15 Mayıs 1932 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9

15 Mayıs 1932 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

15 Mayıs 1932 Sahife 9 Tefrika No. 59 15 Mayıs 1932 SEBA MELİKESİ | BELKIS Yazan: ISKENDER FAHRETTİN (Zaplon)un gözü kararmıştı. “Bu sırrı seninle beraber toprağa gömmeliyim !,, diyerek kılıcını çekti ve Amonlu cariyenin vücudunu bir ande ikiye böldü. Rodit rolünü O muvaffakiyetle oynamıştı. Hazreti (o Süleyman ( ölümden kurtuldu. Fakat, Zaplon, Amonlu cariyenin beceriksizliğini hazmede- medi. Bir saat sonra, hükümdar, bir müddet istirahat etmek üzere iç saraya girdiği zaman, hassa kumandanı fırsattan istifade ede- rek derhal hareme fırladı. Amonlu cariye merdiven başında ağlıyordu. — Birdenbire karşısında Zaplon'u görünce korktu. Ne söy- liyeceğini bilmiyordu. Roditin hile- sinden bahsederek, kabahati ol- madığını anlatacaktı. Söz söylemeğe vakit bulamadı. Zaplon kılıncını çekerek genç kızın üzerine yürüdü: — Mademki bu işi yapamadın.. Bu sırrı, seninle beraber toprağa gömmeliyim! Dedi, kılıncı savurdu.. Bir dakika sonra Amonlu cariyenin başı yere düşmüştü Harem kapısının mer- divenlerinden akan kanlar büyük kapının önünde dolaşan nöbetçi- lerin bile nazarı dikkatini celbet- mişti. Zaplon kılıcını kınına sokarak tekrar omerdivenlerden indi ve nöbetçilere birşey hissettirmeden çıkıp gitti... Süleyman, oSeba (o melikesini yalnız bırakmamak için, biraz sonra eğlence mahalline avdet etmişti. Hükümdara medhiye (yazan genç bir şair, kızların meşaleler yanan kolları arasında kurtularak tahtın önüne kadar geldi. Süleymanla Belkıs konuşuyordu: — Sebada meşhur şairler var mı? — İki şairimiz var: biri genç, diğeri ihtiyar. Fakat, ihtiyar şairi gençler; ogenci de ihtiyarlar severim... — Ben bu delikanlıyı çok se- Ver... — Herkes de sizin gibi sever mi? > — Beni sevenlerin hepsi sever.. Enverano | yaz demektir | çok hassas ve sevimli bir gençtir. İsmi gibi kanı da sıcak olan bu şair senede bir defa beni selâmlama- ga gelir ve yazdığı şiiri okur. — Başka zaman görünmez mi? — Hayır.. Yaz mevsiminden evvel meydana çıkmaz. Hebron yamaçlarında bir kulübesi vardır. Orada bir kaç koyun ve kuzuya çobanlık yapar. Enveranonun şehre Tefrika No: 27 indiği zaman, halk, yaz mevsiminin hulül ettiğini görür. Genç şair kışın meydana çıkmaz. Bunun içindir ki onu sevenler kendisine bu ismi vermişlerdir. Belkıs, genç şairin selâmına tatlı bir tebessümle mukabele etti. Enverano yüksek bir taşın üs- tüne çıkarak hazin sesile methi- yesine başladı: — “Kış mevsiminde bulutlu gök- lerin altında ruhları kararan halk, bu gece, senin yarattığın rengâ- renk yıldızlar arasına gömülerek, sevinç ve heycan üçinde gülüp eğleniyorlar. Aziz misafirini ve seni selâmlamağa gelirken, mes'ut insanların kabaran göğüslerini ve çarpan kalplerini yakından gör- düm. Aç, tok; genç, ihtiyar bütün memleket halkı saadetinize iştirak ediyorlar. Beni Israilin, bugün idrâk ettiği saadet ve meserreti, geçmiş asırlarda hiç bir millet idrak etmemiştir. ,, Enverano sözüne devam ede- medi. Hükümdarların çehreleri birden- bire değişti. Saray muhafızlarından iki asker, ellerinde genç bir kızın kesik başını saçlarından tutup Süleyma- nın huzuruna getirmişlerdi. Bu baş, Amonlu güzel cariye- nin başıydı. Zaplon, kesik başı görünce bir- denbire titredi. Fakat, heyecanını gizliyerek, o da herkes gibi, bu manzaraya hayretle baktı. Şair susmuştu. Hazreti Süleyman: — Bu, kimin başıdır? Diye bağırdı. Saray bahçesindeki davetliler ayağa kalkarak, bu başın kime ait olduğunu anlamak istemişlerdi. Mahafızlardan biri: — Amonlu cariyenin başı.. Diye mırıldandı. Hassa asker- leri, bu cariyenin Süleyman tara- fından çok sevildiğini bildikleri için, fazla izahat vermiyorlardı. Zaten ne söyleyebilirlerdi? Asker- ler merdivenden akan kanları ta- kip ederek, cariyeyi taşların üs- tünde iki parça bulmuşlardı. Hekesin neşesi kaçmıştı. Hazreti Süleyman çok hiddet- liydi. — Bu cinayeti kim irtikâp etti? Diyerek ayağa kalktı ve katilin derhal (o buldurulmasını Zaplona emir etti. ( Arkası var ) 15 Mayıs 1932 | Küçük Hanımın Kısmeti İ Selâmi İzzet Bir aralık Zahit bey gramofo- nu kapadı. Buna itiraz edenler olduğu gibi, etmeyenler de oldu. Konuşmak istiyenler de vardı. Zahit beyle Hidayet bahçeye çıktılar. — Sizi banımların gözlerinden ayırdığım için bana darılmadınız- | | kahkaha onun. ya... — Katıyen. Ben ancak, beni Murat nehri sahillerinin oceylân- larıddan ayıranlara darılırım. lân gözlerini onların gözlerine tercih mi ediyorsunuz ? — Itiraf edeyim: Evet. — Sahi söylemişler, siz kadın- lara müthiş düşmansınız. > ii İml; Şek Hidayet biraz şaştı: — Size bunu kim söyledi? — Hemen sinirlenmeyin, doktor Aziz söyledi. — Ha, koca Aziz. Geçen sene Tutak'ta beraberdik. Ne candan dosttur, ne mükemmel insandır. — işte geldi galiba. Duyulan Gelendbktor: Azizdi: : Isi: yarı; şişman, güleryüzlü bir adamdı. ! Hidayetin boynuna sarılıp öptü. — Hanımlar duymasınlar, cey- | — Senin hatırın için pokerimi bırakıp geldim. Kayınpeder de kızdı. — Ne! Evlendin mi? Hay talih- siz çocuk hay! — Bilâkis, talihliyim. Inci gibi Her akşam bir hikâye yirmi yaşındayken, kendinden üç misli fazla yaşlı bir paşayla ev- lendi. Ondan iki kızı doğdu. Me- lâhat hanımefendi, büyük kızını evlendirdikten sonra, ihtiyar paşa, sekseni ,boylamış olarak bu fani dünyaya veda etti. Derken, Melâ- hat hanım, ikinci kızınıda evlen- dirdi... Ve serbest kaldı.. Hem zengin, hem serbest... Koscoca konak... Hanlar, apart- manlar... Otomobiller... Ve kadın- cağız serbest... Ayşe Melâhat (o hanımefendi, evlendiği zaman, sıkı fıkı çarşaflı, adeta gözü açılmamış bir sığırcık yavrusuydu. Fakat, aradan bunca seneler geçtiği ve devirler değiş- tiği için modernleşmişti. Felsefesi de başkalaşmıştı: “— Niçin hayattan kâm alma- yacak mışım? - diye düşünmeğe başlamıştı. - Insan, dünyaya bir kerre geliyor. Pek âlâ, herkes gibi, ben de moda cereyanlarını takip ederim. Balolara barlara devam ederim...,, Lâkin, balolara, barlara devam edip oranın zevkini almak için dansbilmek zarureti vardı. Bu se- bepledir ki, Ayşe Melâhat hanım efendi, Beyoğlunda bir dans mek- tebine devam etmeğe başladı. Bu dans mektebinde, muhtelif hocalar ders gösteriyorlardı, dansların umu- mi kaideleri öğretildikten sonra, smokinlerini giymiş olan dans hocaları, kadınları - tıpkı bar ve balolarda olduğu gibi- dansa kal- dırıyorlardı. Bu hocalar arasında, bir tanesi vardı ki, Ayşe Melâhat hanım, bilhassa onunla dansetmekten hoşlanıyordu. Uzun boylu, geniş omuzlu, ince belli, mevzun endamlı ve bilhassa siyah, parlak saçlarile, kadife gözlerile güzel yüzlü olan bu erkek, Ayşe Melâhat hanımı gitgide sarmağa başladı. Onu seviyor mıydı? Ilk önce bunu tayin ede- medi. Lâkin iyice anladığı bir şey varsa, o da, hayatta yegâne zevki, bu dans mektebine gelerek, ismi Furuzan bey olan o erkekle dansetmekti. Sonraları, artık kati surette farkına vardı: Furuzan için her şey, her deliliği yapmağa ama- deydi... Hattâ, gülünç olmağa, onunla evlenmeğe bile... Bütün servetini bu erkek uğruna feda edebilirdi. Furuzan'ı son derece sevdiği içindir ki, onun da kendini sev- diğini sanıyordu. Fakat, herne- dense, biribirlerine aşklarını anla- tamıyorlardı. Yalnız, biribirlerinin kolları arasında, mest, dönüyor, dönüyorlardı.. (lâakal, Ayşe Melâ- alnız kayın valdemin çenesi fazla düşük! Zahit bey kalktı: — Ben içeri gidiyorum, dedi, siz başbaşa verip konuşunuz. Doktor eski dostuna sordu: — Senin Adanada neişin var? — Arada sırada mezunen ge- lirim. Yarın gidiyorum. — Genemi Tutaka? — Evet. — Neden sanki Istanbulda bir iş istemiyorsun! Senelerdenberi i dağ, tepe dolaştın. İstirahata ka- nunen hak kazandın. Hidayet kızardı. Kaşları çatıldı. Gözleri bahçenin karanlık köşe- lerine daldı. Içinde bir hayal canlanmış gibi ürperdi. Uzunca bir sessizlik oldu. Doktor Aziz sordu: — Neden sustun? Hidayet sigarasını söndürdü; Ayşe Melâhat Hanımefendi, edemedi, hanım, onu reddedecekti amma, bu düşündü. ninden vurulmuşa döndü: yakalandı. Şimdi telefon etti. Ge- lemeyeceğini söyledi. sekteye uğrayaçaktı. Adresini verin... Çabuk. bir tebessümle, arkadaşının adresini işitmişliğim var! - diye başını hat hanım bu merkezdeydil) efendinin tahassusu Dans mektebinden her ay- rılışta, bir aşk mektubu verir gibi, kadın (delikanlının avu- cuna on liralık bir kâğıt sıkıştırıyordu. e Delikanlı, mahcu- bane teşekkür ediyordu. Parayı kabul ediyordu. İşte sade bu cihet, Ayşe Melâhat hanımefen- dinin hayretini mucip olmaktaydı: Bu derece asil bir erkek nasıl ol- muştuda dans hocalığı ediyordu? Bir gün, Ayşehanımefendi dans mektebine) gittiği vakit, Furuza- nın orada olmadığın gördü. Kalbi elemle çarptı. Mektebin müdürüne genç hocasının nerede olduğunu soracaktı. Lâkin cesaret Diğer dansörlerden biri, önünde hörmetle eğilerek onu dansa kal- dırmak istediği zaman, Me'âhat dansörden Furuzan'a ait malümat almanın belki kabil olabileceğini Şu malümatı aldığı zazan, bey- — Furuzan hastalandı! Bronşite Ayşe Melahat hanımın, dansı sekteye uğradı. Az daha kalbide — Aman ne diyorsunuz. sonra, çılğın gibi, ilâve etti:- Dansör, dudaklarında müstehzi söyledi; Süleymaniye taraflarında bir çapraşık sokakta bir küçük ev... Taksiyi polis kulübesi önünde durduttu. Polis: — Furuzan bey mi?... Furuzan bey?.. Durun bakayım?.. Bu ismi kaşıdı. - Ha, şey.. Dans hocası mı?.. Ferdi bey... Beyoğluna çıkınca Furuzan bey olur... İşte evi şudur: Melâhat hanım, taksiyi savdı. Evin kapısını çaldı. Bir kadın açtı. Basit fakat temiz giyinmiş. Güzelce, genç.. Kucağında mini mini bir çocuk.. — Furuzan bey.. Şey, ferdi bey burada mı oturuyor? — Burada oturuyor, hanıme- fendi.. Fakat bugün biraz hasta.. — Biliyorum.. Zaten ben de merak ettimde haber almağa geldim.. — Buyurun efendim.. - diye, endişeli bir nazarla, genç kadın Ayşe Melâhat hanımı içeri aldı. — Istanbula gitmek istemiyo- rum. Aziz buna pek şaştı: — Neden? — İstanbulluları görmemek icin. — Anlamadım... Hidayet itiraf etti: — Anlamıyacak birşey yok, Istanbul kadınlarından kaçıyorum. — Malazkert kadınları daha mı hoşuna gidiyor?.. Hidayet gülümsedi: — Hiç olmazsa insan bu ka- dınları kendi seviyesine yükselt- mek arzusuna kapılmıyor. Inkisarı hayale uğramıyor. — Peki amma, bir Istanbul kızını bile kendi seviyene yükselt- mek istemen hatâdır. Aziz bey, oldukça kadın düş- manı idi. İlâve etti: — Kadın, nereli olursa olsun yağız bir kısraktır. Mabmuz al- tında tutulmalı, Tahta bir merdiven. Alatur- kamsı döşenmiş alelâde bir otur- ma odası.. Furuzan köşede, min- derde oturuyor. Sırtında bir hırka, buğazı baglanmış.. Yüzünde iki günlük tıraşın esmer izi.. Yerde, üçer, dörder yaşında iki çocuk oynuyor. Furuzan, soğuk bir tavırla: — Sefageldiniz, hanım efendi... -Dedi.- Bir emriniz mi var? Şeyde... Dans mektebinde... öğrendim ki... Hasta imişsiniz... Merak edip geldim.. Melâhatı kapu eşiğine kadar takip eden deminki genç kadın: — Evet... - dedi - işte gitmesine müsaade etmedim... Fena bir buronşite yakalandı da... Kadıncağız kekeliyordu: — Ya... Iyi ettiniz... Şey... Bun- lar çocuklarınız mı? Ve böylelikle hayretini belli etti. Zira, buraya gelirken, Furu- zanın bekâr bir erkek olduğuna, hernedense emindi. — Bizim çocuklarımız, hanım efendi, altı senedir evliyiz. — Ya.. Maşallâh.. Maşallâh... Kısa keserek, sarhoş gibi çıktı. Bütün hayalâtı alt üst olmuştu Kendi kendini hem şayanı mer- hamet, hemde gülünç buluyordu. Öyle ya: Furuzan'ın çocukları kadar kendi torunları vardı ve Furuzan'ın karısı, kendi büyük kızı yaşındaydı. Sokağa çıktığı vakit, pencere- den şöyle bir sesin aksettiğini duydu. — Bu kart kadın sana her gün on lira veren kadın mı?.. Artık ümit ederim ki, ondan yakayı kurtarırsın. Her gün on lira ka- zanmak iyi amma, doğrusu buiş canımı sıkıyor, anlıyor musun? Bu kart karı senden ne istiyordu, kuzum ? (Hatice Süreyya) Alman milli müdafaa nazırı Berlin, 13 (A. A.) — Parlâmento mahafilinde beyan olduğuna na- zaran nazır Groner Reisicumhura gönderdiği mektupta milli mü- dafaa nezaretinden istifa ettiğini ve dahiliye nezaretinden çekilme- diğini bildirmiştir. Berlin, 13 (A.A.) — Parlâmento mahafilinde beyan edildiğine göre bahriye (o başkumandanı o amiral Raeder milli müdafaa nezaretine gelecektir. Bugün de Diyorlarki... Edebiyat Anketleri Muharriri : Hikmet Feridun Neşreden : Remzi kütüphanesi Yakında çıkıyor — Ben aksine kail olmuştum. — Hâlâ da buna kail gibisin. — Bir gece, Tutakta sana gönül maceram: anlatmıştım... O kızı unuttum dersem yalan söylemiş olurum. Unutmadım. Bu maçera- nın cam kesiği hâlâ kalbimde sızlıyor. — Peki, mademki unutamıyor- sun, neden gene iç memleketlerde oturmakta ısrar ediyorsun? — Ne bileyim, Istanbula gitmek şöyle dursun yakınlaşmıya kor- kuyorum.. Ah Aziz, senden ay- rıldığıma müteessifim. — Ben de.. Kimbilir ne çok okuyorsun. Beraber olduğumuz zaman bile başımı kitaptan kal- dırmazdın. — Hayır, artık akuyamıyorum da.. Doktar Aziz birdenbire ciddi- leşti. Dikkatle arkadaşına baktı: (Bitmedi )

Bu sayıdan diğer sayfalar: