18 Haziran 1932 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 6

18 Haziran 1932 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 6
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

O şi AŞ ANMA Sabife 6 18 Haziran 1932 Sultan Ahmet parkında.. “Arkandan atlı kovalamıyor!. Daha onlar sofraya yeni oturmuşlardır..,, “Ben ne bileyim guglayıp öten saat durmuş... On ikiyi guklamadı.. Ben de utu şöyle bir tıngırdattım..,, Sultan Ahmet parkından bir kaç manzara Saat tam 12... Günün en sıcak zamanı. Sultan Ahmet parkı hınca- hınç dolu. Cadde tarafındaki ilk bahçede, büyük ağacın gölgesin- de kadınlı erkekli bir grup otur- muş. Hızlı hızlı konuşmalarından anlaşılıyor ki adliyeye gelmişler, muhakemeleri var, fakat öğle talili olduğu için parkta bekli- yorlar. Davacı iki ihtiyar hanım, yanlarında kısa boylu fıldır fıldır bakışlı bir genç kız var. Önlerine .birer mendil sermişler, salatalık- lar soyulmuş, ekmekler dilim dilim kesilmiş, telâşlı telâşlı yi- yorlar. Arada bir ibtiyar hanım- lar genç kıza soruyorlar : — Kız geç kalmıyalım. Ya biz yokken muhakeme başlarsa ?.. Kız da pek bilgiç şey: — Aaaa.. Hanım /anne, diyor, saat 14de başlıyacakmış.. diyor. Saat 141.. Bu söz büyük hanım- lardan birinin nazarı dikkatini celbetti : — Aman kız o nasıl saat öyle. Benim bildiğim saat on ikiye kadar olur.. Bizim rahmetlinin de bir saati vardı, oda on ikiye ka- dardı... Ayol zaman saatleri de değiştirmiş desene.. Bu da moda saati... Bu esnada büyük hanımlar bir ağızdan: — Aaa.. İşte bizim davacılar a dostlar.. Kadınlarda hiç utanıp arlanma da yok.. Gelipte ta karşı- mıza oturdular.. Hakikaten büyük hanımların karşı “tarafındaki kanapeye üç genç kadın oturmuştu. Bunların giyinişleri mahalle modasına fev- kalâde uyğundu. Başlarını pembe, mavi, yeşil tül- lerle sıkmışlar, sırtlarına birer jerse elbise giymişlerdi. Ihtiyar hanımlara hain bain bakıp, hızlı hızlı, sert sert konuşuyorlardı. Arada bir “hınzır cacalozlar,, , “ bacaklarını tutunca ayırmak , , “göz patlatmak, gibi cümleler işitiliyordu. İhtiyar hanımlardan biri: — Ayol bu kadın değil abokat.. Geçen gün mahkemede bir ağzını açtı. Vallahi bütün abokatlar par- mak ısırdılar... Mahkemeden çıkar- ken kulağımla işittim. Bir abokat dedi ki: — Ben buna pardon derim doğrusu... Benim bu kadar dilim yoktur. A hanımcığım kadındaki dil değil fırın küreği... Dört sene onunla nasıl geçindiğimi bir Allah bilir birde ben.. Büyük hanım böyle söyliyerek elindeki hıyardan hiddetli bir ısı- rış ısırdı. Sıcaklar fena) halde bastırınca adliye önünde duran arzuhalcilerin bir ikiside buraya hicret etmiş.. Parkın en gölkeli) yerlerine yazı- hanelerini (o kurmuşlar. Cızır da cızır çiziştirip duruyorlar. Biraz ilerde saçları oksijenle boyanmış, bir karış yeşil topuklu yeşil iskarpinler giymiş podralı sürmeli bir kaç yosma... Gayet bozuk bir Türkçe ile konuşuyorlar. Onlar da mahkemenin öğle tati- lini burada geçiriyorlar. Davaları varmış. Cürüm “saat yirmi dört- ten sonra bilâ ruhsat çalgı çalarak istirahati umumiyeyi selp,, mad- desi.. Genç kadınlara riyaset eden iri yarı. Yüzünün buruşuk- ları arasında podralar top top birikmiş ibtiyar bir madam etra- fındakilere : — Ka ben ne bileyim?.. Gug- layıp öten saat durmuş, on ikiyi guguklamadı. Ben de erken diye şöyle hir tıngırdattım. Gördün mü bir kerrem şu dertli başıma ge- lenleri... Daha ileride o Cağaloğlu ve civarında yapılan yeni apartıman- lardan (o birinde kapıcılık eden taşralı bir genç, yanında kendi ayarında bir kızcağız... Daha tuhafı kızın elinde bir de porselen tabak var... Kız ikide bir sabır- sızlanıyor: 17 — Aman pek de geç kaldım... Beyin canı yoğurt istemiş. Şu köşe başındaki yoğurtçunun yoğur- dundan başkada yemez. Gideyim sofrada beklerler. Delikanlı ( ensesini lâkaydane bir tavurla: — Dur gız.. Dur biraz hile... Arkandan atlı kovalamıyor... Daha onlar yeni sofraya oturmuşlardır. Bey patlamadya... Nihayet kız fazla durmağa cesaret edemedi. Porselen tabağı koltuğunun (altına (sıkıştırarak parktan çıktı gitti. Orta yaşlı iki zat, temiz pâk geyinmişler.. Biri: — Azizim, diyor, bu buhranlı zamanda bundan başka gidilecek yer yok... — Hani birde nargile olsa.. Biliyorsun ya.. Seninle Süleymani- yedeki tiryakiler kahvesinde töm- bekileri nasıl savururduk?.. Hey gidi hey... Bahçenin en meşhur tipi beyaz fıçılı sucu.. kaşıyarak — Suciüüiis.. Buuuuuuz!.. diye bir dolaşışı var.. Herkes bu sesin sahibini yanına çağırmak için ceplerinden kuruşu çıkarıyor. En arka bahçede dikili taşlara hayran hayran bakan ve hiyerog- liflerden mâna çıkarmağa uğraşan dört şalvarlı genç... Parkın en şayanı dikkat yeri kayser Wilhelmin o canım çeş- mesi.. Siyah sütunların yanındaki mermerler (oyazılan (yazılardan &deta bir aşk âbidesi haline gir- miş.. Beyaz taşların üstünde kur- şun kalemle yazılmış: « Bunu yazan bir muhalif rüzigâr! » « Kendi gitti ismi kaldı yadigâr! > gibi beyitler. Ortasına - hançer saplanmış, hançerin ucundan damla damla kan akan kalp resimleri, “ ah minel aşk ,, lar... Vesaire., Hikmet Feridun İ Askeri bahisler Üyee amaaa EU AR ZE — Taarruz ve müdafaa silâhları nelerdir? Neden işin içinden çıkılamıyor? Karada, denizde ve havada hangi silâhların daha ziyade taar- ruza ve hangilerinin müdafaya yaradığını arayan tahdidi tesli- hat konferansının tâli komisyou- ları, yani asıl bu işlerin müte- hassısı olan zatlar hemen hiç bir müsbet netice almadan raporla- rını siyasilere verdiler. Mütehassisların halletmediği bu meseleyi siyasilerin başaracağını beklemek hatadır. Tahdidi tesli- hata çare bulunmaz, suya düştü falan demiyorum, bunlar bu makalenin hududu hari- cindedir. Ben burada askerlikçe taarruz ve müdafaa silâhları kabili tefrik midir? Farzımuhal olarak böyle bir tefrik yapılsa bile mesele taarruz silâhını tahdit mümkün ve doğru mudur? Onu ayıracağım: Taarruz ve müdafaa silâhları şöyle bir muhakeme ile tefrik olunabilir: Bir ordu müdafaa esna- sında hangi silâhları kullanır? Şu ve şu, o halde bunlar müdafaa silâhıdır, ötekiler taarruz... Iyi amma bizzat harbi böyle mutlâk olarak müdafaa harbi, taarruz harbi diye ikiye ayırmanın imkânı yoktur ki, Harp tarihi yal- nız müdafaa ile galip gelmiş bir muharip kaydetmiyor. Bir müdafaanın galip gelmesi için onun mutlâka taarruza inkılâp etmesi lâzımdır. İyi bir müdafaa için iyi bir taarruz şarttır. O hal- de memleketini müdafaayı millet- ler için çok tabii ve mukaddes bir hak tanırken müdafaanın şartı aslisi olan taarruzu yaptıracak olan vesaitten o milletleri nasıl mahrum bırakabiliriz? Bu noktayı tebarüz ettirmek için yakın tari- himizden bir misal zikredelim: Istiklâl harbinde biz bir müda- faa harbi yapıyorduk, bunda hiç şüphe yok. Farzedelim ki müdaffaa silâhlarımız çok kuvvetli idi ve düş- manı muayyen bir yerde tutabil- miştik. Fakat bizde vaki olduğu üzere her hangi bir fırsattan bilistifade hattâ coğrafi vaziyetten, tahaşşü- dün tam zamanında yapılmama- sından V. 5. düşman bir haylı arazimizi işgal etmiştir. Eğer bü- yük taarruz ve onu ihzar eden silâhlar olmasaydı, yalnız müdaaa ile düşmanı memleketten çıkar- mak imkânı olur mıydı? Hattâ bu hal bizzat mütearrız- lar için de böyledir. Onlar da mutlâk bir taarruz harbi yapmaz- lar, çok defa taarruzlarını inkişaf ettirmek için müdafaayı ihtiyar ederler. O halde onlara daha evvelden kuvvetli müdafaa vasıtaları veril- mesi pekâlâ tecavüz ve taarruz- larını teshil edebilir. Görülüyor ki taarruz silâhı olmadan müdafa olmıyacağı gibi, müdafaa silâhı da pekâlâ taarruzu temin edebi- liyor. Esasen harpte taarruz ve müdafaa tabirleri yalnız şekle ait bir tasnif olup haksız mütecavizin ve haklı müdafiin galip olması için bir tek şekil ve şart vardır: AAzmini kaybetmeden ve her türlü vasıtaya müracaatle hasmına sal- dırmak ve ona arzusunu kabul ettirmektir. Harp üstatları daha bidayet- ten mutlâk müdafaayı kabul et- miş taraf için mağlüp olmuştur diyor: Bu noktayı bu kadar kuvvetle tasrihimizden maksat şudur ki; bizzat harbi bile mutlâk olarak taarruz harbi, müdafaa harbi diye ikiye ayırmak fennen mümkün değil iken nasıl olur da, silâhları böyle iki kısma tefrik edebiliriz? Hattâ “en ziyade elverişli olan, kaydile dahi olsa. Kaldı ki, en küçüğünden en büyüğüne kadar her silâh hem müdafaaya hem taarruza mükemmel surette vefa edebilir? Binaenaleyh eğer Cenevrede- kiler yalnız müzakere yapmak ve nutuk söylemek için toplanmış- larsa bizzat mütehassıslarının dahi içinden çıkamadığı ve çıkamıya- cağı bu hikâyeyi burada bırakarak başka çareler aramağa ve meselâ şu çaptan yukarı toplar, şu çeşit tayyareler ve gemiler. üzerinde anlaşarak, bunların müdafaa veya taarruz osilâhı Ooldüğünu asla mevzuubahs etmiyerek © toptan yekün karar vermelidir. Geçen güzel ayların incir çekirdeğini doldurmıyan mesaisine açımamalı, çünkü zararın neresinden dönülürse kârdır. Aksi takdirde, eğer bu işin bir netice vermiyeceği evvel den hesap! edilerek kötü bir niy- yetle bu tavuk ve yumurta hikâ- yesi ortaya atılmamışsa, bir az salâh ve refah'ümit eden insanlık için bu hikâye büyük bir talisizlik olmuştur. Çünkü isbat ettiğimiz gibi siyasilerin uhdei kiyasetine havale edilse de bu mesele mü- M. $. kemmel bir çıkmazdır. — A l Isviçrede her sene inek çobanları arasında bir müsabaka yapılır ve birinciliği kazanan şampiyon çoban addedilir. Bu sene birinciliği Hans Kameler isminde 15 yaşında .bir çocuk. kazanmıştır. Resmix mizde çocuk, en çok sevdiği inekle bir arada görülüyor.

Bu sayıdan diğer sayfalar: