17 Nisan 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9

17 Nisan 1939 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Tetrika Ne. 17 Vahdettin Kıyafet Tebdil Ediyordu Zavallı Halk Ne Bilsin? Onun Böyle Kılık Değiştirerek Milletin Derdini Dinlemiye Gittiğini Sanıyordu Artık salonda Damat Feritld Ali İhsan bey yalnız kalmışlardı. Sevincinden kabına sığamıyan bu soytarı herif bir yay gibi yerin - den fırlamıştı. Arsız çocuklar gibi çırpımarak (dostunun (o boynuna sarılmıştı. Salyalarını akıta akıta yüzünü, gözünü öpmüştü. Ulur gibi haykırarak: — Müjde İhsancığım. Onların yanmda söylemedim. Kapiten Tla- Ut, benim şu sırada başvekâlete tayinimin Fransa hükümetince çok iyi karşılanacağından bahse- decek efendimize. İşimiz iş artık. Ben hemen Yıldıza koşup bu mu- vaffakıyetimi Şevketmeğba müj- deliyeyim. Sen otur, bekle beni. Ge ce enine boyuna görüşürüz emi Demiş, bekliyen otomobiline binmişti. ihdettin Dolmabahçe sara > yından hiç memnun değildi. Neden?.. Sebebi bilinmiyor, o da söylemiyordu. Yalnız, yakm ben- deleri Hünkürm çoktanberi Yıldız sarayına taşınmak için can attığını, vesile aradığını biliyorlardı. Son günlerde rumatizma ağrılarından, nezleden çok şikâyet eden Vah - dettine, baş hekimi Dolmobahçe sarayındaki rutubetten bahsile Yıl dız sârayına nakledilmesini tavsi- ye etmişti Entrikacı padişah he- men: — Evet paşa. Tavsiyeniz çok güzel ve yerinde, Yalnız, Yıldız Sarayına naklimizin halk üzerinde uyandıracağı fena tesiri düşünmü- yorsunuz, Bence hiç münasip de- gl bu. Burda ve sancılar içinde kıvrantp oturmağı tercih ederim ben. Tek milletimin hatırı rencide olmasın ve dimağları şüphe ve en- dişe bürüyüp karartmasın. Sözü ile hekimini, Yıldıza nakl için israr ettirmek vaziyetine dü- şürmüştü. Bu suretle bulanık ar- zusunu tabii bir lüzum ve zaruret kisvesine büründürmüştü. Yine o gün başmabeyincisi Lütfi Simavi bey ile görüşürken de rahatsızlı- ğından, çektiğ ıztıraplardan söz açmıştı. Ve: — Beyefendi, demişti. Hekimi- miz Yıldız sarayına naklimizi 1- rarla tavsiye etti. Fakat, bazı dü- şüncelerle bunu pek muvafık bul- muyorum ben. — Niçin efendimiz?. — Halk üzerinde nahoş tesirler basıl edeceğinden çekiniyorum da. Lütfi Simavi bey Vahdettinin bu düşüncesini yersiz bulmuştu. Gü- lümsemiş. Ve: — Aman Padişahım. Demişti. Bu gibi endişelerle sıhhat ve nefsi humayunlarına karşı kayıtsızlık göstermeniz, bütün kullarınız, milletinizi müteessir ve meyus €- der, Mademki, hekim buna lüzum görmüş ve göstermiştir. Derhal Yıldız suravına taşınırız efendi - miz. Hünkâr da zelen söyletme İstediği bu idi. Başmayincisinin de Yaptığı israra dayanamamış gibi görünerek hemen nakl) karârmı verivermişti. Lütfi Simavi beyi Yanma alarak Yıldız sarayını gör” Mmeğe gitmişti. Sarayı baştan aşâ- İı gezmiş, değişiklik yapılmasın! İstediği yerleri, tamire muhtaç kr sımları birer birer göstermiş ve derhal işe başlanılmasını da irade etmişti, gündenberi Vahdettin ara s ra, değiştirerek tanınmaz bir hale getirdiği kıyafeti ile eski bir sarsy arabasına biriyor, Yıldız Sârayma gidiyor, yapılan tamira- t gözden geçiriyordu. Yıldız sara- Yına taşımılacağım sarayda başma- beyinci ile hekimden ve bir de mu- sahip Mazhar ağadan başka kim- se bilmiyordu, Hünkârin bazan başmabeyineiri, bazan da musahibi e kıyafetini değiştirerek sokağa Ressam Hoca Ali Riza Bey çıkması, gerek sarayda (gerekse Beşiktaş muhitinde pek çabuk göze çarpmıştı. Türlü türlü tefsirler ve hükümlerle karşılanan bu haber aç gün İçinde her tarafta du- yulmuştu. Bir kısım ahali Hünkâ- rin kıyafetini dairelerdeki işleri teftiş ediyor - muş, çarşı ve kahvehanelere gi - derek halkım görüştüklerini dinli- yormuş, milletin halini yakından tetkik eyliyormuş hulyaları ile ivmeğe başlamışlardı. Di- kısım halk ta, Hünkârm anelere gittiğ memleketin derdine derman aradı ğini, müttefiklerin mümessillerile bizzat görüşüp anlaşmakta olduğu- nu iftiharla söylüyor, seviniyor ve merhametli ulu hakanlarma dua ediyor ve ettiriyorlardı. Zavslir halk ne bilsin?.. Öyle işitiyor, öyle söylüyorlardı. o Vahdettin bunları işittikçe, milletin gafletine bıyık altından gülüyor, halkın hislerile eğleniyordu. Sırası gelmiş iken şu ciheti şimdiden bilhassa teba- rüz ettirmek isteriz ki, Vahdetti- nin Yıldız sarayına nakli teşebbü- sü ve memlekette lehine bir cere- yan hasıl etmek ve hakkında bir sevgive saygı uyandırmak maksa- diyle yaptırılan bu propagandalar, tam Mustafa Kemal Paşanın İs - tanbula gelmek üzere bulunduğu günlere tesadüf ettirilmişti. Halbuki, öyle söylenildiği gibi, Vahdettinin ne halkın acıklı helile ve ne de memleketin felâketli va- ziyeti ile meşgul bile olduğu yok- tu. O yalnız zevkini, şehvetini, sel- danatını düşünüyor, ehtirikasını çevirmeğe bakıyordu. Biraz da mil- letin galeyanından korkuyordu. Bu düşünce iledir ki, Dolmabahçe sa- rayından Yildiza çıkmak istiyor- du. Yeni çevirmek irtediği entri- kalar için Yıldız sarayını çok uy- gun buluyor, sarayma gizli gizli alacağı adamların görünüp duyul- mamasını arzu ediyordu. O da ar- tık büyük kardeşi Abdülhamit gi- bi Yıldıza çekilecek, entrikelari- nı İstediği gibi çevirecek ve mille- tin başına bir belâ kesilecekti. gün de musahip Mazhar ağa ile çıkmıştı Yıldıza, Artık yapı ve boya işleri bitmek üzere idi. Süslü gövercin kümeslerini he- genmiş, hele hamam dairesinin duvarları yaldız ve yağlı boya çi- çek ve nakışlarla ziynetleştirilen halvet odasına bayılmış, salyaları akmıştı. Tatlı sözler, bol bahşişler, dolgun vaatlerle, çalışan ustaların gönüllerini almıştı. Musahibi ile konuşa konuşa (Cihannüma) kasrı önündeki bahçeye göçmişti.Büyük havuzun kenarlarında yapılmasını istediği çiçek tarhlarını bahçıvan başısına tarif ediyor, bastonunun ucu ile, tesviye edilmiş toprak ü- zerinde bir takım şekiller çiziyor. du. Tüm bu esnada hain Damat paşa koşs koşa gelmiş, eğilip efen- disinin eteğini öpmüştü. Çehresinden neşe saçılan enış- tesini görünce Vahdettinin de kara ve somurtgan yüzü gülmüş ve a- cele sormuştu: — Ne o paşa sen buralarda?., Dalkavuk Ferit, yerlere kadar eğilerek kandilli bir temenna ile hain şevketlisini saygıladıktan son ra yanma geçmiş, kulağına doğru eğilmişti. Ve: Evet padişahım, vakitsiz ra- hatsiz ettim zatı şahanenizi. Arze- dilecek bazı mühim şeylerim var- dı da. Sayei şahanelerinde bugün Halidi elde ettim. Şu dâkikadan itibaren onu da has, szat kabul et- mez bir köleniz sayabilirsiniz şev- katlim. Yarın değil öbür gece ha- kipayi şehriyarilerine yüzünü, gö- zünü sürerek, mubarek ayskları- nızı öperek şereflenmek için sa - barsızlıkla fermanmızı bekliyor. Vahdettin, eniştesinin getirdiği bu haberden, gösterdiği becerikli- likten sonsuz bir memnunluk duy- muştu. Eliyle, diliyle okşamıştı, gülümsiyerek koluna girmişti. Ci- hannlüma kasrına doğru yürürken de sormuştu: — Paşa, Nasıl istifade edilebi- lecek gibi bir adam mı bu Helit?.. İki entrikacı kasrin Marmaraya bakan odalarından birine girmiş- lerdi. Ortalık epeyce kararıncaya kadar baş başa görüşmüşler bir hayli de gülüşmüşlerdi. Hamidiye camisinde akşam ezanı okunurken Vahdettin ayağı kalkmığ. Ve: Böyle geç vakit YARIM BAŞ AĞRISINDA PERHİZ ka yumurta, süt, kuru fasulya bir de şampanya yarım baş ağrısı nö- beti verirler diye şöhret almışlar- dır. Bunlardan birinin nöbet getir- diğine dikkat ettinizse, ondan vaz geçmek lâzımdır. En kolayı, tabii, arım baş ağrısı nöbeti geldiği vakit, ağrılara karşı meşhur ilâç- lardan almayınız deseler de gene alacağının — bildiğim için bir şey demiyeceğim: Denize düşen... Fa- kat bu nöbete tutulanlardan bazi ları kendilerine morfin yahut © nun gibi uyuşturucu şırıngalar yaptırırlar, Bakınız, bu öteki ilâç- lardan daha çok zararlıdır. İnsan onun keyfine alışınca, baş ağrısı nöbetinin gelmesini sabırsızlıkla bekler, hattâ © bir çoğunun sabrı tükenir de ağrı gelmeden, sadece keyif için ilâcı kendi kendine yap- mağa kalkar. Sonu ne olacağını da elbette bilirsiniz; oInsanlıktan çıkmak... Zaten nöbet geldiği vakit alına- cak ilâçlar anesk onu biraz ha- iületmeğe yararlar. o Nöbet gene hükmünü tamam yapar. Onun için asıl faydalı şey, söbet gelmeden onun önünü almağa çalışmaktır. Daha evvelce de söylediğim gi- bi, yarım baş ağrısının önünü ala- cak en iyi şey, açıklık bir yerde temiz havadır, İnsanın bir köşkte yerleşip oturmağa vakti veya kud- reti olmasa bile bir köşkte hısımı veya ahpabı bulunur, hiç olmazsa, nöbetin geleceği belli günlerde o- raya misafir gider. Bizim memle- kette misafirleri severler, hele ya- rım baş ağrısı nöbetinden kurtul- mak için gelen misafirlerden köşk- lerde oturanların daha memmun olmaları gerektir, Yemeklerden bazılarının yarım baş ağrısı nöbetinin gelmesine se- bep olur diye adlârı çıkmıştır. Ta- nınmış bir sinir hekimi gençliğin- de çikolata yedikten sonra, girdi. ği bir müsabaka imtihanında ya- rım baş ağrısına tutularak milsa- bakayı kaybettiği için, bu yemek- lerden en meşhuru çikolatadır. Çi- kolatadan vaz geçmek firaklı olsa bile baş ağrısının ıztırabı onun vereceği lezzetten büyük olduğun- dan ondan mahrum kalmağa kat- “> 22333373 7X7X60 RBIDDDIJDIZK9. üyükadada İskelenin yanın daki tavanı basık balıkçı kahvesindeydik. Bir sürü manyat- cı, gırgırcı ve başka balıkçılar var- dı, O akşam hava lodosa çalmıştı. Küreklerden nasırlaşmış katı elle- rle dizlerini sıvazlıyarak “balık havası değil" diyerek, balığa yit- paediklerinden dolayı iyi etmiş ol- duklarına birbirlerini kandırmağa uğraşıyorlardı. Bir iki aydanberi aralarına karışmış bir denizci v: dı. Adalar denizinin Kiklad adala- rinin birindendi. Yüzü yeni be- yunmış ağ ipleri gen esmerdi. Ona göre ister iyi hava, ister fena hava, denize açılmak fırsatına ma- lik olan adamın karada işi yoktu. İşte bundan dolayı, aklının birkaç tahtası eksik olduğuna hükmedil- mişti, Maamafih onu hoş bir adam ve İyi bir arkadaş sayıyorlardı. Büyükadalı, balıkçı “Pandeli bu gece bari bir rahat edelim, lodosa baksana?” dedi. Öteki başını sal dı. “Denize çıkılmıyacak kadar sert değil, Hem rüzgâr daha yeni aldı, Gençten, poyrazdan korku- lur, anlarım. Fakat lodos gitgi kor. Onun ihtiyarlamasına daha üç gün ister” dedi. "Hem de ne ola- cak? Ayrılsanız ayrılsanız liman- dan iki karış öteye ayrılsesksınız. Buradaki limanınız da emin. Ne sabarır ne kaynar.,. diye ilâve etti, o bir ses “gene atıyor- Ahmet. Limanın kabara ni kaynayanı neki?” dedi. Başka bir ses “Ahmet masala kaluma ver” diye bağırdı. Açık ufuklara bakmağa alışkanlığından mi ne idi? Ahmette gözlerinin önünde- li ötesinde, tâ uzaklarda du- ir insanın ha- şampanyadan vaz geçmektir. Ö- | tekilerden, hele kuru fasulyadan kolay kolay geçilemezse de, hiç olmazsa nöbet geleceğini tahmin ettiğiniz. günlerde... Yatım baş ağrısı nöbeti çekenler, bu yemek- lerin kendilerine zararlı oldukla- rına dikkat etmemiş olsalar da bi- rer birer tecrübe etmi Lühna ile bezelyenin de ötekiler kadar değilse de biraz şöhretleri vardır. Kimisi de yağlı yemek yeyines, nöbete tutulur. Bt yemeklerinin başka türlü hastalıklara da dokunur diye yöh- reli büylik olmakla beraber, bu baş ağrısına karşı et yasak ildir. Fakat yağsız ve salçasız olmak şartiyle. Her derde deva de- Zilse de her hastalıkla iyi bir gıda olan patatesle bizim pilâyın yarım baş ağrısına karşı zararları görül- memiştir, Börekler ve hamur tat- lilarının da dokundukları bilin - mez, Yemişlere, reçellere ve şu- ruplara gelince, bunlar yarım baş ağrısı çekenlere âdeta ilâç olur lar, Yemeğin miktarını o azaltmağa da hiç bir sebep yoktur. Yalnız, yavaş yavaş yiyerek ve iyi çiğni- yerek midenin bozulmasına mey- dan vermemek lâzımdır. Çünkü, mide bozulması da yarım baş ağ- rısı nöbetinin gelmesine bir sebep olur, Nöbet devam ettiği kadar, ona tutulanın kendisi yemek istemez. Hakkı da vardır, yemek ıztırabını artlırır. Onun için etrafındakile- rin de yemek yemesi için ısrar et- meleri doğru olmaz. Ordu'da Bay Mücteba — Yaz- dığınız ârızayı operatörler ameli- yatla ve kolayca düzeltirler. Ke- der edilecek bir şey değildir. li vardı. Oradaki arkadaşların sa- kalarını hoş görüyordu. “Size beş kiloluk açık deniz zarganaların dan, bir metre boyunda midyeler ve şeytan kulelerinden, ford oto- wöbili gibi deniz kaplumbağala rından, rüyanızda bile göremiyece- giniz derinliklerin öleminde bre, Akdeniz foklarından va hsedeyim? azsınız ki. bulaşık suyu gibi Mar, ret sanırsınız. Gidip gör kabahat benim mi? dedi. O: ler Dünyayı şu “Şu kabaran ve kaynıyan li- mandan bahset!” dediler, Ahmet “onu yalnız ben anlata- bilirim dedi” çünkü koca yüz elli tonluk paramanın ön tayfasından yalmız bir ben sağ kaldım. Kayı ğin adı “(Allah kerimi idi. Bütün, tayfa kardeş gibiydik. Marsilya- ya, İskenderiyeye, Basraya gidip geliyorduk. Çok yollu ve dayanık- hı bir gemi idi, Onu Antalyalı Sü- leyman usta kokova kerestesinden yapmıştı. Onu bazan rüyamda yö- rürüm. G urup ışığında, pembe köpük- lü menekşe denizler üzerin- den, yelkenleri kızıl kızıl yana ya- na süzülüp geçtiğini görürüm. Ha- yat gibi geçer. Gitti o günler. Şim- di şuracıkta oturuyorum a. Düm- yada tapuyla sahip olduğum bir .şeyciğim yok. Benim olarak şu şapkamın altındaki başım var; bir de yüz binlerce mil açık deniz. Çok şükür. Şu dünya ne tuhaf yer yahu! Fakat en “tuhafı Akdeniz- dir. Diyecek yok, derin bir yer. diye ilâve çiti. Bakışları uzadı. A caba uzaklarda, sırtlarında güneş ışığı taşıyan dalgaların ışıl ışıl ışi- diyan bembeyaz kıyılarda gürle- diğini mi duyuyordu? On, on beş metre uzunluğunda çiçek açan Sa- vurlukları, mavilere bir cennet nasl salan bahur ormanların 14: görüyordu? Sanki önünde kim- se yokmuş gibi konuşmağa koyul- du. “İşte o sıralarda Adalardenizin- de idik. Arşipeli tarla sürermiş gi- bi gidip gelip çiz; rduk. Ne var ki deniz tarlaya benzemez, be- nimdir, senindir diye tapu senedi kaldırmaz. Hürdür hınzır, rotala- rımızın İzi haritalardaki hudut çiz- gileri gibi sabit kalaydı; Akdeni- zin yüzünü nasıl çaprast kıymış olduğumuz görünürdü. Velhasil Skarpantostan Kalimnosa, Leros- tan Sönbekiye gidip geliyorduk. Adaların birlercesini avucumun Içi gibi tanırım. Ne adalar! Unut- tuklarım da caba! Neyse o gün ha- Va bir tuhaftı, Güneş ağır bir sisle örtülüydü. Yemyeşil bir ay doğdu. Gökyüzünün boylu boyunca, gay» ri tabii bir halin, yahut daba doğ- ru bir felâketin hükmü okunuyor- du. Rüzgâr kasvetli bir “ah!” der- miş gibi esiyordu. Korkmıyan yü- reklere bile kaygu sindi. Biz he- men kırmızı şarabı meşhur vol kanik Santorin adasına doğru dü- )0222332233322233232777271222722 2277233327322 22 HİKAYE ZELZELE Yazan: Halikarnas Balıkçısı 2323333333332 DA) men kırdık. Dobra dobra kabaran bir denizle öyle gidiyorduk ki; ner- e gemi bastonunu ormanlığa cağımızı sanırdınız. Orada emin bir limancık vardı. Onun $u larını, derinliğini, külâhımızın i- çini bildiğimiz kadar biliyorduk. Bir leğen dolusu berrak ve mavi gök gibi her tarafı kapalı, sakit li- mana girdik. Limanın iki kıyısı sarptı, İki kova su taşıyanın ornu- zundaki sırık gibi, sancak ve İske- le bordalarımızı aşan gabya başla- rımız, nerdeyse dik yamaçlardan Dağlar bir 1. Bizde, hu- ninin dibindeki mini mini piroze- de küçük bir lekeydik. Emin olma- sına emin limandı doğrusu. Ağzı tapalanmış bir şişe içinde gibi idik. O: 1 vaktile bir ağzı imiş. dan duman tükürürmüş. Ama çoktan- beri sönmüşmüş. Adalar denizi değil mi ya? Misiros adasındaki ya- nar dağ hâlâ tütüyordu. Hattâ yir- mi gündenberi fazlaca tütmeğe başladığı söyleniyordu. Adalarda- ki ahıcaların kükürtü de daha gür ve kaynar aktıklarını duymuştuk. Neyse. Dedik a. Limanın Suları şu raflardaki şişelerin içlerindeki ra- kılar gibi durgundu. Demincek arkadaşın biri, “kah- veci caba kömür buldu galiba ki, sobayı alabildiğine yakmış, halvet- te miyim, anlamı- yorum.,, diyor ve yüzünün terini siliyordu. İşte o emin limandeki havanın apansızın ısınmasına kar yas bu kahvede soğuktan donulur- du. Hava mıydı 0” Pislik gibiydi. Hava tefessüh ediyordu, Leş gibi koküyordu. Tayfanın biri aman boğuluyorum diye gömleğini göğ- sünden paramparça yırttı. Serin bir esinti bulmak ümidile papafin- goya tırmandı. Ben de onu taklit ettim. Fakat bir gürültüdür duy- mağa başladık. Gökten. Korkunç ormanlarda anıran korkunç esati- ri hayvanlar sanırdınız. İndik. Ter- lerimiz yüzümüzden şakır şakır a- kıyordu. Elbiselerimiz. sırsıklam- dı, Güvertenin döşeme tahtaları. nın ara yerlerindeki ziftler eriyip, ayaklarımızın tabanlarına yapışı- yordu. yanardağın ateş ve B irdenbire on kulaç dpteki de- mirimizin zinciri şangırda- mağa koyuldu. Zincirin babası mı tuttu neydi? Deniz de çalkanmıya başladı. Hem öyle ki, nerdeyse tek- ne barsaklarını kusacaktı. Şangır- tı gene birdenbire kesildi. Süküt vardı. Ben sükütü suratıma bir yumruk yemişim gibi duydum. Tayfanın biri çıldırdı. e Saçlarım avuç avuç yoluyordu. “Yahu yap. tığın ne, yoksa saç bolluğuna m uğradı. dememize kalmadı. De- nizin birdenbire kabaran dibi mi diyeyim, tabanı mı diyeyim, küt diye kayığın karinesine çarptı. Sarsılan bir tepsideki leblebiler gi- bi durduğumuz yerde topumuz birdenbire birer takla kıldık. Gran di direği çat diye bir çöp gibi kırk lp denize devrildi.Hani ya demin cek, bir liğen dolusu mavi gök, rdâvi bakış dediğim sözüm ona €- min liman yok mu? Kazan gibi kaynamıya başladı. Dağlardan bi- rinin gümbür gümbür gürliyerek devrildiğin gördüm. O zamanler gençliğimdeydim, — şenliğimdey- dim. O âna kadar ürkmedim, fa- kat ondan sonra ödüm patladı. Sarsıntı aklımın direklerini kırı- yordu. Yahu! Birdenbire sanki bir milyon top birden patladı. Bende kulak namına bir şey kalmadı. Kaynıyan deniz alevden uçuşan yıldızlardan ibaret bir mshşerdi. Yamaçtaki ağaçları altlarından ay- dınlıyordu. Hele kükürt kokusu? Yükseliyorduk arkadaşlar. Yük- seliyorduk. O arkağışlar. oOFa- kat çalkana çalkana. Çorba dolu bir tabağı bir sağa bir sola eğer- (Lâtfen sayfayı çeviriniz)

Bu sayıdan diğer sayfalar: