29 Ekim 1936 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

29 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

29 Birinciteşrin 1936 £UMHURİYET Antakya köylerinde tetkikler Köylüler sef alet sebebile çocuklarını satıyorlar Bütün sancakta Cumhuriyet bayramını kutlulamak için büyük hazırlıklar yapılmıştır Dr. Stoyadinoviç ve Türk Yugoslav Dostluğu izim Belgrad seyahati, ihtimal harbsonu dünyasının en sahih bir tesanüd misaliydi. Daha buradan aynlırken bile onların bize bezledeceği sıcak duygular selsebilini ta kalbimizde duyar gibi oluyor ve bundan şevk alıyorduk. İlk tahassüsü bugün daha kuvvetlenmiş olarak muhafaza ediyoruz. Eski Sırb hududunu aştıktan sonra; kalbimize doğan yakınlığın yabancı ve realiteye uzak olmadığmı tahminde aldanmadığımızı anlıyorduk. İç Yugoslavyaya doğru; iç Anadoluya gider gibi pürüzsüz bir safiyetle yol almaktaydık. Ve nihayet Belgradda bu yakınlığın, dostluktan çok daha ilerilere giden tezahürler vesilesile; o kadar mutlak sevgilerle hareket eden bizleri dahi hayrete düşürecek bir kemale erişmiş bulunduğunu gördük. Madde ve mana olarak yeniden kuruluşu itibarile müttefiki Türkiyenin hakikî eşiti ve yaşıtı olan Yugoslavyada gözlere çarpan ilk manzara; her müşkülü yıkarak yaşamağa ve ideallerini yaşatarak büyümeğe azmetmiş bir milletin engin bir cehid humması içinde elbirliğile çalışışı idi. O vifak çemberinin ortasında ve bu faaliyet hamlelerinin başmda, Başvekil Doktor Milan Stoyadinoviç millî bir sembol gibi temayüz ediyordu. Iç siyasetin icablanndan doğmuş tâli ihtilâflan, politika hercümercleri fevkindeki şahsiyetinin cevherinde eriten büyük devlet adamı, haricî siyasette Türk ve Yugoslav beraberliğinden doğacak kudrete inananların da başbuğlugunu ya pıyordu. Biz Belgradda iken onu; doğrudan doğruya ve bilvasıta alâkalannda, mil let olarak Türklere sevgiyi, devlet olarak Cumhuriyet Türkiyesine inancı temsil eder görmekle şeref duymuştuk. Adriyatik kıyılanndan Orta Anadoluya kurulan ittihad köprüsünü mutlaka tahkime azmetmiş bulunan Yugoslavlar Başvekili, şüphe yok ki hâlâ mukadderat lan muvazi yürüyen iki milletin birli ğinde müsterek saadeti yaşatmak üzere bütün hüsnüniyetini ve samimiyetini kullanıyordu. Biz onun yüksek hüviyetinde büyük bir Türk dostunu selâmlamak fırsatını bulduk, o Türkiyeye ve Türklere beslediği muhabbeti, milletimiz namına Hze tevdi etmek şerefini brzden esirgemedi. Sovyet misafirleı imiz Sovyet Havacılık Cemiyeti Reisi G. Eydeman ve arkadaşları Ankarada çok iyi karşılandılar J Bayramımız ocukluğumu düşünüyorum: Bayramı ya bol şeker yemek, ya boyunlarma kordelâ geçirilmiş koyunların Allah namına kesildiğini titriye titriye seyretmek için beklerdim. Basit bir iştiha ile manasız bir merakın kaynağmı teşkil eden bayramı bütün çocuklar gibi bize de sevdirmek için olacak babam biraz masrafa katlanırdı, her Şeker ve Kurban bayramında benimle kardeşlerimi süslerdi. Orta tahsil çağına kadar bayram, benim için hep bir iştiha ve bir merak vesilesi kaldı. Süslenmek te onların tetümmesi gibi bir şeydi. Yaşım ilerleyip te hâdiselerin özünü araştırmak çağı gelince o iştiha kesildi, o merak sondü. Artık bayramda süslenmiyordum da. Fakat içimde, her yıl iki defa varlığını hissettiren bir boşluk peyda olmuştu. Bayram günleri sevinemiyordum ve üzülüyordum. Oyle zannediyorum ki çocukluğa duyduğum ilk tahassür, genclikte idrak ettiğim ilk bayramla başlamıstır. Evet, manasızlığı anlaşılmış bayramlar, tabiatile çocukluğa dönmek iştiyakını doğuruyordu ve manasız bir neş'e ancak çocukluğun gafil safvetinde bulunabilirdi. Ömrümün bir kısmı işte böyle geçti. Fakat hakikî bir bayramın zevkini bulmıyanların, bulamıyanlann sayısı binleri, on binleri ve yüz binleri aşıyordu. Çocukların ve Türkten başka herkesin Türk yurdunda bayramı ve bayramlan vardı. Biz, o nimetin yetimleriydik, kalbimize heyecan, ruhumuza gurur verecek bir bayramdan mahrum bulunuyorduk. Sonra, bayramı minimini yavrulara haram eden bir devir geldi. Yurdun üstünde felâket bulutlan dolaşıyor, her yürekte matemî elemler kaynaşıyordu. Milletin istikbali ve istiklâli tehlikedeydi. Dudaklar, endişe mührile kapahydı, göz^r nem içindeydi. Artık çocukluğa mütehassir değildik, hayata geldiğimize nedamet ediyorduk. Bir gün bir el, mübarek bir el bütün o felâket bulutlarını dağıttı, yüreklerdeki matem sızılarını dindirdi, karanlığa sarılan istikbali aydınlattı, zincire vurulmak istenilen istiklâl haklarını çekip kurtardı ve asırlardanberi hakikatte bayramsız yaşıyan millete bir de bayram verdi. Şimdi, bütün yurddaşlar gibi, ben de bizim olan bir bayramın zevkini, hazzım, neş'esini, sevincini duyuyorum. Çünkü bu bayramın manasını anlıyorum. Onda milletin ebedlere kadar sürüp gidecek olan muhteşem ikbali ve gene ebediyete kadar devam etmekle mübeşşer bulunan istiklâli görünüyor. Bu bayramın şekeri yoktur, kurbanı yoktur. Fakat ondan ruhumuza sinen tadı hiçbir şeker veremez ve biz bu bayram için güle güle kurban olmakta bir saniye bile tereddüd etmeyiz. Yaşasın bizim bayramımız!.. General Eydemanla maiyetindeki tayyarecilerin Ankarada istikbal merasiminden bir intiba Turk Antakyadan bir görunüş Antakya 24 (Hususî) Kırıkhan ve Reyhaniyeden dönen Antakya heyeti Kasir ve Bayır Bucak nahiyesini ziyaret etmeğe karar verdi. Bu seyahati Cumhuriyet natnına takib ettim. İlk uğrağımız Karbeyaz köyü oldu. Karbeyaz köyü 2700 nüfuslu, Millî Harekette çok fedakârlık göstermiş bir Türk köyüdür. Bu köyde Hoca Durmuş Efendinin evine misafir olduk. Heyetimize kahve ve şerbet ikram edildikten sonra Karbeyaz mektebi ziyaret edildi. Sarıklı bir hocanın idare ettiği cami medresesinde yirmi kadar talebe gördük. Hoca, sorduğumuz suallere şu cevabı verdi: , «Ben yeni harfleri bilmem. Beni bu mektebe vekil olarak gönderdiler.» Heyet azası çocuklardan sekiz yaşında birini çağırdı: Yeni harfleri bilmiyorum efendim, ben Türküm ve büyük babamız (Atatür) tür. diye cevab verdi. Heyet bu cami medresesinden çıktıktan sonra Karbeyaz köyünün meydan sahasmda kadm erkek binlerce halkın arasında heyet azasınm «hürriyetimizi alı yoruz» diye verdiği nutuk «Yaşasın hürriyet, yasasın Atatürk» diye alkışlandı. Heyet oradan «Ordu» nahiyesine tabi «Hansoma» köyüne geldi. «Hanso ma» (2000) nüfuslu gayet güzel bir köydür. Heyeti karşılıyan köylüler «Yaşasın bizi kurtaracak Atatürk» diye bağırdılar ve alkışladılar. Muhtarın evinde heyetimize ayran ve serbet verildi. Köylü'erin büyüklerinden «Talib Ağa» heyete karsı ağlıyarak: Efendiler, hos geldiniz, bu esaretten, bu zulmünden ne vakit kurtulacağız? diye fervad etti. Heyet azalannm biri: Kurtuluş bayramının arifesindeyiz, az zaman icin sabır ve sükunetimizi muhafaza edelim, dedi. Talib Ağa: «Ben Atatürkün nutkunu okudum, Türk esir olmaz demişti. Buna imanım var; ancak köylü iktısadî vaziyetten çok müteessir, çocuklarını satmağa başladı» dedi. Heyet lâzım gelen nasihati verdikten sonra ve köylünün «Yaşasın Atatürk!» sadaları içerisinde «Hansoma» köyünü terkederek 60 Türk kövünden müteşekkil (Ordu) nahiyesine gitti. Bu altmış köyü olan Ordu nahiyesinde yalnız merkezde bir mekteb vardır. Mektebin muallimi Abdülkadir adlı Hoybon cemiyetine mensub bir Kürd dür. Mektebe şapka ile gelen çocuklan kapıdışan ettiği heyetimiz tarafından tesbit edilmiştir. Orada tesadüf ettiğimiz 60 yaşında, aksakalh Mehmed isminde biri bize gelerek: Yavla köyü ahalisindenim, surada gördüğünüz köy ve çiftlikler hep Türktür. Ben askerlik yaptım ve Türk ordusunda iki kurşunla mecruh oldum, dedi. Buradan Bayır Bucak nahiyesine gidildi. Bayır Bucak vaktile Osmanlı hükumeti zamanında üç Türk nahıyesiydi. Şimdi Fransızlar bu üç nahiyeyi iki nahiye yapmışlar. Bu iki nahiye 180 köydür. Bu 180 köyde Türk mektebi değil, iki Arab mektebi gördük. Halis Türk olan bu nahiye çocuklan bizi gördüklerinde: Dilimizi okutmuyorlar! diye ağ ladılar. Bu manzarayı çok tehlikeli bulduk. Bayır Bucaktan avdet ediyoruz. Antakyaya tabi yüzelliliklerden Ahmed Alemdann müdür bulunduğu Şeyh köye geldik. Köylü ile hasbihal ettik. Aşardan, zulumdan şikâyetlerini bize söylediler. Seyahatten sonra Antakyaya avdet ettik. #** Sovyet Rusya Osoaviyahim Cemiyeti reisi General Eydemanla refakatindeki Sovyet havacılannın Ankarada çok samimî merasimle karşılandıklarını yazmıştık. Ankara Foto muhabirimizin gönderdiği resimler, dost havacılann istikbal merasiminin pek parlak olduğunu göstermektedir. Türk Hava Kurumu başkanı Fuad Bulca, geçen ağustosta Sovvet Rusyayı ziyaret ettiği zaman General Eydemanı bütün Türk Hava Kurumu erkânile birlikte bizzat istasyonda büyük bir samimiyetle istikbal etmek suretile Sovyet Rusyada gördüğü dostça teza hürlere mukabele etmiştir. Resimlerimi zin ikincisi iki dost havacılık teşekkülü reislerinin samimî görüsmelerini göstermektedir. Aleviler taraf taraf içtimalar yapmış, Sancakta Türk ekseriyetinin verdiği ka rar gibi Suriye intihabatına iştirak etmemege karar vermislerdir. Halebde Suriye muahedesınin Vataniler tarafından ilânmdan sonra hoşnud suzluk başlamıstır. Dirzorda Ermenilerle Arablar ara sında' bir vak'a oldu. Ermeriile'rin Haîebe gelmekte oldukları, yani Dirzoru terkettikleri şimdi Halebden gelen bir Her geçen gün beynelmilel politika volcu tarafından öğrenilmistir. manzumesinde rahneler açıyor. Bu haraLâzkiyede Türkiye lehine büyük bir bî içinde yalnız Türk Yugoslav dostcereyan olduğu carşı ve pazarlarda aha luğudur ki mutlak ve mütekabil imana linin «Yasasın Atatürk» diye bağırdığı dayanarak yükselmekte ve kuvvetlen mektedir. Ulu Şefimiz Atatürkle mütemevsukan haber alınmıştır. 29 teşrinievvel Cumhuriyet bayramı veffa büyük Kral Aleksandrın açtıklan nı umum Sancakta kutlulamak için şim bu yolda tam bir hulus ve kat'î bir azimdiden fevkalâde bir hazırlık başlamıstır. le yürüyen muhterem Doktor Stoyadinoviçi yurdumuzda ve aramızda görmenin ABDURRAHMAN sevinci işte bunun için bu kadar büyük ve müstesnadır. lürk Hava Kurumu Reisi Fuad Bulca General Eydeman ve paraşütçü Bayan Nıkolayeva ile gorüşürken Küçük san'atkârın açtığı büyük sergi SOSYETELERDE Elektrik şirketine aid kaçakçılık işi FER1DUN OSMAN M. TURHAN TAN DENIZ tŞLERl Gemiler 18 ayda bir muayene edilecek İktısad Vekâleti gemilerin muayene müddetlerini 12 aydan 18 aya çıkarmayı düşünmüş ve bu hususta bir talimatname hazırlıyarak Vekiller Heyetine sevketmişti. Bu talimatname Vekiller Heyetinden çıkmış ve İstanbul Deniz Ticaret müdürlüğüne tebliğ edilmiştir. Bunun üzerine senelik muayene müd deti gelip seferden alıkonulmuş olan birçok vapurlara daha altı ay müsaade verilmiştir. harab edecek dereceye gelen bu alâka lardan hiç birisini tam bir münasebet haline getiremezdi. Etrafmdakilerin hayata karşı bağlarını çok kuvvetli zannettiği için olmalı ki, «küçük teşebbüsler» inde kırıldıkça daha fazla içine kapanmış, daha mariz bir hassasiyet kazanmıştı. İşte bir seneye yakm zaman vardı ki, o kendini avutmak için kütübhane raflarına, kara satırlar arasına kapanmış olan hasta ve körleşmiş alâkasmı yeniden kuvvetle hayata çevirmek istiyordu. Kararsızlık ve kuruntuyla harab olan ihti raslarını bütün hızile yeniden hayata ve eşyaya sevk için yanıyordu. O şimdi, günahın daha ne olduğunu bilmiyen ilk insan gibi yaşamak istiyor du. Kahvelerin sükununa artık katlanamıyordu. Köstebek gibi içine kapanmak ve yalnız rüya görmek.. Şimdi ona öyle geliyordu ki, hayatını kemiren derdin bütün kökü burada! Cemal birdenbire: Şimdi ne yapacağız? diye sordu. Öyle bir yer isterim ki dedi, orada sırf tabiat değil, insanlar da bulunsun! Bu şehirde bir ev içi görmek kısmet ol mıyacak mı? Cemal güldü. Anlıyorum! dedi. Garbde olduğu Kuçuk ressamın açtığt sergiden bir görunüş Elektrik şirketinin Anadolu yakasma kuracağı tesisat malzemesini İstanbul yakasmda kullanmak suretile yaptığı kaçakçılık işinin Müddeiumumiliğin İhtısas mahkemesine havale edildiğini yazmıştık. Bu havale daha ziyade va zife dolayısile İhtısas mahkemesi Müddeiumumiliğine gönderilmiştir. Elektrik şirketindeki tahkikat henüz bitmemiştir. Tahkikat bittikten sonra ancak Gümrükler Başmüdürlüğü tarafından dava açılmasile iş muhakeme safhasına girebilecektir. Galatasaray lisesi 8 inci sınıf ralebe | başlattığım genclerden pek te farklı görsinden Turgudun 3 aylık tatil zarfında memiştim. Fakat daha ilk dersimde bu vücude getirdiği resim sergisi dün seçkin gencin söz dinliyen bir zekâsı ve san'ata bir davetli huzurunda açılmıştır. karşı çok ateşli bir iştiyakı olduğunu anKüçük Turgudun vücude getirdiği 35 ladım. Dersler ilerledikçe Turgudun iş kadar yağlıboya ve karakalem tabîo tiyakı artık uykusunu kaçırmağa başla da ciddî bir çalışma eseri görülmcktedir. Küçük san'atkânn hocası kıymetli res dı. Resimden başka birşey düsünmüyor sam Ali Sami Boyar, talebesi için şu söz du ve resme aid her emrime itaat e diyordu. 16 yaşında iken pek az leri söylemektedir: kimseye kısmet olan bu dereceyi buldu. « Turgudu bu yaz iptidasında resme istidadh bir talebe olarak bana tak Turguda artık (ressam Turgud) diyebidim ettikleri zaman doğrusu san'ata ilk liriz » gibi kulübler, sosyeteler arıyorsun. Beyhude! Burada insan yüzünü sen yalnız kahvelerde görebilirsin. Hakikaten memlekete döndüğüm zaman, bana insanlann yarısı sahneden çekilmiş gibi geliyordu. Fakat efendim, memleketi tanımak için cidden bir aile hayatı görmek lâzım! diye cevab verdi. Cemal, o sırada başmı eğmiş yürüyordu. Bir aralık göz ucile gülümserken: Maksadını anlıyorum! dedi. Şimdi seni buranın en alafranga, bununla be raber en yerli evine götüreceğım. Orada istediğin kadar garbden de, şarktan da bahsedebilirsin. Yeni boyalı bir bahçe kapısı çaldılar. «Nereye gidiyoruz, kiminle konuşaca ğ;z?» demeğe vakit kalmamıştı ki, kapı açılır açılmaz küçük bir çocuk gülerek karşıladı. Onları, üzeri sarmaşıkh çakıl döşenmiş dar bir yoldan selâmhk tara fına götürdü. Yol boyunca iki sıra karanfil ve be gonya saksıları diziliydi. Sarmaşıkların gerisinde, renk renk çiçeklerle bezelı bahçede havuzun şırıltıları serin bir rüzgârla hanımeli ve yasemin kokularmı getiriyordu. Köşelerde arsız asma çubuk • lan, kameriyelerin üzerinden yol bulup bahçenin büyük bir kısmına uzanmıştı. Kendiliğinden kurulmuş bu yeşil çatının kenarlarından, Diyonizosu sarhoş eden kehribar gibi sarı taneli salkımlar sarkr yordu. Havuz basında yere mıhlı bir küçük masa, akşamcıların keyfine hizmet için hazırlanmışa benziyor; ve fıskiyenin ağzma soğutulmak için konmuş koca kar puzlar, iri şeftaliler görünüyordu. Çocuk onları, bahçeye bakan came • kânlı geniş bir odaya aldı. Burası, eski tertib etrafı köşe minderlerile çevrili, kireç duvarlarına Rum kalfaların lâle resimleri yaptığı basık tavanlı bir oda idi. Köşede, yaldızlı aynası sırma işleme ö r tü ile süslenmiş olan konsol üzerinde, Mısır oyuncakları ve aile fotoğraflarının ortasında Venedik oymalı bir eski Pri yol saatin yeknesak tıktakı işitiliyordu. Köşe minderlerinin önünde, cılâsı bozulmuş bir yuvarlak masa etrafmda ince bacakh koltuklar, değişen ihtiyaclara göre selâmhk odasını tamamhyordu. Dikkat edilirse, itina ile yerleştirilen ör tülerin, artık akmağa ve aşınmağa baş lamış atlas yüzleri saklamak için konduğu farkedilirdi. Teşekkür Sevgili ve kıymetli babamız General Vefalı Galib Ersünün cenazesinde as kerî merasimde candan alâka gösteren İstanbul Kumandan vekili General Ali Fuada ve merasimde bulunan General Şükrü Nailiye ve diğer dostlarüe be yani taziyet eden dostlarımıza ayn ayrı teşekküre teessürümüz mâni olduğun dan sayın gazetenizin delâletini rica ederiz. Eşi: Sabiha Ersü. Kızları: Pakize, Servet Ersü, oğulları: Tevfik Ersü, Necib Ersü Demir, odanın ortasından mufassal bir selâmla karşılıyan ev sahibini görünce hayrette kaldı. Bu, daha bir hafta evvel halk kahvesinde rasladığı sarhoş ihtiya rın ta kendisiydi. Biran adını hatırlamağa çalıştı: «Kerim Bey miydi, Müker rem Bey miydi?» diye düşünürken, Cemal arkadaşlarını tantanah bir lisanla o* na takdim etti: Kurdoğlu Bekir Bey, şehrimizin değerli şahsiyetlerinden. Size en iyi dostIarım Ali Sabir ve Mehmed Demiri takdim ederim. Demir, ev sahibinin elini sr karken o yerlere kadar eğiliyor, ve onlara yer gösteriyordu. Cerpal henüz yerleşmeden: Demir Bey kıymetli bir iktısadcr mızdır. Mesleğinizle kafanızm uyuşa cağına o kadar kaniim ki, sizi tanıştır * mayı şeref bilirim, dedi. O, ellerini yu narak: Memnun oldum, şerefler getirdiniz! derken birkaç defa kalkıp kapıya seğirtiyor, ve gözü kapıda, telâşla: Vallahi ne iyi ettiniz, bizi ihya ettiniz! diye misafirlerini ağırlamağa ça hşıyordu [Arkast vari CLCUMTL Cumhuriyetin ictimaî romanı: 16 Uykusuzluk ve göğüs tıkanmaları îçinde sabahlara kadar deprendikten sonra, ertesi gün gözleri kızarmış ve benzi sapsarı, kalkar; bütün aynaları kır mak istediği halde, gene aynada «bu çirkin ve utanılacak» şekle bakmadan bir türlü kendini alamıyarak, kurtulmağa çabaladıkça kumlara gömülen seyyah gibi, bir parça insan arasma çıkabilmek için yaptığı gayretlerin onu «daha fena, daha menfur» bir hale koyduğuna inanırdı. Yalnız olduğu zaman az çok kendine hâkim olduğunu zanneder, fakat bir meclise girer girmez ne diyeceğini şaşırarak bir kenarda kalır. Ya büsbütün kendi içr ne kapanır, yahud da birşey söylemek isterken dili dolaşarak en umulmadık yer de tamir edilmez bir pot kırardı. Bu «pot kırma korkusu» ile o bütün toplantılarda en güzel fırsatları kacırdığmı ha~ tırladıkça simdi kendi kendine lânet edi yordu. Bazan kahkahalarla gülerek «ne garib şey! Hayat benim için kaçml Yazan: Hilmi Ziya mış fırsatlardan ibaretti. Nasıl olup ta değersiz vak'aları büyüterek, onlardan büyük kederler çıkarıyormuşum!» diye düsünüyordu. Hakikaten pireyi deve yapmak onun başlıca illeti idi. Başkalarının omuz silkerek geçecekleri, belki de farkma bile varmıyacakları en ehemmiyetsiz bir hâdise onun gözünde bazan büyür büyür, halledilmez bir mesele olurdu. Sonradan hatırladıkça kendi kendi sından utandığı öyle küçük hâdiseler olmuştu ki, onlar yüzünden haftalarca derın bir kuruntu ve kederle kendi kendin' yediği vakidi. Bilhassa yabancı memleketlerdeyken oturduğu pansiyonlarda, yahud komşulan arasında kendilerine karşı sempati duyduğu gene kadınlar olur; bazan bu daha derinleşerek kuvvetlı bir alâka derecesine gelirdi. Fakat onun utangaçlığı, kendine güvensizliği, haHa beceriksizliği hakkında kanaati o kadar derindi ki, zaman zaman muhayyilesini

Bu sayıdan diğer sayfalar: