti Söyleyin, çıkarsın şapkasım, çıkarsın l şapkasını çıkarsın diyorum. S şaşırmış: — Kadri bey, diyor, ne olur şapkanı Çıkar.. Bu defa o aksile — Şapkamı neye çıkaracak mışım? Atılıyorum: — Neye mi ç.karacakmış, Tum, YOKBA,.; Polisle gelen sivil memur koluma gi- riyorlar: Polis çok nazik. F tine karşı be çıkarsın Yanındakine dönüyor: — Lütfi efendi söyle Kadri bey de gelsin. Başka türlü bunu zaptedemiye- ceğiz. Çocuklar mektebden çıkmışlar, ka- labalık gittikçe çoğalıyor. Böyle gider- se tramvaylar da işliyemiyecek., Kadri bey çıkıyor, Fakat şapkası hâ- lâ başında. Bağırıyorum: — Çıkarsın şapkasını! Çıkarsın! ©O inad ediyor: — Çıkarmıyacağım.. Polis öfkeleniyor: — Be adam bu deli, sende mi deli- in.. Çıkar şu şapkanı ne olur? karmasa ben çıkartırım, n elinden tekrar fırlıyor, şap- ikarmıyan — bu cür'etkârın (!) ne hücum ediyorum.. Polisler fırlıyorlar. Beni yakalıyor- lar, sürükliye sürükliye sokağa saptırı- yorlar. Ahali gitgide kalabalıklaşıyor. Ben de ama kuvyetli imişim hal. Sivil memurla polis başa çıkamıyorlar, Bekçiden yardım istiyorlar.. Bekçi arkadan beni kucaklıyor. Tek- me atıyorum, çırpınıyorum, kendimi kurtarmağa çabalıyorum. 'aftan birkaç yardımcı daha pey- man, güler yüzlü bir komiser bana yak İlaşıyor. Gayet tatlı bir sesle: — Evlâdım, diyor. Ne var, ne olu- yorsun? Hastasın galiba.. Gel otur ba- şuraya... Adamcağızın bu nezaketine karsı kaba muamele yapmak ayıb. İskemle- ye çöküyorum. Yorulmuşum, kanter içindeyim. Et- Yafa bakıyorum, küçük dört köşe bir oda, Karşıda karşılıklı âki masa var.. Odaya arkamdan Foto Cemal, Fuad, ç— Siz, onun kusuruna - bakmayın, Melik, püstanenin sahibi, daha arka- lütfen bizimle karakola teşrif edin. Ko-| üN da gri elbiseli adam giriyorlar, miser beye söyleriz, cezasını görür. — Peki... Ama o da bizimle gelsin.. Fuad, Melik, kahverengi elbiseli a * yaktalar. Cemal elinde makinesi bir o yana, bir bu yana koşuyor. Sokağa çıkıyoruz... Etrafıma — bakı- yorum, İsminin Kadri olduğunu — öğ- rendiğim gri elbiseli meydanda — yok, Hemen - polisin elinden yakalıyorum.. —,0 şapkasını çıkarmıyan adam ne- Polisler kolumdan yapışıyorlar, beni sürüklemeğe başlıyorlar. Gider miyim.. Bütün kuvvetimle a- sılıyorum, onlar da beni bütün kuv- vetlerile çekiyorlar. Gelen geçen etra- fımıza toplanıyor. Esnaf dükkânların- dan dışarı fırlıyorlar. Cemal gene önü- müzde makinesini habire çıt çıt işleti- yor. Bağırıyorum, kıyameti koparıyorum: — Gitmem... Gitmem... İlle o şap- kalı da gelecek.. Polis: — Gelir, şimdi gelir, biz gidelim di- yor. — Olmaz, gelecek.. Şapka hâlâ başında, Gel de içerleme! Şapkasını bâlâ çı k_armı_vor. Yerimden fırlıyör, doğru Üzerine saldırıyorum., — Şapka hâlâ başında ha, çıkar di- yorum. ç Şişman kamiser koşarak beni yaka- hyor: — Vazgeç evlâdım. Otur. Siz de şap- kayı başınızdan çıkarın, — Çıkarmıyacağım... Bağırıyorum: — Görüyorsunuz ya komiser bey, hâlâ şapkayi çıkarmıyor. Şimdi ben ona gösteririm.. İki polis memuru beni tekrar yaka- lıyorlar. Kamiser: — Evlâdım, otur, hastasın sen, diyor. Sonra gri elbiseli adama: — Canım çıkarınız şu şapkayı başı- nızdan, Esasen burada şapka ile du- rTulmaz. Oh yarabbi şükür. Nihayet şapkayı başından çıkarıyor. . İskemleye oturuyorum, Melik, FPu- ad, Cemal köşede durmuşlar, Kapıda bir sürü meraklı toplanmış. da oluyor ve nihayet karga tulumba| ;bem karakoldan içeri tıkıyorlar, Şiş.| SON POSTA HÂDİSELER KARŞISINDA Destur hâşü huzurunuzdan bu sefer de ayaktan bahsedeceğiz.. Ama belki: »— Söz ayağa düştül Diyecekler bulunacak, varsın desinler.. * Bana: — Kendine bir kapı bulabildin mi? Dediler: — Buldum, dedim, bir ayakkabı! * — Akılsız başın zahmetini ayak çeker! Dediler, güldü. — Keşki, dedim, akılsız başın zahme« tini çeken yalnız ayak olsaydı. * * İnsanlar ı_yıkxıl olsalardı; ne Tyi İdi. Hiç kimse, kimsenin ayağının altına kars puz kabuğu koyamazdı da..: * Dünyada ayak üstünde duranlar her halde ayak altında ezilenlerin milyonda birinden fazla değildi * Ayakkabıcı kırkayağı gördü, içini çek- tiz — Ne olurdu, dedi, insanlar da bunlar gibi yaratılsalardı. * Tek ayak üstünde sekiz yalan söyliyen- «|ler hep de iki ayaklılar arasından çıkı. yor, dört ayaklıların hiçbiri böyle yapmı- yor. * Vapura iskele veren çımacı bağırdı: — Ayak!, İstanbula yeni gelen hayret etti: — Burası için Kadıköy demişleraı, de- di, meğer adı Kadıköy değil, ayakmış. * Ayağımı denk almasını nihayet öğre- nebildim ama, yorganıma göre vYatma. gını bir türlü öğrenemiyorum. * Kazın ayağı nasıldır acaba?.. Bana: — Öyle değil! Dediler de.. Saciyâk olanlar, kendi ayakları Üüzerin. de duramıyanlardır, * Yüksek ökçeli iskarpin içindeki kadın Ayağı, erkek ayağına baktı: — Benim ne günahım vardı ki kadın 'ayağı olarak dünyaya geldim?. Dedi. $i â Kedi dört ayağı üzerine düştü: — Ne yapıyorsun? Dediler, cevab verdi: — İnsanlar görsünler, öğrensinler isti. yorum. Onların da bunu bilmeleri lâzım. dır da.. İsmet Hulüsi Anadolu, ikinci küme maçlarına iştirak etmiyor Anadolu klübünün ihtilâflı — vaziyeti hakkında karar vermek üzere Üsküdar gençliğini temsil eden beş yüze yakın â- za, dün Üsküdar Halkevi salonunda top- lanarak kongrelerini akdetmişlerdir. Beş saat devam eden kongrede heyecanlı mü- nakaşalar yapılmış, birçok gençler söz a- larak bu vaziyet karşısında kongreyi kat'i kararlar vermeğe davet etmişler. dir. Neticede ittifakla ikinci küme maçları- na iştirak etmemeğe ve avukat Sami Dil. man, avukat Reşad Kaynar, Vahdet Tek« el, Kâmil, Celâl Ergundan mürekkeb a- yırdığı beş kişilik komiteye verilen ka- rarı bozdurmak için her türlü teşebbüs- leri yapmaları için salâhiyet verilmesine Ka dın gözile Avrup Notre Dame kilisesini ve Louvre müzesini ziyaret Louvre müzeini gördüm dersem bana inanmayınız; onu sadece gezdim. Dünyanın en zengin müzelerinden biri olan burasını görmek için haftalar lâzımdır Yazan: Muazzez Tahsin Berkand — Hü e İstanbuldaki Ayasofya müzesi, Roma- daki Saint-Plerre ve Paristeki Notre Dame kiliseleri mabedlerin en meşhurla- rından, belki de en meşhurlarıdır. Bu yüksek san'at eserlerinden birincisini bir çok defalar kendi memleketimde gör- müştüm; ikincisine yaptığım ziyareti Son Posta okuyucularına bundan evvel anlat- miştım; geriye sonuncusu kalıyordu. Kaç defa Notre Dame katedralının ö- nünden geçtiğim halde içeriye girmedim; kulağımda bir düzüye Frı Orasını aydınlık bir günde gezmeli- ışıkların renkli camlar üzerindeki akislerini görmedikten sonra neye ya- rar? sözleri çınlıyordu. Fakat bütün hüs- nü niyetime rağmen Fransız dostlarımın tavsiyelerini yerine getiremedim. Sebebi çok basit: Pariste kaldığım müddet için- de güneşi pek az gördüm. Hava bazan yağmurlu oldu, fakat çok defa bulutlu ve karanlık... Nihayet bir gün, güneşsiz bir havada, hem Notre Dame'ı, hem de Louvre mü- zesini ziyaret etmek kararile sabahtan yola düzüldüm. İki tarafmdaki yüksek kulelerin orta- sındaki gül biçimi tezyinatı ve kapıları- nin ihtişamile Notre Dame katedralı go- tik mimarisinin şaheserlerinden biridir. İnsan buraya girince, belki de biraz kili- senin Toşluğundan olacak, ruhunda bir ağırlık duyuyor. Burada da, Romadaki Saint-Pierre ki- lisesinin kapısındaki levhanın fransızcası asılı: «Kiliseye açık saçık kıyafetle giril- memesi ve içeride gürültü edilmemesi ri- ca olunur.» Fakat Romadaki kilisede sü- künetle ve alçak sesle konuşulduğu hal- de beyaz mermerlerde bir neş'e vardı; burası kasvetli... Adetâ Fransa tarihinin en karanlık günleri ziyaretçilerin omuz- larına çökmüş gibi. Maamafih, renkli ve harikulâde güzel camların üzerindeki ışık oyunları bu kasvetin üzerine hafif bir nur indiriyor. Ayaklarımızın ucuna basarak - kilise- nin dört tarafını dolaşıp nelis kabartma- larını ve şapelini gördükten sonra duhuli- ye ile girilen hazine kısmına geçtik. Bu- rTada da çok güzel eserler var. Hele fildi şinden bir İsa heykeli; bütün servetini kiliseye hediye eden bir zengin kadının elmasları ve birçok kıymetli taçlar ve sai- re, cidden görülmeğe değer şeyler. Notre Dadme kilisesini gezdikten san- ra seyyahlar bir izzetinefis meselesi kar- şısında kalıyorlar: Dört yüz basamaklı kuleye çıkmak... pi Başlangıçta kolay ama daracık ve aşın- ramş mermer merdiveni, hele karanlık yerlerinde, döne döne çıkmak, mühim bir iş oluyor. Maamafih dört yüz basamak- tan korktum dememek için büyük - bir gayret göstererek kulenin - tepesindeki tarasaya kadar çıktım. Zahmetine değer- miş: Bütün Paris panoraması, nehir ve ormanile birlikte ayaklar altında görmek gözler için her zaman bulunmıyan bir zevk. Buraya kadar çıkmışken, bir de çan kulesini göreyim dedim. Yüksekçe ve dik güvercinlerin yuva yaptıkları geniş biğ odaya girdik. Burada, büyükçe bir odayı baştanbaşa kaplıyacak cesamette bir çam vardı, Bizi gezdiren memura sordum: — Bu kocaman çanı nasıl çalarsınız? »— İki tarafta pedallar var. Birkaç a dam bunları ağır ağır kımıldatarak çant harekete getirirler. — Hergün için zahmetli bir iş değil mi? — Hergün mü? Notre Damın çanı an« cak en büyük vesilelerle mı zae manlarda çalar, Meselâ mütarekenin yıle dönümü, milli bayram ve saire. 400 merdiveni inmek çıkmaktan da zore muş. Kendimi sokaktaki insanların ara- sında görünce içimden derin bir « dedim. x» Hem binası, hem de içindeki & başlı başına bir tarih olan Louvre müze- sinden girince, içerideki kalabalığa şaş- tım ve kendi kendime mutlaka burada bir şey var dedim. Yanılmışım. Burası hergün ziyaretçiletle dolar boşanırın Müzeyi yirmi kişilik kafileler halinde ve bir klavuz refakatinde gezmek âdet- miş, Biz de içeriye girmek için beş on da« kika bekledik, fakat kapıdan geçtikten sonra artık klavuza ehemmiyet verme- diğimiz eserler karşısında durarak gez- meğe başladık. Niyetimiz bütün ç den sonrayı yalnız resim galerisine has. retmek ve heykel kısmını da, hususi « rette aydın! dığı bir gece . Meğer bir öğleden sonrayı değil, bir iki günü ancak tabloları teker teker gö ğe hasretmek lâzımmış. Vaktimiz © dığı için pek az eser önünde durmak su- retile ve ekserisinin önünden alel geçerek dört beş saat butada kaldik. Fa- wardı yarabbim! Adamlar gördük ki, yü- zündeki mana İçinin bütün isteğini an« latıyordu; çocuklar gördük ki, gözl deki acılığa bakıp ağlamamak için kene dimizi güç tuttuk; öyle tabiat köşeleri gördük ki, ağaçlarının altına uzanıp tatli tatlı hayalâta dalmak arzusu içimizi yake t. Fakat hepsinin üstünde ve en hâkim olan şey renklerdi. Tabiatte bu renkleri bulabilmek için insarım ancâk o tenkteri yaratan kadar büyük bir ressam olinası' lâzam göliyor. Bazı dakikalarım oluyordu ki, senelere denberi kitablarda gördüğüm ve okudüe ğum eserlerin asıllarına bakarken kendi gözlerime inanamıyacak kadar Hayretler içinde kahyor ve rüya görmediğime, göz- Jerimi kamaştıran bu renkleri ve güzele likleri cidden görmekte olduğuma kendi- mi inandırmak için etrafımdaki ziyarete çilerle meşgul olmağa çalışıyardum. Herkes benim gibi sessiz ve hayrandı. Gürültü etmekten korkuyormuş gibi here kes parmaklarının ucuna basarak yürü- yardu. Kendimi bir asarı atika müzesite de değil, bir mabedde sanıyordum. * Haftada iki gece Louvre — müzesinit heykel kısmının hususi bir surette ay- dınlatıldığını biliyordum. — Bunun — için

Bu sayıdan diğer sayfalar: