30 Nisan 1935 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 10

30 Nisan 1935 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 10
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

“TAN ” m tefrikası y &. “Sekizinci Paleolagos,un Yüreğine İnmişti “ Aah... bu Mariya...,, Bunların tesiri derhal görül- müştü. Çandarlı İbrahim Paşa ne yapmış, ne etmişti.. Bunu öğ- renmeğe İlüzüm — görmemişti. Yalnız, “Kostantiniye,, üzerine yürümekten başka bir şey dü- şünmiyen — Edirne hükümdarı- nın, bir gün. büyük düğün ha- zırlıkları yapmağa başladığını işitmişti. Aaah... İsfendiyar Öğluünün Kâastamonu kalesinde büyüttü- ğü kız, eşi bulunmaz bir güzel- di doğrusu... ve İkinci Murat ha yatına onun karışacağı günü o güne kadar görülmemiş bir deb- debe ile kutlulamak istemişti. Ve öyle hazırlıklar yapmıştı ki, düğüne gelenler parmakları- nı ısırmışlardı. Ziyafe biri- birinden parlak, biribirinden göz kamaştırıcı israflar biribir- lerini kovalamışlardı. Sonradan anlamıştı ki, Kastamonu güze- linden başka bir şey düşünme- diği bugünlerde İkinci Murad'ı kandırmak için Sadrazam Çan- darlı İbrahim bin dereden su ge- tifmeğe mecbur olmamıştı. Ö zaman İyovannis komşu ve dost bir hükümdar srfatile Edirneye elçiler göndermiş, düşmanının evlenmesini tebrik etmişti. Maamafih kuru ku- ruya tebriklerin siyasi i döndüremiyeceğini bildiği için Edirnenin çok israflara boğul- duğu bugünlerde, her sene otuz bin duka altını baç vermeği de teklif etmişti. Bunun üzerine Edirne sarayı daha fazlasımı is- temeğe lüzum görmemişti. Yıl- dırım Bayezid'e bile on bin du- ka verebilen Bizanstan daha ne istenebilirdi? İşte o gündenberi, yani Edire ne ile Bizans arasında, İsfendi- yar kızınm düğününden sonra yapılan uzlaşmadanberi İyovan- nis az çok rahat bir nefes alabi- liyordu. Yemeyip, içmeyip her sene otuz bin dukayı bayılmak pek hoş bir şey değildi ama, bu sa- yede kazandığı hayat onun için de pek fena geçmiyordu. Ö da, kâh Sirp kıralının — kızinı, kâh şu beyin hediyesi, bu vurgunun topladığı cariyelerin en güzeli: ni seçip koynuna alan komşusu İkinci Murat'la yarış eder gibi evlenip durmuştu: Moskova Büyük Dukasının erifes bir kızile az safa mı sür- Yazan: “İyovannis müştü. Sağlam bir şimal ırkı- nin bu en güzel nümunesi olan Anna'nın arkasından Monferra Markisinin kızını almıştı. - Bi- zans sarayına girdikten sonra Sofi Paleologina adını alan bu imparatoriçe, esmer İtalya kız- larının en seçilmişiydi. Öyle gü- zel bir sesi vardı ki... ve kapka- ra saçlarile bebeklerinden atesş fışkırır gibi parlak olan o kap- kara gözlerini Ayasofya ayinle- rinde ve Vilaherne dehlizlerin- de o kadar âşık bulmuştu ki... Nihayet sıra Trabzon İmpa- ratorunun kızı Mariya Konme- nos'a gelmişti. Aaah... Bu Mariya şimdi, İyo- vannis, onu hasretle anıyordu. Zavallı Mariya! Yürürken vücu- duna yapışan ince ipek elbise- sinin yan yırtmaçlarından, çap- kın bakışlı gözlerinin bir an ta- dabildiği bacakları, Karadeni- zin köpüklü dalgaları arasında kaybolup beliren Yunus balık- larının gergin sırtlarını hatırla- tırdı. Önunla da az tatlı günler mi geçirmişti! Fakat ne yazık! Ölürken yanında bulunamamış- tt; İtalyada idi.. Bir Sadrazam Çandarlı Ibra- hime güvenip durmakla iş bit- miyordu. İkinci Murad'ın başı- na yeni yeni belâlar musallar etmek lâzımdı ki, Edirne gözü- nü Bizansa çevirmek imkânını bulamasın! Durmadan çalışıyor ve Nigeboluda — Yıldırım Baye- zit'ten yediği silleyi bir türlü unutamıyan Avrupayı coştur- mak, yeni bir Ehlisalip halinde bu müslüman Türklerden inti- kam almağa kışkırtıyordu. Ve bunda muvaffak ta olmuştu. E- dirnenin garp hudutlarında bir “Jan Honyad” belirmişti ki, İkinci Murad'ı Bizansı düşün- mekten epeyi alakoymuştu. A- ma bu İkinci Murad'ın idare et- tiği yeni Türk İmparatorluğu- na talih her gün bir başka gü- ler yüz gösteriyordu. Jan Hoz- yad'ın da sonü gelmişti. .. *Sağlam bir şimalırkının bu en güzel nümunesi, bu enfes Anna.... İşte, eski Bizans imparatorla- rının hassa süvarilerine ahir yapmağa bile güç tenezzül ed2- cekleri bu bahçeleri ısırganlı ve Nizameddin NAZİF ”*)) “Monferra markisinin k olan bu İimperatoriçe ise..,, temel taşları aralarından fırla- yan incir ağaçları ile her gün bi- raz daha yerlerinden fırlayan kötü Vilâherne'de Sekizinci İyo vannis Paleologos bunun için bu kadar bitkin, bu kadar endi- şeli görünüyordu. Evet... İkinci Murat Jan Hon- yad'ı da, Bizansın bu son ümi- dini de tepeleyivermişti. Harp üç gün üç gece sürmüş- tü. Ama ne harp! “Kara Ta- vuk” ovasını hiriştiyan askerle- rinin cesetlerile dolduran — ve Osmanlı İmparatorluğunun ilk Murad'ındanber” aç kalan Ko- sova kartallarına, çaylâklarına mükellef bir ziyafet çeken bir harp! Hüdavendiğâr Müurad'ın Koso- va zaferinden de parlak olmuş- | tu. Zira ufukta ne bir Timur- | lenk vardı ve ne de bu zaferin İ akabinde, muzaffer kumandanı |öldürecek bir Miloş Kaploviç çıkmıştı. Artık lkinci Murat A- nadolusundan ve garp hudütla- rından emin bir hükümdardı ki, burnu dibinde duran Bizansı ta- rihe gömmek ona mevuddur zannedilebilirdi. Bu zaferi dünya 1448 senesi birinci teşrininin on sekizinci günü duymuştu. —Bu, hayatını Bizans tarihinin yorgunlukları- na göğüs gererek geçirmiş olan Imparator Sekizinci İyovannis Paleologos'a uykusuz geceler | geçirten, endişe veren son azap oldu. Zira tam on üç gün sonra, ya- ni Bizansta kullanılan takvimin 6957 inci yılı (1) ilk teşrin ayı- mın otuz birinci günü sabahı, ©- nu yatağında ölü buldular. Jan Honyad'ı ezen İkinci Murat, kazandığı zaferle komşusu İyo- vannis'in kalbini durdurmuştu. Nizameddin NAZİF (1) Bizans rumları Tevratın riva- yet ettiği ilk hilkat gününü de hesa- ba katarak seneleri sayarlardı. Bına göre ilk Ademle İsa'nın doğumu &- rasında (5508) sene geçtiği rivayet ediliyor.. Ve bu harbin neticesi Yıldı- | rım'ın Nigebolu zaferinden de, | S AA HIKAYE "W .. Diri Bakan Ölü! Gece, yemekten sonra, bahçe üstündeki büyük salonda oturu- yorduk. Yediğimiz yemeklerin tadı, damağımızda kalmıştı. He- le boğazlarına düşkün olanlar, söyleye söyleye bitiremiyorlar ve ev sahibini tebrik ediyorlar - dı: — Mükemmel var. — Ahçı değil, sanatkâr! O zamana kadar hiç lâkırdı - ya karışmamış olan kesik sivri beyaz sakallı, temiz, aydınlık bir ahçınız yüzlü bir ihtiyar, kımıldanır gi- | bi oldu ve titrek bir sesle: — Pardon efendim, dedi. Bi- | zim Türk — ahçılarımızı da pek yabana atmayın. İhtiyarın titrekliğine rağmen sesinde öyle bir kat'iyet vardı ki gürültülü gürültülü münaka- şa edenler, susvermişlerdi. İhti- yarın dudakları hafif hafif gü - lümsüyordu: — Size bir hikâye değil, tari- hi bir vaka anlatacağım. Os - manlı İmparatorluğunun ol ka- ranlık ve kara — günlerindeyiz. 1293 bozgunundan sonra Ber - | lin muahedesi imzalanıyor, Şark meselesi bir Pomeranyalı nefe- rin tek kemiğine değmez, diye- cek kadar şarka aldırmayan, o- muz silken Prens Bismark, mu- ahedeyi, Osmanlı murahhasları Aleksandr Kara Todori Paşa i- le ikinci murahhas Saffet Paşa- ya âdeta dikte ettiriyor. İhtiyar, içini çekti: — Peder merhum, heyeti mu rahhasada bilmem ne kâtibi... Geçmiş gün, fazla tafsilâtı hatı- rımda kalmamış... Pederin an - lattıklarının yalnız en canlı nok talarını anlatabileceğim... Avus- turya murahhasları, bizim mu - rahhaslara bir ziyafet veriyor - lar... Buna mukabele etmek za- rureti, mecburiyeti var. Osman- li İmparatorluğu tam bir izmih- lâl içinde iken bile, eski debdebe sinden, tantanasından vaz geçer mi? İhtiyar, gülümsüyordu: — Şunu da unutmadan söy - liyeyim: Osmanlı ikinci murah- hası Saffet Paşa, yemek husu - sunda gayet titizmiş. Eskilerin, habazan; bizim, obur, mahalle karılarının körboğazlı dedikleri bir pisboğaz değilmiş. Dil alış - mak ne fena; gene eski bir tabir kullanacağım: nefaisperest!' miş, diyeceğim. Titizliği merak derecesine varmış olan bü paşa- nın bir illeti de, gittiği yerlere ahçıbaşısını da beraberinde gö - türmekmiş! Hele hudut aşırı bir yere yolculuğa çıkarsa... İhtiyar, elini ve başmı ağır a- ğar sallıyordu: — Paşanın — ahçıbaşısı olan gayet bıyıklı, ferik elması ya - naklı, çifte ense, iri kıyım Ana- dolu uşağı da, başında kırmızı fesi, sırtında sırmalı — cepkeni, belinde ipek futası, ayaklarında çuha elifi şalvarı ile, heyeti mu- rahhasa maiyetinde... İhtiyar, iki eli ile — koltuğun kenarlarını — tutmuştu: — Avusturya murahhasları - nın verdiği ziyafete, Saffet pa- şa da, otelinde mükellef bir zi - yafet çekerek mukabele ediyor. Paşa, bir kere; göster kendini! demiş. Ahçıbaşı da kolları sıva- mış ve göstermiş kendini... İhtiyar, kollarını açarak an - latıyordu: — Sofraya oturulmuş... Da - vetlilerin önlerine konan listeye göre yemekler dağıtılmağa baş- lanmış... Çorba... Arkasından Ot... htiyar, birdenbire durmuş - tu: — Size, bundan sonrasını, pe derin ağzından anlatayım: Tavrını değiştirerek anlatma- ğa başlamıştı: — Derken efendim, sofraya balıkgeldi... Geldi ama, balık di- ri, diri.., Evet, canlı... Hani, ol- taya yarım takılıp ta birden çe- kilen ve tam — diri diri tutulan balrtlar vardır, tıpkı onlar gibi bakıyor... Üstü de pul pul... A - vusturya başmurahhası tabağa el uzatmağa korküyor... Duru - şunda, bakışında bir çekingen - lik var, Saffet paşanın rengi kül gibi soldu... ahçıbaşıya emniyeti 30-4.9315 —— evişmelar enmMe .e 1 Titiz Bir Kadın - Muhafazakâr Bir Genç Birkaç mektup sahibi kendi- | lerine gazete sahifelerinde de- ğil, hususi cevap verilmesini tiyorlar. Bunlara istediklerini yerine getirmek mümkün olma- dığını esefle bildirdikten sonra, kocasından garip bir tarzda şi- kâyet eden genç bir kadının mektubunü ezuyalım “Yirmi dört yaşındayım, Ko- cam genç bir operatördür. Adı fazla duyulmuş değilse de has- tası çoktur. Resmi hastaneler- de çalışmadığ halde günde bir iki ameliyat yapıyor. İşte bü- tün felâketim bu “ameliyat” kelimesindedir. Bakınız anlata- yım: Ben çok-titiz bir kadınım. Temizliğe çok düşkünüm. Her şeyden iğrenmek huyum var- dır. Kocam her gece eve gelin ce, sofrada, bana o gün yaptığı ameliyatları anlatırdı. Bunları dinlerken o kadar iğrenir, hem de o kadar fena olurdum ki, iş- tahım kapanırdı. Kocam bunun farkına vardı ve bana bir daha yaptığı ameliyatlardan hiç bah. setmez oldu. Çok güzel ama kâfi değil ki... Ben bir kere onun ellerinin kanlarla, pıhtılarla, irinlerle nasıl oynadığını tatsi- Tâtile öğrenmiş bu unuyorum. Birçok ameliyatlarda eldiven kullandığını bildiğim haide içi- me tiksinti geldi. Elbiselerinde gayet halit bir ilâç kokusu du- yar gibi oluyorum, Bu belki bir kuruntudur. Fakat beni çok ra- hatsız ediyor. Kocamı görünce aklıma apandisit ameliyatı ya- parken barsaklar arasında dola. şan elleri ve deşilmiş karınlar, kesilmiş damarlar, akan kanlar geliyor. Fena oluyorum, ondan mesleğini bırakmasını istiye- mem, Kendisinden hiç başka şi- kâyetim olmadığı için mahke- melere giderek ayrılmak ta is- temem. Tam bir senelik evliyiz. Kocamı sevmediğimi de iddia edemem. Velhasıl tuhaf ve çok tatsız bir şey... Sözlerimi gü- Jünç mü buluyorsunu? Bana ne tavsiye edersiniz? Ne yapa- yıme” * Sabrediniz. Henüz bir sene- Tik evli olduğunuza göre, koca- nızın mesleğine alışmanız için lâzım gelen müddet geçmemiş- tir. Titizliğinize dikkat etmi- yerek, size hem de sofra başın- da nefret verecek ameliyat manzaralarını tasvir etmesi bü- yük bir hatadır; fakat siz de fazla hayale kapılıyorsunuz; bir operatörle bir kasap ve bir ameliyathane ile mezbaha ara- sında çok fark vardır. Sizde u- yanan nefret, operatörleri insan kasaplarına benzetmek sureti- le ötedenberi yapılan mahut şa- kaların eseridir. Düşününüz ki, “antiseptik” maddelerle sık sık yıkanan bir operatör eli, bir- çok erkeklerin ellerinden dahâa temizdir. Sonra, ameuyatların fecaatini göz önüne getireceği- niz yerde hayırlı neticelerini niçin düşünmüyorsunuz? Vakıâ bu hisler mantığa sığ- mazlar, Fakat çirkin hayaller yerine güzel hayaller koyarak bu hassasiyetinizle mücadele e- debilirsiniz. Gözünüzün önüne kanlı pamuklar değil, yatağın- dan kalkmış, iyi olmsuş, sıhhat» li ve gülümsiyen bir insan yüzü getiriniz; pansıman odasındaki haykırışların sonradan atılacak kahkahaların bedeli olduğunu düşününüz ve fazla kuruntuyu bırakınız, Zaman ve itiyat denilen iki büyük kuvvet te sizi elinizden tutacak ve ev hayatınızı bulut- landıran bu duygudan uzaklaş- tıracaktır, emin olunuz, Zevceniz haklıdır Muhtar Akalın imzalı mek- tup: 'Ben gencim (otuz iki yaşın- dayım) ama ahlâk hususunda çok muhafazakârım, Üç sene ev- vel güzel bir kızla evlendim. Hiç bir kusuru yoktu ama geçine- medik. Sebebi de o asri hayatı seviyordu, meselâ baloda baş-« kalarile dansetmek istiyordu, ben razı olmuyordum, kavga çı« kıyordu, nihayet onu baloya de- ğil, sinemaya da gitmekten me- nettim, aramız adam akıllı açıl- dı, feci bir münakaşa oldu, yani sâç saça, baş başa geldik. Şim- di o babasının yanında oturuyor, ben de evimde oturuyorum. Üç buçuk aydır ayrıyız, “Eski ka- falılığından vaz geçerse geli- rim” diyor, ben de eski kafalı değilim, fakat karımdan itaaı isterim! diye haber gönderiyo. rum. Kanun vasıtasile onu eve celbedeyim mi?” Hayır! Hiçbir kusuru olmadığını iti- raf ettiğiniz karmızla geçinme- menin kabahati sizdedir. İda- resizlik etmişsiniz. Önu sine- maya gitmekten —menetmeğe kadar ileri gitmeğe ne hakkınız vardır? Böyle cebri tedbirlerle bir kadının sadakati ve muhab- beti asla temin edilemez. Ka- dının ruhuna hitap etmiyen her hareket boşunadır, azizim, a- ranızdaki açıklığı çoğaltmaktan başka neticssi yoktur. Birlikte olmak şartile her eğlenceye be- raber gitmeğe hazır olduğunu- zu kendisine bildiriniz. Gel- sin, yuvanızı bozmayınız. Mese- le adi kavgadan ruhi bir safha- ya intikal ederse, karımızı gü- zel idare etmeniz için ne yap- mak lâzım geldiğini size o za- man arkadaşça bildiririm. — ——— itimadı var ama, telâşından eli titremiş, aceleye gelip bir pot kırmış olması da akla gelemez mi? Sofrada, sıkıcı bir süküt ve gizli üzülüş vardı. Nihayet A - vusturya başmurahhası, metr dotelin tutmakta olduğu tabağa çatalını uzattı, çatal, yumuşak bir hamura girer gibi balığa gö- mülüvermez mi?.. İhtiyar, gözlerinin içi parla - yarak gülüyordu: — Fakat balık, hâlâ diri diri, canlı canlı bakıyor... Avusturya başımurahhası ile birlikte bütün davetliler de hayretlerini gizli « yemediler, Saffet paşanım rengi yerine gelivermişti. Ahçıbaşı, ha kikaten bütün ustalığını göster- mişti. Balık kılçıksız ve tamami- le löp etten yapılma, yalnız ba- şına, olduğu gibi bir baş eklen- me idi. Üstündeki pullar da, ah- gçıbasının hususi bir şerbeti idi. İhtiyar, durdu, hepimizin yü- züne ayrı ayrı bakıyordu: — Bunların hepsi âlâ, güzel.. Fakat balığın, gövdeden kapa - rılmış balık başının gözleri, na - $ oluyor da, canlı canlı bakı - yordu? Bu muammayı halledemiyece ğimizi anlamıştı: — Saffet paşa, ahçıbaşıyı ça- ğtrdı, sordu; — Bu başı haşlamadın mı? — Haşlarım paşam! — Peki, nasıl-oluyor da, hâlâ canlı canlı bakıyor? ihtiyar, kollarını kavuştur * müuştu: — Ahçıbaşı, utanır gibi göz- lerini indirmişti, paşasının kar * şısında elpençe duruyordu: — Onun orası golay paşam! — Nasıl kolay? 6 — Balığın daha gaffasını go- parmadan gözlerine sıkıca ha * mur çalarsın? — Sonra? — Bir yol hamuru çaldın mk gayrik gözunun diriliği sönmet! SEM l

Bu sayıdan diğer sayfalar: