23 Temmuz 1932 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9

23 Temmuz 1932 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

23 Temmuz 1932 iii Akşam Sahife 9 e Tefrika No. 131 m 23 Temmuz 1932 mm e m a >> SEBA MELİKESİ | BERK, (Sam)ı sedye ile sarayın avlusuna getirmişlerdi. Cariyeler zafer neşideleri terennüm ediyorlardı. Saray kapıları açılmıştı. Beni Israil hükümdarı : — İhtiyar kumandan ordusunu toplıyarak yetişmiş olmalı... Diye söylendi. Herkes bu tahmini yapmıştı.. Moap orduları başka türlü ricat edemezlerdi. Bu neşeli hava bir ande harem dehlizlerini (o sardı. e Bodrumlara saklanan cariyeler birer birer: — Yehova imdadımıza yetişti.. Diyerek oodalarına (o çıkmağa başlamışlardı. Süleyman ( sarayın kulesinden Beni israil ordularının azametli yürüyüşlerini seyretmek istiyordu. Düşman askerleri Sahyun dağını tamamile tahliye etmişti. Fakat, Beni israil ordularından yoktu.. Acaba, düşman eser bir çevirme hareketi yaparak şehrin cenup istikametinden içeriye mi gire- cekti? Halbuki etraftan gelen bir kaç köylü, bu tahminin de yanlış olduğunu, düşmanın Moap arazi- sine doğru kaçmakta devam ettiğini söylemişti. Süleyman, düşman arkasından gözcüler gönderdi. Bir saat sonra avdet eden bu adamlar da ayni malümatı (o verdiler.. e Düşmanın arkasına (O bakmadan - hem de yıldırım gibi koşarak - kaçtığını ilâve ettiler, Süleyman bu hakikati, gözile görmeseydi, kat'iyyen caktı. » Hassa kumandanı Amon, Seba .melikesinin kapısına koşarak: — Kurtuldunuz, melikel Düş- man orduları ricat ediyorlar, diye seslenmişti. (Belkıs) odasında dolaşırker, birdenbire, sarayda böyle garip bir havanın estiğini görünce se- vindi. Fakat, Moaplılar, Belkısa göre çok kuvvetli bir orduya maliktiler. Bir ande ricate başlı- yabilmeleri için, onlardan çok daha kuvvetli bir ordunun imdada ye- tişmesi lâzımdı. Halbuki Beni Israil orduları Belkisı ümitsizliğe düşü- ren çok zaif ve yorgun askerler- den müteşekkildi. Belkısın hayretle karşıladığı bu garip hâdisenin esrar perdesi he- nüz kaldırılmamıştı. inanmıya- Köylülerin ifadesi Süleymanı tatmin etmiyordu. Moaplılar arasında O tanınmış . muharipler vardı. Moap hâkimi Sahyun yamaçlarına kadar geldikten sonra, en ufak | bir mukavemet ve müdafaa bile | görmeden, kolay kolay ricat ede- cek bir adam değildi. Bahusus bu işin ucunda bir de etraftaki okrallıklara karşı ilân edilecek müthiş bir zafer ve gali- biyet teraneleri vardı: Moap hâ- kimi, Jerüzalem sarayını muhasara | etmiş ve Seba melikesini esir almış | olacaktı. Bu hâdise, bütün Moaplılara, | yer yüzünde unutulmaz bir şöhret temin edecekti. Moaplıların bili sebep etmelerine imkân yoktu. | Süleyman, yarı sevinç, yarı hay- ret içinde.. Sarayın avlusuna indi. Belkısı götürecek alay efradile konuştu. Hükümdarın içindeki eski korku zail olmuştu. endi kendine: ricat | ediyorudu: - Eğer Amerit uğurlu bir kız Yazan: ISKENDER FAHRETTİN ise, onun böyle teklikeli bir anda sarayıma gelişi, Yehovanın bize yardım edeceğine delildir, dedi. Süleyman bu felâketten kurtu- lursa, üzümcünün kızını aziz bir halâskâr takdis edecek ve onu sevgilisine kavuşturacaktı. Hükümdar avluda dolaşırken bu kararı vermişti. Urşalimin bütün | dilberleri sarayda yaşayacak, sa- rayın malı olacak değillerdi ya! Ameritte (Dağların uğlu) na veri- lirse, hükümdarın nesi eksilirdi? Fakat, bu kadar uğurlu bir kızı da birdenbire saraydan üzaklaş- tırmak doğrumudu? Ya bir felâket daha gelirse..?! Süleyman böyle aziz bir mah- lükun saraydan dağların koynuna atılmasına çarçabuk muvafakat edemezdi. Ameriti Emverano ile birleş- tirecekti Vicdanına karşı söz vermişti: Bu kararını tatbik edecekti. Bunu düşünürken Ameritin git- memesine bir çare buldu; Dağla- rın oğlu namile Sion yamaçlarında yaşayan şair Enveranoyu saraya getirtmek. Mademki Amerit onu çok sevi- yordu. Sarayda onunla beraber yaşamalarında ne mahzur vardı? Bu suretle Enverano da dağdan şehre indirilmiş ve etrafında, se- nelerden beri dönen dedikodu- lara nihayet verilmiş olurdu. Bu büyük muzafferiyetten sonra hükümdara: — Bu piçi neden saraya aldın? Demeğe hiç kimsenin hakkı olamazdı. Beni İsrail esaretten kurktuğu için her şeye tahammül edecekti. Beni Esrail hükümdarı, bu es- nada, sarayın büyük kapısı önünde gittikçe yükselen bir takım çoşkun kadın ve erkek sesleri işitti : — Müjdeler olsun sizlere, ey korkak saraylılar! Ey, yüksek duvarlar arasına gizlenen kahra- manlar! Kapıları açınız! Bir ham- lede düşmanı kaçıran Sam, Sah- yun yamaçlarından bir güneş gibi tulü etti... O büyük halâskârı karşılamağa çıkınız ! Biraz evvel, düşman ricat eder- ken, gözlerine inanamıyan hüküm- dar, şimdi de kulaklarına inana- mıyordu. Sam, Ermi tarafından öldürül- memiş miydi? Süleyman rüya mi görüyordu? Avlıdaki askerler büyük ka- pıya koşuştular... Sokaktan gelen sesler devam — Ne duruyor sunuz? Kapıları | açsanız a... Düşman o kadar | süratle kaçıyor ki, şimdi kendi | arazisine bile varmıştır. | Sarayın pencerelerinden cariye- | ler etrafa bakınırlarken, sekiz on | kişilik bir müfrezenin bir sedye içinde taşıdığı Sebalı kahramanı | görerek hep birden haykırmağa başladılar: — Sam... Sam... Boğaların boy- | nuzlarını koparan Sam geliyor... | | | Zaplonun başını koparan Sam geliyor... Beni Israil hükümdarı, o güne kadar, hiç bir kimseyi dış kapıya kadar inerek karşılamamıştı. Biraz sonra dört askerin taşıdığı Samın sediyesini getirmişlerdi. saray avlusuna (Arkası var) | — Kari'lerimizin — 506 — Olur olmaz şey- den şüphelenmek itiyadında bulu- nan biradam sa- bahleyin uyanmış, birde, bakmış ki fareler ayakkap- larını yemiş! Telâş içinde komşusuna gitmiş, işi anlatmış: « — Acaba bu garibe neye delâlet eder? » diye sormuş. Aklı başında bir adam olan komşusu: < Telâşa hacet yok, farelerin ayakkaplarını yemesinde hiç bir fevkalâdelik (ogörmiyorum, fakat ayakkapların fareleri yemiş olsaydı, işte garabet onda olurdu!» cevabını vermiş. Fettah — 507 — Vaktile bir dere beyi bir çingene- nin karısına göz koymuş ve bir gün çingenenin çadırına giderek : — Ualan çeri başı, git bana bir ayı bul; yarenlik etmek istiyorum! demiş ve çingeneyi dağlara saldırmış. Dağlarda ayı bulamıyan çingene korka korka çadıra geldiği vakıt dere beyi ile karısını tatlı tatlı konuşur görünce : — Hah şöyle beyzadem ayiyı ne edeceksin, adama alış adama! demiş. Yusuf Ziya — 508 — Fransızca o der- sinde muallim ta- lebeye sorar : — Oğlum, söyle bakayım, yümurta feminen mi, maskülen midir ?.. Talebe biraz düşünüp : — Efendim yumurtadan tavuk çıkarsa feminen, horos çıkarsa maskülendir, der 1... Rahmi Karaca — 509 — Gösterişi seven servetile mağrur bir adam ahpap- b) larından birine iki nefis taşlı gayet kıymettar bir yüzük göstermiş, her taşı- nn yüz lira değeri olduğunu söylemiş, dostu zengin adama sormuş: «Bu iki taştan senede ne kadar kâr temin edi- yorsunuz ? » Öteki: « Hiç! > diye cevap vermiş. Bunun üzerine dost demişki: « Bakınız, benimde iki taşım var, vakıa bunlar gibi güzel değil, fakat ikisi bir den bana senede iki yüz elli lira kâr getiriyor. > Zengin büyük bir hayretle: « A! Nasıl taşlarmış onlar ?!> diye A ŞEN sorunca dostu: « Değirmen taşları!» Muharrem azizim demiş. — 510 — Iki kayıkçı, başla- rını bir yastığa ko- yarak uyuyorlar- mış. Uyku arasında birisinin başı kaşın- mış. Kendi başı zannile arkadaşının başını kaşımağa başlamış. Arkadaşı, uyku arasında başının birisi tarafından şiddetle sarsıldığını hissedince uyanmiş... Ne yaptığını arkadaşına sorunca: «< Başımı kaşıyorum > cevabını almış. «Arkadaşı bu baş senin değildir» demesi üzerine; zavallı uyku sersemliği ile : « — Peki amma benim başım nerede? Şemseddin demiş, Fıkra mükâfatları Fıkraları dercedilen kari'lerimizin idarehanemize müracaatla mükâfat larını almaları rica olunur, Bulgaristan ve Yunanistanda yeni mali tedbirler Istanbul, 20 (A. A.) — Ihracat | ofisinden tebliğ edilmiştir: “Bulgaristan ecnebi döviz ka- | nunu ahkâmına tevfikan Bulgar maliye nezareti Bulgaristana ithal edilecek eşya bedellerine ve bir de Bulgaristan'da seyahat ede- ceklerin hâmil olabilecekleri pa- ralara dair yeni bazı ahkâm vaz ve ilân etti, Yunanistan hükümeti de harice karşı ticari borçlar hakkında yeni bir kararname neşretti. Alâkadar kimseler ibracat ofi- sine müracaatla mezkür kararlar hakkında izahat alabilirler. | takınmıştı. —— Suzan, pür neşe içeri girdiği vakit, kocası kahvesini bitirmek üzereydi. — Haydi, çıkalım... Beni Tak- sim meydanından taksiye koyar, sen de işine gidersin. — Nedir bu kıyafetin, Suzan! - diye, Hamdi bey, gözlerini ser- zinişle kaldırdı. - Sirtina yazlık mantonu giy.. Hiç olmazsa koluna al.. Kadın canının sıkıldığını ifade eden bir harekette bulundu. — Celi misin, Hamdi?.. Haziran ayındayız... Hava 25 derece. — Fakat fırtına kopacak. Yağ- mur, (bardaktan —boşanırcasına şakır şakır yağacak. Islanıp hastalanacaksın. — Böyle havada fırtına, yağ- mur olur mu? — Sen, gazetede rasatanenin raporunu okumadın galiba... Hamdi bey balkona çıkıp ufuk- lara baktı. Geri döndü. — Bulutlarda birikiyor. Suzan, beni dinlel Âdeta haile engiz bir tavır Genç kadın tereddüt etti. Bu yeni yaptırdığı hafif (tuvaleti okadar da seviyordu ki, onu giyip bütün Istanbul'a göstermek isti- yordu. Maamafih her zamanki gibi, kocasına inkiyat etti. — Peki soyunup yeniden giyi- neyim. Fakat sen, işine geç kala- caksın. Ehemmiyeti yok... Ehemmiyeti olan, senin ıslanmaman, hastalan- maman... Hem niçin üst baş değiş- tirecekmişsin, sadece yazlık man- tonu al; oldu bitti. — Bolero'nun üstüne manto geyilir mi? Sen delisin galiba... Hayır, üstümü başımı değiştirmem lâzım.. Hâlâ ısrar ediyor musun! — Senin sıhhatini sıyanet için ısrar ediyorum, yavrum.. Sen be- nim nazarımda o kadar kıymet- lisin ki.. — Peki.. Acele edeceğim iste- diğini yapacağım öyleyse.. Fakat ne derece can sıkicı, çatlatıcı, patlatıcı bir huyun olduğunu bir bilsen.. - diyerek odasına gider- ken homurdandı. Hamdinin istediği kılıkta sokağa çıktı. o gün güneş altında çayır çayır yandı, patladı. Ne yağmur yağdı, ne fırtma çıktı, ne bir şey... Hamdi, Suzanı severek almıştı. Aşk bazan saridir. Suzan da, onu, yirmi yaşının taze samimi- yetile sevmişti. Aradan bir müddet geçtikten sonra genç kadın bir şeyin farkına varmıştı: Koca- sının pek çok meziyetleri var; Hamdi, evine bağlı, sadık bir koca... Yalnız buna mukabil bir tek kusuru var: Böyle musallat- lığı, can sıkıcılığı... En münasebetsiz şeylerde: A- man şunu yapma, hasta olursun. Aman bunu yapma, âlem neder... Aman ötekini yapma, fenadır. Sokakta böyle süslenmeğe ne lüzum var? Sade benim hoşuma gitmen lâzım değil mi? İh ilk... Hulâsa musallatlık... Vırvırcılık... Suzan: “ — Hamdiyi çok seviyorum amma, öyle canımı sıkıyor ki, yok mu hani?.. , diye düşünü- yordu. Bu mantoyla sokağa çıkmak meselesinin tahaddüs ettiği günün akşamında kocasına dedi ki: — Gördün mü? Yağmur yağ- madan beni sokakta pişirdin. Sonra, kinle ilâve etti: — Vallahi bazan aklıma esiyor, e Hür olmak arzusu seni bırakıp gitmek istiyorum. Hamdi, yerinden sıçıradı: — Beni bırakıp gitmek mi? Nasıl bırakıp gitmek? Niçin? — Hür olmak iiçin. — Fakat sen hürsün ya... Söy- lediğin söze de bak... Şaka ediyor- sun, değil mi? Suzan, kızgın kızgın: — Evet! - dedi. Lâkin, fikir, dimağına saplandı. Evet, onu terk edip gidecekti. Bu, Hamdi'ye ders olsun, varsın... Böylelikle kabahatlerini öğrensin... Ahlâkını düzelteceğini söyliyerek yalvarsın. Suzan bunun üzerine geri dönecekti. Ertesi gün, kocası evde yokken bavullarını hazırladı. Bir kısa mektup. Adresini şimdilik bildir- medi. Dersin kâfi derecede tesir bıraktığına kanaat getirince, nerede olduğunu kocasının kulağına ulaş- tıracaktı. Tanıdığı bir Alman madamın pansiyonuna taşındı. Fakat, iki gün sonra, gazete- lerde bir havadis okudu: Meyus bir âşık koca Dün Sarayburnunda Hamdi bey isminde bir zatın denize düştüğü görülmüştür. Balıkçılar uzun araştırmalardan sonra, biça- reyi yarı ölü bir halde denizden çıkarmışlardır. Hamdi beyin hayatı tehlikededir. Evvelâ Hamdi beyin alelâde bir kaya kurban gittiği (o zannedilmişse de, sonradan anlaşılmıştır ki, zevcesi son günlerde tagayyüp ettiği için, Hamdi bey meyus bir haldeydi. Bundan dolayı dalgın bir halde sahilde dola- şırken denize düşmüştür. Doktor- lar kendisinden ümidi kesmiş- lerdir. Tahkikata devam olu- nuyor. Suzan, deli gibi, hastane hastane koşarak kocasını buldu. Hamdi, cidden, can çekişir vaziyette... karısıni görünce, gözünden iki damla yaş aktı. — Ben sensiz Suzan... o Sensiz ölmek da iyidir. yaşayamam, yaşamaktansa Haftalarca tedaviden sonra, Hamdi, iyileşti. Evine getirildi. Suzan, biraz hodbinane: “— Ders, cidden feci bir netice verdi. (Fakat, herhalde tesirini göstermiştir.! - diye düşü- nüyordu. - bundan sonra, hayatı- mız, artık saadetle geçer.,, Bir ay sonra, öğrendi ki, dersi tamamile aksi netice vermiş. Hamdi, artık, maskesiz bir müstebit. Iki cümlede bir: — Ben, seni hayatımı feda edecek derece seviyorum... Bunu ispat ettim... Sen benim şu ka- darcık arzumu yapmaz mısın ?... Sürme şu kırmızı boyayı duda- gina... Ne müthiş şantaj | Suzan artık, aşkının azaldığını hissediyor.. ve düşünüyor: Acaba bir gün gelip gene kaçmayacak mı?. Görmek için: Sahiden kocası geçen sefer kazaya kurban git- medi mi? Sahiden onu söylediği kadar seviyor mu?.. Her kaçışında çılgınlıklar geçirecek mi? Bu arzuyu bir türlü kalbinde yenemiyor. Mücadele ediyor; fakat yenemiyor. Nakili: (Hikâyeci) Yugoslavya ve Fransız - Ingiliz itilâfı Belgrad, 21 (A. A.) — Yugos- lavya hükümeti Fransız - Ingiliz itimat itilâfına iltihak etmiştir.

Bu sayıdan diğer sayfalar: