15 Eylül 1937 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9

15 Eylül 1937 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

— nm sz İNME 15 Eyldl 1937 Yazan: İskender F. Sertelli (Buda) nın No. 172 öğütleri nihayet iki genci idamdan kurtarmış ve biribirine kavuşturmuştu. Pekinde düğünler ve şenlikler yapılıyordu — Tiyen - Fo ne yapıyor, Semğa? — Arkanızdan gece gündüz göz yaşı dökerek ağladı, hakanım! Dört gözle sizin dönmenizi bekliyor! Kabilây hafifçe başını sallıyarak gülümsedi. Ve saraya gelir gelmez, 'Tiyen - Foyu gördü. ilk önce Kubilây Pekine döndüğü zaman bir çok hadiselerle karşılaşmıştı. Ka- rakurumdaki prens Kaydo İsyanı büyümüş, ve Kaydo, Timuru esir ai- miştı. Kubilây büyük bir kuvvetle Karakuruma tekrar Bayan behadırı gönderdi ve kendisini Karakurum umumi valiliğine tayin etti, (1289 M.) İmparatoriçe Gökçin bir taraftah oğlu Timurun Karakurumdaki esa- retine, diğer taraftan da kızı Gülçi- nin vaziyetine çok üzülüyordu. Prenses Gülçin hâlâ Trahan Şan- ganın köşkünde oturuyordu. Fakat, emi da hemen haber verelim Kİ, Adam edilmek Üzere zindana atılmış ölan Terlan, idam edileceği sırada Şanga tarafından kaçırılmıştı. Terlan Gülçine kavuşmuştu. Onla- rn Şanganın. evinde bulunduğunu #mparatoriçe Gökçinden başka bilen yoktu. Kubilây Kantondan döner dönmez, Tiyen - Fo hakana sarayda olup bi- tenleri anlatırken ilk önce bu hadi- seyi haber verdi: — 'Terlanı idam edileceği sırada kaçırdılar, hakanım! Böyle bir alça- ğin kanını yere akıtamadığımıza pek müteessirim. Kubilây bu haberi duyunca fena Halde cani sıkılmıştı: Bereket versin ki, üzerinde durulacak pek çok ha- dişeler, meseleler vardı. Hakan Ter- Janın firarından daha mühim işlerle uğraşmağa başladı. O günlerde, 'Tiho Kalesi elvarında Kubilâyın vaktile rasladığı ihtiyar bir Japon sihirbazı Pekine gelmiş bu- Yunuyordü. Semga bahadır: — Şa - Ting adlı iki yüz yaşların- da bir ihtiyar Japon sihirbazı sizi ziyaret etmek istiyor! Demişti. Kubilây ihtiyar sihirbazı hatırladı. Kabul etti. Görüştü. Şa - Ting, Japonyadan Pekine ni- çin geldiğini anlattı: — Çilemi doldurdum. Tekrar Tok- yoya dönemezdim. Mikadonun yeni bir sillesine uğramaktan korkarak, Pekine geldim. Size (Budan) nın iki öğüdünü (tekrarlamak © istiyorum. Çünkü, Pekindeki mabedlerde Buda- nın öğüdleri arasında bunlara tese düf etmedim. Dedi. Kubilây, bu iki asırlık ihtiya- rı merakla dinliyordu Şa - Ting sözüen devam etti: — Buda: «Daima değil, takat, ye- | rinde affediniz! Affetmek, kazanmak demektir.» diyor. Budanın ikinci öğüdü de şudur: «Bir toprağın mah- sulü, ne kadar fena olursa olsun. © toprağın malıdır. Fenaise, onu 1 laha çalışınız! Kubilây, bu iki öğüdü aynen Pe- kindeki büyük mabedin iç kıpısı üs- tüne yazdırdı. 'Bu öğüdleri gören Tarhan Şanga bir gün saraya koşarak Kubilâyın ya- nina girdi: — Hakanım, dedi, kötü ruhlu in- sanları ıslaha, davet eden öğüdleri okudum. Buda çok doğru söylemiş, Ve birden Kubhilâyın ayaklarına kapandı: — Cengiz hanın töresine göre, Tarhanlığın elimden gitmesi için do- kuz suç işlemem gerekti. Ben henüz #kl suç işledim. Bunları efendimize arzetmek isterim. Bunlardan birisi şudur: Kızınız Gülçini zindandan ben kaçırdmı. Çünkü o masumdu. Kubilây gözlerini açarak bağırdı: — Ne diyorsun... Onu zindandan kaçırdın ha?!... Şanga soğukkanlılığını muhafaza ediyordu: — Evet, dedi, Ben kaçırdım. Ve Ter- lanı da cellâdın elinden kurtardım. Kubilây yumruklarını #ikarak ye- rinden fırladı: — Ben onun suçunu gözümle gör- düm, tesbit ettim. Demek Terlân hâ- 1â yaşıyor? — Evet hakanım, yaşıyor ve yaşi- vw. Size hizmet edecek, Onun da haksız olarak idama mahküm edil- diğini söylemek isterim. Tiyen - Fo sizl aldatmıştı. Terlânı bir gün ta- Taçaya davet etti. Ayni zamanda si- ze de haber göndermişti. Bu dani- Şıklı tuzağa düşüren odur. Budanın öğüdlerinden cesaret alarak saraya koştum. Bu iki yavrucuğu affeder- seniz Budanın ruhu Şad olur. Ve bü- tün mabudları hattâ - Tiyen-Fodan başka - bütün Çin halkını sevindir. miş olursunuz! Şimdiye kadar Türk tarihinde hiç bir hükümdar kendi evlâdını karısının teşvikile veya her hangi bir sebeple idam ettirmemiştir. Gülçin gibi melek ruhlu bir kızın başmı cellâğda kopartmakla, Tiyen - FPodan başka bir kimseyi memnun etmiş olmıyacaksınız, bakanım! On- ları affediniz, Ve birbirini seven bu gençlerin birleşmelerine irade buyu- Tünuz! Çinliler o gün birbirlerine hayret- le soruyorlardı: — Kırk gün, kırk gece düğün der- nek olacakmış..! — Ne düğünü?.. Haberin yok mu? Tertânia Gül çin evleniyorlar... — Hangi Terlândan bahsediyor- sun? C başı vurulmadı mı? Hayır. Vurulmamış. Tarhan baba onu cellâdın ©indön kaçırmış. Ti- yen - Fo işin ortalığa yayılmaması için, Terlânın başı vuruldu diye ilân ettirmiş. — İkinci bir düğün daha... — Kim evleniyor? — Özkan. — Kiminle?... — Amiral Şütsonun kızile, — Özkan, Kanton seferinde çok sıkıntı çekmiş.. amma turnayı da gö- zünden vürmuş. Amiral Şüfso kızını, Kanlonda, Öz- kang vermişti. Hattâ düğünleri de orada olmuştu. Fakat, Çinliler bir şey görmedikleri Için, Şütsonun kızi- nı Özkana verdiğine bir türlü ina- namıyorlardı. (Kanton incisi) nin düğünü de bu köşkte yapılıyordu. “. 'Tiyen - Fo, imparator tarafından sarayda alıkonulan iki yüz yaşındaki Japon sihirbazını bir gece odasına çağırttı: — Hakan, bir kaç gün sonra seni astıracak, dedi, eğer benim istediğimi yaparsan, seni ölümden ve İşkence- den kurtarırım! İhtiyar sihirbaz, imparatoriçeyi hayretle dinliyordu. Tiyen - Fo sözüne devam elti: — Sen istersen, - bir insanı uzak- tan da sihirle öldürebilirmişsin! . Ba- na fenalık yapan Terlân isminde bir canavar var, Hakan bunu affetti ve bu gece hakanın kızile evleniyor. Bu melünu hemen öldürmeni istiyorum! İhtiyar sihirbaz fersiz gözlerini im- paratoriçeye çevirdi: — Hakanın affettiği bir adamı ben öldüremöm, impâratoriçem! Beni ma- zur görünüz! Tiyen - Fo hiddetlendi: — Bunu yapmazsan, seni sarayda yaşatmam! Diye bağırdı. Şa - 'Ting birdenbire gözden kay- | bolmüuştu.. Tiyen - Fo onu bir daha göremedi. Sönmez ihtiraslarını bir türlü ye- nemiyen imparatoriçenin bütün eme- VEOAKZ>D 15 Rylül 937 Çarşamba İstanbul — Öğle neşriyatı: 1230: Plâk- la Türk musikisi, 1250: Havadis, 1305: Muhtelif plâk neşriyafı, 14: SON, Akşam neşriyatı: 1830: Plikir dans musikisi, 1930: Konferans: Beyoğlu Hal- kevi amma; İçilmal yardım. Şüküfe Ni- hal Başar tarafından, Bürhan ve ar- findun Türk musikisi ve Ömer Risa tarafın- Feyziye ve ar- fından Türk musikisi ve halk şarkıları (Saat ayarı), 21,15: ORKES- TRA, 22,15: Ajans ve borsa haberleri ve ertasi günün programı, 22,30: Şan: 'Türk- çe. Piyano refakatile bayan İnci tarafın- dan, 25: BON. Ecnebi istasyonların en müntebap programı Roma (421) saat 22: Senfonik konser, Strasburg (840) 2115: Rigoletio operası, Berlin (358) 21,10: Orkestra ve koro, Prag (410) 2125: Mahler: (ikinci senfonisi), Varşova (1399) 25: Konser, Peyte (540) 2345: Askeri bando, Varşova (1390) 22: Piyano konseri, Peşte (540) 22,440: Kunrlet. Dans musikisi Peşe (540) suat 2210, Breslav (316) 2230, Paris P. P. (313) 23, Londra (Kısa dalga) 1830 — 2350 16 Eylül 837 Perşembe İstanbul — Öğle neşriyatı: 1220: Plâkla Türk musikisi, 1250: Havadis, 135: Muh- telif plâk neşriyatı, 14: SON. Bu akşam Nöbetçi eczaneler Şişli: Maçka, Taksim: İstiklüi cnd- desinde Kemal Rebul, Kurtuluş ead- desinde A. Galapulo, Beyoğlu: Gala- tasaraz, Posta sokağında Garih, Ga- lata: Topçular caddesinde Hidayet, Kasımpaşa: Müeyyed, Hasköy: seo, Rminönü: Beşir «Kemal, Heybeliada: Halk, Büyükada: Halk, Fatih: Veme- cilerde Üniversite, Karagümrük: Ah- med Sund, Bakırköy: Hilâl, Sarıyer: Osman, Tarabya, Yeniköy, Emirgân, Rumklihisarındaki eczaneler, TAY: E. Pertev, Beşiktaş: Süleyman Recep, Fener; :Emilyi Beyazıd: Kumkapıda Belkis, Kadıköy: Pazaryo- — Rıfat Muhtar, Modada Alâad- , Üsküdar: İmrahor, Küçükpazar: Halan Hulüsi, Samatya: Kocamusta- fapaşadı Rıdvan, Alemdar: Ali Rıza, Şehremini: Topkapıda Nürum. lânla gönlünü eğlendirmekti, Halbi- ki Terlân hakana çok sadık bir za- bitti. Onun karısına ve gözdelerine yan gözle bile bakmamıştı. faydaşızdı. Ortada göz kamaştıran bir hakikat vardı: Sokaklardan ne- şeli insan selleri akıyor be davul ses- leri Pekin halkını coşturuyordu. İki düğün birden başlamıştı. Düğüne herkes davetliydi. Saray kapıları halka açılmıştı. o Kubilâyın sevgili oğullarından Cin - Kinin dü- günü bile bu kadar tantanalı olma- mışlı. Hakanın Kantondan muzaf- fer dönüşü ve Tarhan Şanganın bu işleri çok iyi idare edişi memleketi neşe ve saadete garketmişti. Düğün gecesi Kubilâyın neşesini arttıran bir haber daha geldi. Cin - 'Kin harp meydanından gönderdiği bir adamla babasına şu müjdeyi veri- yordu: « Bizi yıllardanberi uğraştı- ran ve Moğol tahtını yıkmağa ç n Sung prensini diri ola- rak yakaladım. İsyanı kökün- den bastırdım. Çok yakında muzaffer olarak Pekine döne- ceğim.» Kubilây bu haberi alınca sevindi. Sonsuz bir neşe ve heyecan içinde mütemadiyen şarap' içiyor ve yurdun her köşesinde şenlikler o yapılmasını, herkesin gülüp eğlenmesini emredi- yordu. Kubilây o gece Gülçinin anası Gökçin hatunla yanyana oturmuştu. Misafirler arasında Tiyen - Foyu so- ranlar da vardı. Tiyen - Fo bu ha- diseden sonra, gözden düştüğünü an- İ iayınca odasına kapandı, Kırk gün, kırk gece davul ve tan- bur seslerini uzaktan dinledi. Ve her gece odasının önünde bir ayak sesi duyunca: «Acaba hakan beni mi ça- ğırttı?!» hülyasile ömrünün sonuna kadar Kubiliydan haber ve iltifat bekledi. Yıllarca yüzünü görmedi. Ve sarayın çatısı altında Kubilâ- yın hasretini çekerek, sonsuz bir Iz- tırap ve mahrumiyet içinde öldü. — SON — Cumartesi günü Bu sütunlarda Kaptan Paşa geliyor! Başlıklı büyük deniz romanını okuyacaksınız! İ U, çok yakışıklı bir erkek olan Ter- | İ Tiyen - Fonun bütün töşeböüsleri | Arkadaşım Kerime Ada vapurunda | rasladım. Kafasını bir gazetenin Üs- tilne eğmiş, harıl hanl bir şeyler ya- | zıyor, bir şeyler karalıyor, tekrar yar zıyor, sonra tekrâr karalıyordu. Şaştım. Halbuki Kerimi tanırdım. Kendisini katiyen sıkıntılı işlere sok- maz, her şeyin kolayını arar, bulur, zevkinde, salasında, keyfinde bir ç0- cuktu. Onu böyle kanter içinde, son derece meşgul görünce şaşırdım. Ya- nına olurdum: — Hayırola Kerim... dedim. O kısa bir: — Merhaba... Dedikten sonra tek- rar başını öne eğdi ve meşgul ol- mağa başladı. Baktım, “arkadaşım kanşık bir bilmeceyi halletmeğe ça- lışıyordu. Kerim bilmece halletsin!... Hem de böyle güç, karışık bir bilme- ce... Hayret! — Kerim, gözlerime inanamıyo- rum, dedim, sen bilmece hallediyor- sun ha... Kerim fena halde yorulmuştu. Bi- raz dinlenmek için bir sigara yek- tıktan sonra anlatmağa başladı: — Hiç sorma.., dedi. Başımıza ge- lenleri bir bilsen, bir bilsen... Hay- retler içinde kalırsın, Melâhati bir kere gördün sanırım, Nasıl kadın?... Bir harika değil mi?... İşte biz Melâ- hali elde etmek için yapmadığınızı bırakmadık. En iyk dans edenlerimiz. onu mütemadiyen dansa davet etti- ler. Otomobil sahibi olanlarımız şık otomobillerile onu şairane gezintilere götürdüler. İçimizde dünyalığı bol olanlar eğer isterse kasalarını ve k?- selerini kendisine açabileceklerini genç kadına adamakıllı hissettirdi. ler. Velhasıl bir genç ve macera arıyna dul kadını cezbetmek için he- pimiz ne mümkünse yaptık. Fakat İmkânsız... Melâhat bir türlü yola gelmek bilmiyordu. Fakat birdenbire, bir gün ne gö- relim? Melâhat bizim meşkur Sün- sük Ahmede canciğer değil mi? Artık » bir'gün birbirlerinden ayrıl- mıyorlardı. Sümsük Ahmedin Me- lâhatin evinden çıktığı yoktu, Çıldı- racağız. Sümsük Ahmedi bilirsin. Dünyanm belki en çirkin, en aptal adamıdır. Konuşmasını bilmez. Dans etmesini bilmez, parası yoktur. Pek genç te değildir. Melâhatin buna yüz vermesi biz bütün genç bekârların fena halde izzeti nefsimize dokundu. Buna hem kızıyor, hem fena halde şaşıyorduk. Melâhat Sümsük Ahmedin nesini be- genmiş, nesini sevmişti? Yahut sev- mek üzereydi. Bu merakımızı feleğin çemberinden kırk kere geçmiş, hayatın Hanyası- nı Konyasını öğrenmiş bir ahbabı- mız halletti ve bize şunları anlattı: —Melâhatin Sümsük Ahmedi sev- diği mevdiği yok... Ve sevmesine im- kân da yok... Lâkin siz kadınları tanımazsınız. Kadınlar dünyanın en garip mahlüklarıdır. Onların hiç ümit etmediğiniz zaafları vardır. Me- Jâhatin de hayalle en zayıf tarafı bilmece halletmeğe fena halde düş kün olmasıdır. Melâbatte bu bir nevi hastalık haline gelmiştir. O bir bilmece - görsün de halledemesin.. imkânı yoktur. Eğer gördüğü bil meceyi hallederyezse Melâhat hasta- lanır, âdeta sinirleri bozulur, Halbu- ki Sümsük Ahmedin de bilmece hal- letmek hususunda tahmin edemiye- ceğiniz bir kabiliyeti vardır. İşte bu kabiliyeti yüzünden Sümsük Ahmed 'Melâhati elde etmiştir. Melâhat için- den çıkamadığı bilmeceleri bizim Sümsük Ahmede hallettiriyor. İşte bu yüzden aralarında derin bir ah- baplık doğdu. Bunun üzerine biz hepimiz ayrı ay- rı karar verdik. Mademki Sümsük Ahmed bilmece sayesinde Melâhati bizim elimizden almıştı. Biz de Me- lâhati gene ayni yoldan, bilmece sa- | yesinde ele geçirecektik. Şimdi he- pimiz ayrı ayrı bilmeceye çalışıyoruz. En müşkül bilmeceleri halletmek için kafa patlatıyoruz. Bü işte kim daha üst olursa mut- Taka Melâhatin gönlünü o elde ede- cek ve Sümsük Ahmedin elinden bu güzel parçayı alacaktır. Şimdi işte ben bu bilmecelere ça- güç bilmeceyi mutlaka halletmeli. yim... l Yalnız şu bilmecenin, şu cümlesini bulamadım: «Yedi delikli tokmak.» diyor. Allahi s3 yedi delikli tokmak ta ne- İr?... — İlk defa senden işitiyorum... Ye- di delikli tokmak ta nedir? Bilmem ki... — Aman biraz da sen düşün... Yedi delikli tokmak.. yedi delkli tok- mak... Yedi delikli tokmak... Kafala- rnmızı yedi delikli tokmak uğrunda patlalıp duruyorduk. Bir türlü aklı- muza gelmiyordu. Nihayet arkada- şim muzafferane bir tavırla bağırdı: — Buldum... Yedi delikli tokman Şaşırdım; — Ne münasel dedim, insan başı yedi delikli tol oluyormuş? O zaman arkadaşım izah etti: — Senin de, bu işlere hiç aklın yalmıyor birader... İnsan başi tok- mak şeklinde değil mi?. Yedi deliği de şu: İki göz, bir de ağız oldu üç delik. iki kulak... Etti mi beş de- lik... de bürün deliği... Eder yedi delik... İşte yeği delikli tokmak bu... Aferin gene bana... Yedi delikli tok- mağı buldum. Öteki çocuklar taş çatlasa bu yedi delikli tokmağı bula- mazlar. Yaşadım. Şimdi Kâlıyor: «En çok açılıp Kapanan şey.» cümlesi, Acaba o nedir?. Ben heme cevap verdim: —Kapı!... — Evet kapı açılıp kapanır amma buraya uymuyor... Ben buldum, makas... Makas ka- pıdan ” çok daha fazla açılır. Düşün- sene bir kere, bir şey keserken bir makas kaç kere açılıp kapanır. Arkadaşım makas kelimesini bul- duktan sonra bilmecenin öteki keli- meleri ile karşılaştırdı. Hayır makas kelimesinin; bilmecede yeri yoktu. Kes rim: — Eyvahlar olsun; makas değil... Acaba ençok açılıp kapanan şey. nedir? 5 Ben heme atıldım: ; — Ağz... Ağız yahu... Ondan çok açılıp kapanan şey var mı?... Kerim” e — Hay senin ağzını öpeyim... diye sevindi, ee e Ondan çok açılıp kapanan ne Yer?... Bunuda bulduk... Şimdi «ses kepçesi» kaldı, kepçesi», 4ses kepçesi», «ses Kepçesiş scaba ne olmalı idi?.. Arkadaşım birdenbire gene atıldı; —Kulak, kulak... Benim hayretle kendisine baktığı mı görünce hemen izahat verdi: — Kulak sesle dolan bir kepçe | değil mi?. İnsanlar bu kepçe ile di- şardaki sesleri almıyorlar mı?, Bina- enaleyh ses kepçesi kulak. Yaşadım. Adaya geldik..; Bizim bilmece de bit- ti. Halbuki dün gece Melâhat: «Yarın saat üçe kadar bu bilmeceyi kim hallederse ona bir çay ziyafeti çeke- ceğim...» Demişti... Diyorum ya sana yaşadım, gitti. Ötekiler daha bu bil- meceyi dünyada halledememişlerdir. Böyle söyliyerek Adaya yanaşan vapurdan, etekleri sevincinden zil çala çala, gıplaya zıplaya çıktı ve uzaklaştı. Ben'de arkasından hayret- le baka kaldım... (Bir yıldız) Uşıyorum. Melâhat Adada oturuyor. Vapur Adaya gelinceye kadar ben bu inis diitesitin

Bu sayıdan diğer sayfalar: