16 Eylül 1938 Tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 8

16 Eylül 1938 tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 8
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Eski Türk detektifleri “Son Posta,, ya maceralarını anlatıyorlar : 28 ali Eski bir istihbarat ajanının arikulâde sergüzeştleri Eski istihbarat a- jJanlarıntlan Hayre- bolulu Bay Sami, Trakya işgal altın - da iken Yunanlılar tarafından yakalan- mıştır. Edirne diva“ tuharbinde muha - kemesi yapılmıştır. Müddeiumumi, Bay Samiy «Hiyaneti valaniye» ile ithamı etmiştir. Fakat orta- da delil yoktur. Ü zerinde bulunan bü tün vesaiki, mide - $ine zoraki bir kâğıd ziyafeti çekerek çiğ nemiş, yutmuştur. Şimdi divanıharb - de, kendini müdafaa ediyor. Sözü Bay Sami - ye bırakalım, Reise: — Ben vatanıma ihanet etmem, de- dim. O sordu: — Vatan kelime « sinden maksadın ne dir? atanın mânası » O Yanım - da bir lügat kitabı olsaydı, size açar, o- kurdum! — Sen söylediğime cevab ver! Va- tan kelimesile Türk vatanını mı ifade etmek İstiyorsun, yoksa Yunan vatanı- nı mı? Bütün gözler bana dikilmiş, ağzım- dan çıkacak lâfı bekliyorlardı. Vaziyet, ne kadar vahim olursa olsun, canımı kurtarmak için o anda yalan söylemeği izzeti nefsime yediremedim. Reise hay- kırdım: — Ben Trakyalıyım. Trakya, 'Türk- lerindir. Vatanıma, yani Türk vatanı Da İhanet etmem! Muhakeme bitmişti! Reis, jandarma“ ya bir işaret yaptı, beni hapishaneye götürdüler. Ertesi günü, şafak vakti yola çıktık. — Nereye gidiyordunuz? — Serez hapishanedine. Fakat âkı- betimin ne olacağını bilmiyordum. Di- vamharbin hakkımdaki kararını, bana tebliğ etmemişlerdi. Nihayet Sereze geldik. Hapıshaneye tıkılalı henüz yarım sa- at olmamıştı ki, bulunduğum koğuşa i- ki jandarma girdi. Bizimle beraber bu- Iunan dört adamı alıp götürdüler, On- Yarın arkasından, aramızdâ bulunan bir 'Türk - mustantik imiş - dedi ki: — Zavalhları kurşuna dizecekler, Hakikaten 20 dakika sonra üç el yaylım ateş yapıldığını duyduk. Pen- cereye üşüşlük. Birkaç dakika sonra, biraz evvel bizim koğuşa gelen iki Yu- nan jandarmasının yalnızca geri dön- düklerini gördük. Müstantiğin tahmini, doğru çıkmıştı! Hapishanede, Mustafa çavuş namın- da bir mahpus daha vardı. Beni bir ke- nara çekti. Şu üç nasihati verdi: I — Köşe başlarını açıktan dolaş, 2 — Abdesthane kapısını evvelâ tekme ile aç, kimse bulunmadığını gör- dükten sonra içeri gir, 3 — Her zaman, her yerde arkani duvara vererek otur! Mustafa çavuşun söylediklerine te- şekkür ettim. Fakat onun «pends lerini her yerde tatbika imkân yoktu, Mese- lâ, taş kırmağa, şehir haricindeki ş0se- lere götürülüyorduk, Allahın kırında, arkamı hangi duvara verecektim? 'Taş kırmak safasına 15 gün razı ol- dum, Çünkü, bu müddet içinde civar hakkında malümat alıyordum. Zira, fi- rar etlikler sonra, örümcek ağına ya- 'Kalanan sinek gibi, tekrar paçayı kıs- tırmak istemiyordum, Kapiten Tambi «Artık Türk topraklarındayız!» dedi. Serez hapishanesine geldiğimin on altıncı günü idi. Öğle yemeğine otur- duk, Sabahtanberi taş kırmaktan ©- muzlarım sızlıyordu. Ekmeğe dört elle sarıldım. Tabldot mükellefti; Kuru ek- mek, suda pişirilmiş beyaz peynir ve biber! Bu ziyafetten sonra açık hava ab- desthanesine gitmeğe niyetlendim. Bu işi yapmak için az ilerideki dere kens- rına İniyor, bir böğürtlenin altına çö- meliyorduk. İlk böğürtlenin dibinde biraz dur- dum. Sonra, daha ilerideki böğürtlenin yanına gittim, Oradan bir diğerinin, o- Tadân da daha uzaktakinin... Bir aralık arkama dönüp baktım. Bi- zim takımı muhafazaya memur jandar- ma, bir tepenin üstüne çıkmış, tüfeği- nin ucuna taktığı kaputunun gölgesin- de öğle uykusuna yatmıştı. Kendi kendime: — Allaha ısmarladık dostum, kısmet bu kadarmış, dedim. Tarlaların içine vurdum. Artık dağ- ları, bir yaban keçisi gibi, tırmanıyor; durmadan dinlenmeden, gece gündüz yol alıyordum. Uzaktan gözüme ilişen çobanlara dikkat ediyordum. Eğer kr İyafetlerinden, Türk olduklarını anlar- İsam, yanlarına sokuluyor, heybelerin- den aldığım kuru ekmekle karnımı do- İyuruyordum. İçtiğim suyu da söyler- İsem, şansıma gıpta edersiniz: "Temiz, se- İrin, billâr kadar aydın dere suları, ne ksdar tatlı idi bilseniz... Maksadım Gümülcineye gitmekti. Fakat, yolları . şaşırmışım, İskeçenin üstüne çıkmışım! Şahinli köyüne uğramağa Karar ver- dim, Ramazana bir hafta vardı, Köy kahvesinden içeri girdim. Köylüler ile İkonuşmıya başladım. Bana ne iş yap- tiğımı sordular. Dedim ki: — Hocayım. Köy muhtarı hemen yanıma sokul- du: — Hazır, önümüz ramazan, bize İ- mamlık eder misiniz, diye sordu. Bu teklifi memnuniyetle kabul et- tim. Çünkü, yemek, içmek onlara aid olmak üzere ayrıca da 1500 drahmi ve- İreceklerdi. Fakat, bir ay Şahinli köyünde kal mama imkân yoktu. Ramazanın hafta- sında ima yarıda bıraktım, kaç um. Zira vaziyet tehlikeli idi, Şahin- li köylü Yunan kuvvetlerinin sık sık ge- lip gittikleri bir yerdi. Köylüler, 1500 drahminin yarısını vermişlerdi. 750 drahmi ile iktifa etmek, kelleyi tehli- keye sokmaktan her halde daha hayırlı inden İskeçeye geldim. Belediye caddesinde bulunan Otel Ru- vayal'in önünden, geçerken, kapıda bir tanıdık ile karşılaşmıyayım mı? Arka- daşım, beni hemen içeri aldı, Onunla konuştum. İskeçenin zenginlerinden Reşid Saffet bey namında bir zat ile de tanıştım, Reşid Saffet bey, otelin ta- ven arasında bir yer temin etti, Hergün kendisine gelen İstanbul gazetelerini bile bana gönderecek kadar nezaket gösterdi. Her ihtimale karşı, dışarı çikmiyor- dum. Fakat iç sıkıntısından nerede ise İçatlıyacak idim. Bu sırada, İskeçeye İseyyar bir tiyatro kumpanyası geldi. Trupun yıldızı «Cihanyandı Kâfiyes adlı bir kızdı. Ufacık, tefecik bir e€s- mer güzeli olan Kâfiyenin, muhitte İmüdhiş bir süksesi vardı. Bir akşam, her şeyi gözüme alarak tiyatroya git- meğe karar verdim. Çünkü, gece, gün- İdüz tavan arasında yaşamaktan, artık İ boğulmak raddelerine gelmiştim. Serde gençlik de var. O akşam Kâfi- yeye kur yapmıya başladım. İkinci ak- şam tiyatroya tekrar gittim, gene ayni yerde oturdum. Üçüncü akşam keza... Dördüncü 'akşam, oyun bittikten sonra, İbir yolunu bulup, şanonun altina gir- dim. Oradan Kâfiyenin s6sinin geldiği yeri tayin ettim. Süflör deliğinden sah- heye çıktım, Yavaşca Kâfiyenin odası- na yaklaştım. Yanılmamıştım; Kâfiye içerde idi, şarkı söylüyordu. Birden kapıyı açtım, odaya girdim. Kız, bu gece baskınına şaşırmadı de ğill Fakat; cesaret ve kurnazlığım da hoşuna gitmişti her halde... Nihayet, Kâliye ile dost olduk; Kız, hüviyetimi anlamak istiyordu. Tabii kaçamaklı ce- vablar veriyordum. N Yavaş yavaş Kâfiyenin de beni sev- meğe başladığını anlamıştım. Kıza o za- man açıldım. Kaçmak için çare aradığı- İm söyledim. İ — Bizim kumpanyaya oyuncu gir, İdedi! Patrona söylerim, bana karşı gel- mek haddine mi üş onun! Seni de aramıza alır, gideriz. | Kâfiyenin bu toyca, fakat yürekten gelen hilesine güldüm, Lâkin, onu in- citmeden, teklifinin beyhude ve yalnız başıma gidersem hem benim, hem de için daha iyi — Öyle ise al bu parayı, az ama ge- ne işine yarar, dedi, j 9000 drahmi verdi. Şanonun (altında kara gözlü «Cihan - yandı Kâfiye> ile ha- zin bir veda yap - tık. OKâfiyenin göz leri yaşarmıştı, Ufa- cık bir çocuk gibi ağlıyordu. Bana, ha- tıra olmak üzere res- mini verdi. Birkaç gün sonrâ, kaçak olarak, Gü - müleineye gelmiş - tim. Doğruca, günün kalabalık bir saatin - de - akşam üstü - istasyona gittim. De- deağaca hareket et- mek üzere olan bir marşandiz treni vardı, Uzaktan, va - ziyeti tedkik ettim. Furgon vagonunda- ki gardöfren yeri boştu. Kimseye gö- rünmeden hemen 0 - raya atladım. Kaske- timi başıma iyice geçirdim. Elimi fre- bin üstüne koydum. Birkaç dakika sonra, Yunan jandarma» lar! treni teftiş ettiler, Lâkin beni hare- kete hazır olan trende Vazife almış bir vaziyette görünce şübhe etmediler! Nihayet kurtulmuştum: Tren yola ko- yulmuştu! Dedeağaç istasyonuna girmek üzere iken trenden atladım. Şehre, tenha yol- lardan girdim, bir meyhaneye gittim. İçerde sarhoş bir jandarma o başça- vuşu oturuyordu. Baktım ,herif konyak çekiyor. Yanındaki masaya da ben çöktüm, Garsona: — Konyak getir, dedim, Kadehimi doldurdum, sonra jandar- maya dönerek: — Siz de ister misiniz? dedim. Herif böyle bir ikramı gözlüyormuş zaten! Jandarma ile kadeh tokuşturdukca dostluğu da ilerlettik. Bana ne iş yap- tığımı sordu: — Alış. veriş, cevabını verdim. — Adın ne senin? — Sami? Başçavuş beni Dedi ki: — Vire sen İsrailsin? — Evet! — Babanın adı re? — Naum! (Babamın adı Naimdir. O anda aklıma bu yalan geldi.) Başçavuş, pek derin sâmimiyetimize güvenerek, yarım Kilo kadaif aldırmak- hığımı söyledi. Hemen, garsonu, tazı gibi koşturdum! Bir ara, başçavuşa sordum: — Trenin kalkmasına çok var mı? — Yarım saat! — Öyle ise ben gideyim! — Niçin? — Dimetokaya gideceğim. Vesikamı imzalatayım! Herif, ne dese beğenirsiniz? Azamet- li bir tavır aldı: — Ben, oranın karakol kumandanı- yım. Vesikayı sorarsam, ben soracağım! Otur, oturduğun yerde, ısmarla kon- yağı! Beraber kalkar, trene biner, gi- deriz! Sen yol için hazırlık yap sade! Bu suretle işleri yoluna koymuştum, Başçavuşa dört şişe daha konyak al- dım, «Cihanyandı Kâfiye» nin parala- rı, görüyorsunuz ya, kimin kısmeti i- miş! Böylece Dimetokaya vardım. Bir &- raba tuttum, Edirne Karaağacına git- Musevi zannetmiş. , İmek için yola çıktım. Tam Smavlı köyüne varmak üzere (Devamı 13 üncü sayfamızda) Eğer fallar doğru çıksaydı... Falcılar Vilsona, Lenine, Kayser Vilhelme, İmpa- rator Şarl'a neler söylemişlerdi Yilhelm air gün bir Çingene kadını Macaf Kontesi Geraldine Apponyi'ye: — Günün birinde kraliçe olacaksın. demiş... Nevyorkta ihtiyar bir serseri Lind- berg'e henüz tayyareci bile olmadan: — Bir gün r'wek.. dünyada hep sizden bahsede. .xler!. sözlerini söyle miş. 1914 senesinde bir Alman asker fi“ rarisi idama mahküm edilir, Affı için müracaât eder, İmparator affını redde* der. Asker ona şu mektubu gönderir: «Siz vatandan uzak, sürgünde ölecek“ siniz.» Ara sıra gazetelerde bu kabil yazıla* ra tesadüf edilir... Halbuki; Amerikan Cumharreisi (Vilson) madenleri ziyaretten ürkerdi... Hasta döşeğinde tabi! bir surette ha” yata gözlerini yuman Amerikan cunw hurreisi (Vilson) on beş yaşında iken bir Çingene kadınına rastgelmiş, Çin gene kadını ona demiştir ki: — Siz bir maden çöküntüsünde öle“ Çingene kadınının kehaneti (Vik son) ün üzerinde o derece tesir etmiş" tir ki reisicumhur olduğu sıralarda bi* le çökebilerek yerlerde dolaşmaktan ürkerdi... Leninin falı İsviçrede menfada bulunurken bi arkadaşı ona ibtiyar olduktan sonra bi? şimendifer kazasında öleceğini söyle“ mişti, Halbuki Lenin genç denebilecek bir yaşta ve bir klinikte öldü... Son Avusturya - Macaristan imp& ratoru (Şarl) elli sene tahtındâ 1916 senesinin kânunuevveli... Ha” bıumuminin en civeivli zamanı... İm* parator (Şarl) ın Macar krallık tacınf giyme merasimi yapılıyor... Macar g0“ zeteleri (Şarl) ım hayatı ve istik hakkında (Galiçya) nm meşhur h& hambaşısının kehanetlerinden bahsedi* yorlardı... Hamambaşı diyordu ki: — Majestenin selefi gibi 58 sen tahtta kalıp kalmıyâcağını kestiremelk Fakat saltanatı elli sene kadar sürecek” (Devami 14 üncü sayfada)

Bu sayıdan diğer sayfalar: