27 Ocak 1932 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9

27 Ocak 1932 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

w 27 Könunusüni 1932“ Tefrika No: 47 bit İngiliz Casusu LAVRENS İSTANBULDA! 27 Kânunusani 1932 Nakleden: |. F Habibe'nin idam hadisesi henüz Istanbul'a akset- memişti. Yolda, Kemale itiraf ettim: “ Bu kadın- da garip bir cazibe var.. insanı kendine öyle çekiyor ki..., — Yüzbaşım, bu hanım biraz inirlidir, bir ay için odasını kiraya vermez. Bir kaç ay oturacağınız- dan bahsediniz ki odayı tutabile- lim. Çıkacağınız zaman: “ Ne yapalım, askerlik bu, emir geldi, gideceğim! ,, Dersiniz. Demişti: Ben de söz arasında, üç dört ay kadar kalacağımdan bahset- miştim. Selma hanım memnundu. Ben önümdeki albumlardan bi- rini karıştırırken, Kemal de Selma hanımla Türkçe konuşuyordu. Biraz sonra hanım dışarıya çı- kınca, Kemal yavaşça dedi ki: Yüzbaşım, odanın kirası için ısrar ettim, ne verirse kabul ederim, dedi. Böyle bir aile içinde mobilyeli odayı kırk liradan aşağı vermezler. İsterseniz yarım aylık peşin veriniz. Kemale: i — Çok muvafık olur, dedim, yarım değil, bir aylık birden vere- lim. Çok mutedil bir fiat... Ve cebimden sekiz adet beşer liralık banknot çıkarıp Kemale uzattım. Bu esnada hanımefendi de içeriye girmişti. Kemal parayı gözümün önünde Selma hanıma verdi . Ev sahibi mahçubane bir tavurla: — Teşekkür ederim... Diyerek parayı aldı ve sayma- dan piyanonun üstüne bıraktı. Artık, yeni pansiyonda yapıla- cak bir iş kalmamıştı. j Kemal, o gün benimle dışarda birlikte yemek yimek arzusunda idi. Ayağa kalktım.. Hane sahibin- den müsade istedim. — Sizinle tanıştığımdan çok mem- nunum, hanımefendi! Bugün Ke- mal beyle birlikte gezeceğiz. Akşama gelirim... — Akşama.. Fakat, yemeğe beklerim Kres bey! Dedi. Kapıya kadar beraber indik. Selma hanım ayni sözü takrar- ladı: — Bu akşam misafirimsiniz, efendim! Akşama yemeğe mutlaka heklerim. Kemal, sen de gel, olmaz mı? Ben söz verdim. Kemal itizar etti. Yeni pansiyondan ayrıldık. Yolda konuşarak gidiyorduk: Tefrika numarası: 117 7 — Nasıl buldunuz burasını...? i Çok güzel. Bilhassa Selmahanım mustesna bir kadın. Ve Emin ol ki ben her kadından hoşlanmam, Kemal! Bu kadında garip bir cazibe var, insanı, hissettirmeden çekiyor... — Selmanın kız kardeşi de böyle sevimli, güzel bir kadındı. Suriyeye gittikten sonra, onu bir daha göremedim... Betbaht kız Şamda kocasından ayrıldıktan sonra, fena yollara düşmüş galiba ..! Kemal bana (Habibe)yi hatır- latınca tüylerim ürperdi. Kendi kendime : — Zavallı kadın, dedim, yer yüzünde mezarı bile yok.. Ve düşünmeğe başladım . Bu, benim için çok düşünülecek bir mevzudu.. , Habibenin idami Filistinde her- kesce malüm olduğu halde buraya nasıl olup da aksetmemişti! Ba- hususki, Habibenin biraderi hari- ciyede mühim bir memurdu. Selma hanım duymamış olsa bile, bira- derinin idam hadisesinden haber- dar olmaması imkânsızdı. Ben Selma hanıma,hemşiresini birkaç gün evel Şamda gördüğümden bahsetmiş- tim. Bereket versin ki, braderile görüşmiyorlardı. e Yalanım mey- dana çıkacak ve genç kadına karşı mahcup olacaktım. Habibe şimdi gözümün önünden gitmiyordu. Kız * kardeşi, onun aşkını mı itmam edecekti? Bu kadın, bana, vazifemi unut- turacak kadar tehlikeli olabilir miydi? Kemal ile tramvay caddesine çıkmıştık. — Nereye gidiyoruz, Kemal? Dedim. — Beyoğlunda bir. lokantaya, yüzbaşım! dedi, size mükemmel bir Halep kebabı yedireceğim. — Karnım çok aç.. Biraz şarap içmek istiyorum. — Gideceğimiz lokantada şa- rabın âlâsı var. Tramvaya bindik. Kemale sordum: — Hanımın biraderile tanışır mısın? — Tanışmaz olur muyum?! Ço- cukluk arkadaşım.. Orhan Necati ile sekiz sene bir mektepte, bir sınıfta okuduk. 27 Kânunusani 1932 Denizlere dehşet——— salan tahtelbahir - Bir Alman bahriyelisinin | hatıratı Mubarviri: Max Valentiner Babamın yanında gidersiniz. | Orada bahçevanlık öğreninceye kadar çalışırsınız. O Bahçevanlık öğrenip çimleri yetiştirımenize kal- madan, itilâf devletleri harp müc- rimlerini unutacaklardır. Bu zabit arkadaşa pek çok teşekkür ettim. Muavenetini der- hal kabul eyledim. Müsaade aldım. Evvel emirde Berlin'e gittim. Amirallıktan bana, dediler ki: Seni, evvel emirde, zabitler liste- sinden silmek, meslekten tardet- mek mecburiyetinde imişler. Buna razı oldum. Sonra, biri, bana | İ | Mütercimi : (Vâ - Nü) Carl Sehmidt ismile bir pasaport temin etti. Cebimde bu pasaport ve elimde en mübrem ihtiyaçla- rımı ibtiva eden bir küçük bavul, istasyona gittim. Şarki Prusyaya hareket ettim. Tren epice doluydu. Hattâ tıklım tıklımdı. Buna rağ- men bindim. Bizim bedevi, benim geleceğimi Kadinen'e bildirmişti. Bir Sehmidt gelecekti. Bu, bir dosttu. Ona iyi muamele edilmesi lâzımdı. Ibtiyar baba, bundan başka hiç bir malümatı haiz değildi. Malikâneye gittim. İcap eden | malümatı aldım. M. von Etzdorf'un| Yeni neşriyat : Ağaç sevgisi Başvekâlet neşriyat memuru Halim Baki bey, ağaç sevgisini halkımıza telkin etmek gayesile hazırlamakta olduğu kitabı ikmal ederek ağaç koruma cemiyetine takdim etmiştir. Memleketimizin istihsal hayatına ait tetkiklerile yalnız ziraatçıları- mız arasında değil, okuyanlarımız tarafından da tanınmış ve sevil- miş olan arkadaşımızın son inti- hap ettiği mevzuda da hakile muvaffak olduğunu gördük. Ağaç- ların mahiyeti, hayattaki mevkii ve faydaları, tabiat ve cemiyet üzerine olan tesirleri, ağaç ve ormanın memleketimizin umumi ve iktisadi hayatındaki rolü bu kitapta çok güzel ve çok açık anlatılmıştır. Kışla talim ve ter- biyesi için ordumuz, yeni nesilde | ağaç sevgisini « hakkile uyandır- mak ve yaşatmak için mektepleri- miz ve en nihayet köylüyü tenvir etmek için köy muallimleri ve münevverleri obu eserden çok istifade edeceklerdir. Sarmısağa ri rağbet! Genç kalmanın sırrı - — keşfedilmiş! Sarımsağın devai birçok hassa- ları bulunduğu ötedenberi söylenir. Hattâ memleketimizde sarımsak dişlerini çiğnemeden yutanlar , bununla birçok hastalıkların önünü aldıklarını söyleyenler pek çoktur. Ehiren Avrupada, sarımsağın şifai meziyetleri tesbit edilmiş ve Isviçre otellerinde yemek arasında müşterilere sarımsak vermer moda hükmüne girmiştiri. Iddia edildi- ğine göre sarımsak kullananl.r hiç ibtiyarlamazlar, ve daima gençliklerini muhafaza ederlermiş. Onun için Aarupa surafet ale- minde güzelliklerine düşkün olan- lar, obilhassa Okadınlar, fena kokusuna rağmen sarımsağa can kurtaran bir tahlisiye simidi gibi bebi var mı acaba..? Selma hanım — Zannetmem. fazla Egoisttir, Kendi işlerine kimsenin müdahale etmesini iste- mez. İzdivaçlarna Orhan Necati mani olmak istemişti. Gerginlik buradan başladı. — Mademki ayrıldılar . Bu gerğinliğin nihayet bulması lâzım- gelmez mi? — Hakkınız var. Aklen böyle olması lâzım. Fakat, bu bir akıl değil, his meselesidir. — Şunları bariştırmak mümkün değil mi, Kemal? (Arkası var ) huzuruna çıktım. Birdenbire hayrette kaldım: Odaya Hindenburg girmişti. Bu. biltabi, müstakbel Reisi Cumhurumuz olan Hindenburg | değildi. Lâkin, OEtz dorf Von, | Hindenburg'da o derece benze- mekteydi. Gayet nazigâne kabul edildim. Lakin birşey fevkalâde beni mü- teessir ediyordu; bana ağır geli- yordu: Mütemadi surette sahte bir isimle dolaşmak! | Maamafib, çiftlik (müdürüne, | bütün maceramı anlattım. Lâkin ismimin Carl Sehmidt olduğunn söyliyerek, hakiki ismimi gene | gizlemedim. Adam, bu yeni is- mimde bir tahtelbahir kumandanı vardı sandı, Hülâsa, pek kısa bir İ zaman zarfında Hindenborg şekili- | şemailli zatla ahbap oldum. Ekseriya karşı karşıya geçer, | Her akşam bir hikâye Güm, güm, güm, güm. güm.. Ha bire toplar atılıyor... Mei topları, Kak tak taka taka taka taka taka taka taka... Mitralyozlar ... Mitralyozlar... Biz Çinli'ler, harebe ediyoruz. Beni de askere aldılar... Ben de, tıpkı, tıpkı, tıpkı bana benzeyen binlerce ve binlerce Çin askeri- nin ortasındayım,. Avrupal:ların hakkı var: Biz çinliler, iki damla suyun yekdiğerini andırdığı kadar yekdiğerimizi andırırız.. Siperler içinde, âdeta kendi şah- siyetimi unuttum. Bu husus askeri üniforma giyince, bir Çinli, diğer Çinli'den farkolunmıyor. Ben de nerdeyse kendimi, başka bir Çinli ile karıştıracağım... Üstelik muha- rebe ediyoruz : Gürültü, patırdı, ana baba günül Insanın aklı fikri darmadağın oluyor. Japon'larla mu- Muharebe dehşetlendi. Japon topları, ateş saçan ejder- ler gibi... Yaralanmamak için bütün ted- birleri alıyorum. Kafamı siperden çıkarmaksızın, tüfeki, sağ elimle havaya yükseltiyor; o vaziyete atıyorum. Top sesleri arttı. Etrafımda bağrışanlar, şanlar... - Yaralılar inildiyor. Ben de yaralanmaktan, ölmekten korkuyorum... Ay yarabbil Şu muharebeyi sağlıcakla bir atlatsam. Fekat, toplar, mitralyozlar, tü- fekler o kadar kudurmuşçasına atılıyor ki, bu badireden, imkânı yok sağ salim çıkamıyacağım. İşte. İşte oldu olacaklar.,. Tam bizim siperin üzerinde, mütbiş bir şarapnel patladı. Siper arkadaşları, yekağaz ola- rak, çığlık kopardılar: — Mahvolduk! Hakikaten de mahvolmuştuk : Gök yüzüne, kol, bacak, kafa, göğde, - halaç pamuğu gibi - da- çağrı- gıldı. Sonra, kan, kan... Kan der- yasına boğulmuştuk... Patlıyan şerapnelin sadmesile bende yere sırt üstü yuvarlan- mıştım. Acaba ne haldeyim ? - diye kendi kendimi şöyle bir muaye- neye tabi tuttum: Yattığım yerden başımı hafifçe kımıldandım. Oh, çok şükür! Başım kımıldanıyor... Başım bir şey olmamış... Fakat, göydeme bakınca ne göreyim?... Kan revan içinde.. Eyvah olsun! Bu kadar kan aktığına nazaran, demek ki, fena balde yaralanmışım... Pek ağır yaralanmışım... Yaramın ne tarafımda olduğunu düşünmeme hacet kalmadan, man- zaraların en mütbişile göz göze geldim: Sağ elim, bileğinden kop- yemek yerdik. Von Etzdorf, şa- rapla kafayı tütsüleyince çenesi açılıyordu. İmperatorumuzun hususi hayatına dair, bana, bir çok maceralar anlatırdı. Imperator, malum olduğu üzere, kadimen'de bir majolik (*) fabri- kası tesis etmişti. Bu Majelik'ler renklerinin güzelliği ve parlaklığı ile, bütün dünyanın dikkatini celbetmişlerdi! Birgün imparator, fabrikanın sergi salonunda, Barok uslübün- deki çinilerin sergisini yapmış. Bu sergiyi omeydana getirmek üzere, haftalarce çalışmışlar. Ne- ticede, herşey hazırlanmış. impe- | rator, sergiyi bizzat görmek üzere Kadinen'e gelmiş. Etzdorf, sergisinin hoşa gide- ceği (o kanaatindeymiş. (Bundan 7-1 Majolik , Ispanyol ve Italyan usulü bir nevi. çinidir. muş; a, üzerinde, kanlar içinde, durup duruyordu... Korkumdan, yesimden, fütürüm- den bayılma derecelerine geldim. Esasen şimdiye kadar bayılmamış olmam da şayanı hayretti ya.. Insanın kolu kopunca, yahut di- ger bir kemiği kırılınca, bayılır.. Halbuki ben, bir ağrı bile hisset- memiş! demek, şarapnel pek mahirane bir operatörlükle, kesip salıvermişti .. ,Şimdi, encamım neye varacaktı?.. Ömrümün sonuna kadar, böyle sağ elsiz mi yaşayacaktım?.. Sağ el benim için herşey demekti. Mesleğim terzilik olduğu için sağ elsiz yapamazdım. Sağ el, benim nazarımda, iki bacaktan bile daka kıymetliydi... Acaba, bu işin tamiri mümkün olamazmıydı?. Yarı baygın bir halde yattığım siperde bunu düşündüm. Belkide mümkün olurdu. Zira, kırılan kemiklerin cerrahlar tarafından tekrar yapıştırıldığını işitmiştim. Belki, benimde yerinden temamile kopan sağ elimi, koluma tekrar yapiştırabilirlerdi. Aman, vakit ziyan etmiyeyim... Sol elimi uzattım. Henüz soğu- mıyan sağ elimi, karnımın üzerin- den aldım. Koşa koşa arka siper- lere seğirttim. Orada, doktorların bulunduğunu biliyordum. On dakika kadar koştuktan sonra, Ejderi Amer'e (*) vasıl oldum. — Ne var? - diye sordular. - neye geldin? Nereden yaralandın? Haykırdım : — Sağ elim bileğinden koptu! İşte sağ elim... Onu yerine yapış- tırın... Ve son elimle tuttuğum kopuk sağ eli, doktorlara uzattım. Doktorlar: — Tamaruz ediyorsun! - diye bana çıkıştılar. O, senin söğ elin değil... Haydi sipere.. Senin sağ elin sağ salim bileğinde duruyor. Sağ bileğime baktım. Tükl... Sahi be... Yanılmışım... Sağ elim bileğinde duruyor... Benim, karnımda bulduğum al el, şarapnelie parçalanan başka bir çinli'nin eli imiş... Söylemedim mi! çinliler, iki damla suyun! yekdiğerine benze- diği gibi yekdiğerlerine benzer- ler. Elleri de öyledir. Bir çinli eli, diğer bir çinli elinden fark- sızdır. Karıştırmışım! Başkasının elini kendi elim sanmışım. Çin aklı bul Hatice Süreyya (*) Hristiyanların Salibi ahmeri, bizim Hilâli ahmerimiz olduğu gibi Çinlilerin de Ejderi ahinerleri emniyetle, müzeyyen salona götür- müş, İmparator, etrafına bakınmış. Bakınır bakınmaz, yüzünü bir hiddet kızllığıdır kaplamış. Fena halde kızmış : — Ben, barok üslubu istedim. Halbuki, gördüğüm şeyler, röne- sans'a aittir. Yaptığınız iş hoşuma gitmedi. Seçtiğim adamlarda ya- nıldığımı görüyorum. Siz, M. Von Etzdorfl.. Bu işin mesulisiniz.. Muvaffakıyetsizliğin mesuliyeti size terettüp etmektedir.- demiş. Impratorun hiddetinden korka- rak maiyeli ousuletle sıvışmış. Neticede, Von Etzdorf, Impratorla, bas başa yalnız kalmış. Fabrika müdürü olan Von Et>- dorf, Impratorun hiddetini, büyük bir sükünetle tekabbül etmiş. Dinlemiş, dinlemiş. Nihayet, gene sükünle demiş ki: (Arkası var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: