21 Haziran 1935 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 11

21 Haziran 1935 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 11
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

— — 21 - 6 - 935 TAN n KÜLTÜR SAYFASI ÇOCUK PSIKOLOJISI Çocuk, Kendine Bir Dil Yaratabilir mi ? Biliyoruz ki, dil, menşei ne olursa olsun, uzvi bir miras de- Eildir. O, bütün bir sosyetenin malıdır ve her sosyal anane gibi nesilden nesile uzar, gider. Sos- yal hayatın temeli, dildir. İnsan ları biribirine perçinleyen bu harç, düygu ve düşüncelerin bu biricik ifade tarzı, yalnız dilcile ri ve sosyoloğları değil, ayni za manda pesikoloğları da düşündü ren bir mesele olmuştur. Bugü- mün pesikolojisi, artık “nasıl ve €Hiçin konuşuyoruz ” 1, al- tında bir felsefe gö- Tüşünün gizlendiği faraziyeler - de halletmeğe kalkışmıyor; tam tersine, konuşmanın hayvanda vwve çocukta nasıl başladığını ve nasıl geliştiğini tetkik ederek el de ettiği neticeleri izaha çalışı yor. Bu bakımdan, çocuk dilile her uğraşanın karşılaştığı ilk meselc, çocuğun kendine bir dil yaratup yaratmadığıdır. Çocuğun kendine bir dil ya » Tatabilmesi demek, dilin insiya- ki olduğunu önceden kabul et - mek demektir. Bu bakımdan dil, sübjektif bir haletin, meselâ bir heyecanm, bir isteğin ses ha linde dışa vurması oluyor. Böy le bir dilin yalnız iç dünyanın bir habercisi olacağı ve dış dün- yadaki nesnelerle hiç bir ilkin - liği bulunmıyacağı gayet tabil - dir. Hayvanların anlaşma tarzı na bakınca şunu görüyoruz: Kuşlarla memeli hayvanların öy Je değişik ötüş ve bağırışları wardir ki, bunlar, istek, korku, acı, zevk, hiddet, v. &. gibi süb - jektif haletlerin birer yanku “ak si sada,, sıdır. Bunlar, öğrenil - Mmez; insiyakidir,. Meselâ bir yav rTu maymun, doğar doğmaz ya- kalanarak, kendi cinsinden hiç bir.maymunun bulunmadığı bir yere kapatılıyor. Maymun, epey bir zaman yapayalnız yaşayor. Buna rağmen, bir müddet sonra 'çıkardığı seslerle, kendi cinsin- 'den bütün ergin maymunların çıkardığı sesler arasında tam bir uyarlık görülüyor. Şu halde maymunun dili, irsidir. Ayni zamanda bu bağırışla - rm hiç bir zaman, dış dünyada bulunan gerçek nesnelerle mü - nasebeti yoktur. Maymunun, karnı acıktığı zaman çıkardığı ses, yemek ihtiyacını anlatır; yoksa ne yemek istediğini de - ğiL Hayvanda olduğu gibi Ççocuk ta da dilin insiyaki olduğunu, öğrenilmeğe hacet kalmaksı - zın veraset yolile babadan oğu- la geçtiğini bugün kimse iddia edemez. Doğar doğmaz konuşan “İsa,, nın hikâyesi, ilim çevresi he girmiyor. Eski Yunan tarihçi si Herodot'un kaydettiği şu va- ka da bir masaldan ibaretti: Mı- sır. firavunlarından Psametih bir gün, Mısırlılarla Frikyalılar dan hangisinin daha eski bir u- Jus olduğunu tecrübe ile öğren mek istiyor. Bu maksatla, he - nüz doğmuş bir Firikyalı yav - rüyu ailesinden alıyor ve sara - 'yında bir odaya kapatıyar. Yav- Tunun hizmetine tayin edilen adamlar, dilsizdir. Böylece, ço- cuğun etrafında hiç bir dil kulla Nılmamış oluyor. Fakat bir gün, Firikyalı yavru, karmnın acık- tığı Firikya dilinde “ekmek,, Mmânasına gelen kelimeyi söyle- yivermekle anlatmış oluyor. | “İlk çocukluk,, çağını eşyayı Avirip çevil ğırlık, hafiflik, TP sertlik, yumuşaklık - ihsaslarını toplamak, yani dış dünyaya da- ir zihnel hayaller ve idrakler edinmekle geçiren yavruda, He- rodotun Firikyalı çocuğunda ol duğu gibi tam bir dile değil,an- cak bir nevi crvıldamaya rast gel mekteyiz. Bu cıvıldama, fikir ve duyguların biraz karışık bir ifa de tarzı, yani bir dil olmaktan ziyade, - Hotantoların burun ses lerinden tutunuz da semitik dillerde bulunan gırtlak sesle- rine kadar - “savt cihazı,, nın çı- karabileceği bütün hecelerin, sı rasız ve düzensiz, biribirine ek - lenmesidir. İlk defa bir piyano - nün başına oturan kimsenin rast gele tuşlara dokunması gi- bi, çocuk da bu devrede kendi sesile oynar, dürur.Bu öyle insi yaki bir “iskala,, dır ki, ilerde iyi havalar çalmayı mümkün kı- lar. Fakat asıl notayı çocuğa, içinde yaşadığı çevre “muhit,, verecektir. Çocuğun dil yaratıcılığından bahsedenler, bazı yavruların dar vokabülerinde yer alan ses ben- zetlerini “onomatopde,, ile- ri sürerler. Gerçekten — çocu- ğun ilk kelimeleri arasında, et - rafını saran . eşyanın çıkardığı en tipik sesleri taklitle yapılmış kelimeler de vardır. Yavrunun vukabülerinde havhav köpeğin: miyav miyav kedinin, dah dah atın adıdır. Fakat, bu cins keli- meler ne kadar çok olursa ol - sun, yine çocuğun kendi kendi- ne dil yarattığını isbata yetiş - mez. Çünkü bunların çoğunu, Bizzat çocuklar değil, onlar ta - rafından kolayca anlaşılmış ol - mak endişesile büyükler üydür- müştür. Çocuk dili hakkında çok de - ğerli bir kitap yazmış Alman psikoloğu Stern, kendi çocuğu üzerinde yaptığı tetkiklerde, ger çekten çocuğun eseri olmak üze re, yalnız bir tek ses benzetine rastladığını söylüyor: O da, ya- nan bir lâmbanın çıkardığı sesi taklit eden ffff kelimesi.. Tanı- dıklarımdan birinin çocuğu da, iki yaşmda iken, otomobil kor nalarmı duya, duya — otombile | öüüüü demeğe başlamıştı. Yaşları daha büyük olan çocuk larm, bilhassa kardeşlerin kendi aralarında kullanmak üzere giz li bir dil icat ettikleri de görül - müştür. Madam Stern, on bir yaşında iken, kız kardeşile bir- | likte yepyeni bir dil icat ettiği ni hatırlamaktadır. Fakat ne yazık ki, diyor, bugün hafızam da bu dilden bir tek kelime bile kalmadı. Yine, Danimarkalı bir psiko- loğ, anası babası olmayan ve ih tiyar, sağır bir kadıncağızın evi ne sığınan dört ve altt yaşların da iki çocuğun yapma bir dille anlaştıklarını kaydetmektedir. Sonradan bir “öksüz,evi,, ne alı- nan bu yavruların konuştukla - rı dil tetkik edilince, bunun, bo- zulmuş, bazı heceleri hazfedil - miş Danimarkacadan başka bir gey olmadığı anlaşılıyor. Hepimiz — çocukluğumuzda kendi akranlarımızla oynarken veya konuşurken büyükler işitip te da anlamasın diye böyle £izli bir dil kullanmışızdır. “kuş dili,, dediğimiz bu anlaşma tar Zı, sadece kendi icadımız değil - dir; daha ziyade ana dilimizde bulunan kelimelerin bazı ilâve- ler veya “takdim - tehir,, lerle kolayca anlaşılmıyacak bir hale konmasıdır. « k, dilini b FİLO zoFİ Don Miguel ve Don Ouijote İspanyol edebiyatmda ölmez bir kahramanın maceralarını anlatan öl mez bir eser vardır. Miguel de Una- muno'yu okumağa başlamadan önce okunması gereken bu eser, Cervan- tös'in Don Ouijote'udur. Şüphesi Cervantâs, Don Ovijete'u herkenin alayını toplayan gülünç - bir tp ola- rak ortaya atmıştı. büyük kitapların, garip ma- vardır, Sahifelerinden hayata fırlayah kahramanlar, çok vakit, yaza- nın Onlara vermiş olduğu ifadeden, daha geniş, daha zengin bir ilade alır İ'tar. Artık bugün Don Ouijote, Cer- vantös'in düşündüğü gibi değildir. Miguel de Unamuno, onu yeni bir | gözle görüyor, ve onda yeni bir ha- yat felsefesinin kaynağını buluyor. Don Çuijote realite İle ideal arasın- daki savaştır, idealine varmak içii herhangi bir tehlükeye — en gülün- cüne bile — karşı koyan kahramandır. Unamuno, şövalyenin heyecanlı bir hayranıdır. Ona olan aşkını (Don Çuijote ve Sancbo'nun Hayatı) adlı eserinde bir nevi taşkınlık içinde an- latır, Unamuno'nun buü kitabı öyle bir kitaptır ki, orada, yaşamağa susayan bir muhayyele, gezgin şövalyenin pe- şine takılıyor, onun bütün macerala- rına kâatiliyor. Onunla beraber düşüp kalkıyor, ve sonunda yeni ve taze bir idealle yerine dönüyor. Unamuno, bu. eserinde Don Çul- jote'u serbest ve şahsi bir surette tef- sir eder, ve Cervantâs'in ve klütinin alaylarına kârşı onu şiddetle müdalaa eder. Şövalyenin bütün başından ge- çenlerde niçin yalnız gülünç tarafı görmeli? Günlük huzurları içinde uyu- şup kalanlar elbette Don Çuijote'un yüksek idealini, kahramanlığını anlı- | yamazlar, alay ederler. Eseri okuyanlar, yine bir gün ma- cera peşinde koşan şövalyenin, bir köy berberinin yağmurdan korunmak için başına koyduğu traş leğenini Mam- brin'in miğferi sandığını ve onu ele geçirmek için berbere nasıl saldırdı. ğent hatırlarlar. Berberi, şövalyeyi tesadüf bir gün handa birleştiriyor. Berber derhal le- genini istiyor. Don Ouijote onun bir miğfer olduğunu söylüyor. Berber, miğferin leğen olduğunda israr edi- yor ve hazır bulunanlara: — Bunun berber Teğeni olmayıp le öğrenir. Ona, kendiliğinden | pek az bir şey katar, “Şeker,, e “seker,, diyen çocuğun yaptığı bu küçük tahrif bile, çokluk biz büyüklerin eseridir, Yorulma - sın, çabuk konuşmayı öğrensin diye çocuğa, talâffuzu zör keli- meleri başkalaştırarak, peltek - leştirerek öğreten yine bizleriz. Bunun içindir ki, insana “konu- şan bir hayvan,, değil, konuşma ğa istidadı olan bir mahlüktur demek daha doğru olur. Sabri ANDER Psikoloji ve Terbiye do bir miğfer olduğunu iddia eden bu senyörler hakkında fikriniz nedir bay- lar? diyaor. valye ise yalan söyler silâhşor ise bin defa yalan söylediğini ben pek iyi anlatırım. ' Don Miguel de Don Çuijote'un fik- rindedir, ve leğenin bir miğfer oldu- gunu, gövalye ile beraber, kabul et- mektedir. Unamımo, yukarıdaki han sahnesi- ni şu suretle tefsir ediyor: “Doğru dedin, doğru dedin Senyör Don Onijote, dediğin pek doğru. Bir şeyi yüksek sesle herkesin gözü önün- de tasdik etmek ve tasdik edilen şeyi hayatı tehlükeye koyarak müdafaa et mek cesaretidir. ki, bütün hakikatleri yaratır. Bir şeye ne kadar çok ina- nirsak o şey © nisbette gerçektir; ve | © şeyi herkese kabul ettiren zekâ değil, itadedir.” Korkak insanlar realite önünde eğilirler ve realite onların düşüncelerini ve kalplerini baskısı al- tına alır, Heyecan ve inan hakikati, bütün il mi hakikatlerin üstündedir, ve şuuru pozitif vak'aların dar çemberinden kurtaran odur, “San'at en yüksek ha- kikattir. İnan kuvvetile yaratılan ha- | kikattır. Realitenin göreylerini bulyamızın renklerile - giydirmemiz gerektir. Bu itibarla Don Çuijote bir gairdir. Etrafında ne görürse yüksek idealinin gözlüğünden görüyor. Başı- na gelenler, inanışmın akislerinden başka bir gey değildir. 'Tahtadan bir kafes içinde bulunan ve kendisini büyülenmiş sanan — Don Çuijete, büyülenmiş olmadığını ken- disine anlatmak istiyenlere, şiddet ve inanla şu cevabı veriyor: “Ben kendime büyülenmiş gözile bakıyorum, bu ize ruhuma huzur ver- meğe yetiyor.” Unamuno, ilâve ediyor: “Vicdanın huzurunu, duygu yanıl- malarının üstünde tutan ne güzel ce- vap! İnan hakkında bundan daha ke- sin bir söz söylenmemiştir.” Berberler, bancılar, papazlar, bu inanla varsın alay etsin! Ne çıkar. Hedefini seçmedikleri her kahraman- ça hareketi gülünç telâkki etmek bu gibi kimselerin âdetidir. -Hadiselerin dar ve remksiz manası içinde sıkışıp kalmışlardır. Bir ideal, şunun veya bunun inkârı ile yok olmaz, Onun kiy- metini alay kuvveti eritmez. Fakat realistler diyecek: Bir ro- man kahramanı, sadece bir hayaldir. Evet, bir hayaldir. Fakat Don Mi- guel'e göre sontasızlık bakımından “romanlar ve masallar, tarihten daha gerçektir.” Bir vak'anın, bir şahsın vaktile var olup olmadığını aramak keyfiyeti, za- manım esrarma gözlerimizin kapalı bulunmasından ileri gelmektedir. Zamahın bu esrar perdesini delen- ler için, Don Çuijote, Cervantös'ten nanından şu cevabı alryor : Siz de öleceksiniz, siz de geldiği- içliğe döneceksiniz. Öleceksiniz kâyemi okumuş olanların hepsi, hepsi, hepsi ölecektir; bir tanesi kal- mayıncaya kadar. Bunlar, benim gibi uydurma varlıklardır. Hepsi ölecek- tir, hepsi. Bunu size söyliyen benim; sizin gibi bir uydurma varlık olan ben, Auguste Perez.” Böylece bir roman kahramanı ya- şayan bir insandan daha reel olabili- yor. Unamuno'ya göre Don Ouijote benden de, sizden de, hepimizden de canlıdır, gerçektir. Biz geçeceğiz, © yaşıyacaktır, ve hulyasının — gürini, rengini realitenin bayağı görünüşleri- ne bir örtü gibi atacaktır. Don Owijote, geniş hayat ufukları nr müjdeliyen kahramandır, Don Çui- jotisme, hayata hayat katan felİse- fedir. Suut Kemal YETKİN Estetik Doçenti () Unamımo'nun (Sis) isimli- İların efsanesi” ni görür BATI EDEBİYATLARI: iki Filim Ve iki Devir Sinemanın, anarşiden kurtuldu- ğu zaman yapacağı şeyler araşında geniş, çok geniş bir destan, bir “asır- Bibi oluyo- rum. Öyle bir ne ki, Hugo'nun muhayyelesini a: telkin kudre- tini statik ve dinamik bütün san'at- lardan ve malzemesini bütün insan bilgilerinden alacak; dünyayı insan- larla beraber yeniden kurup yaşata- cak. Bu kadar geniş bir terkip içii | kafası küre kadar büyük bir dâhi lâ- zım ki, onun henliz müjdecisi bile yok. Bununla beraber bugüne kadar yapıl- mış filmler arasından yapılacak bir seçimle tarih ötesinden bugüne ka- dar bütün devirlerin bir resmi geçi- dini görmek mümkündür. Mevzula- rını hudütsüz. bir serbestlikle seçen sinema şimdilik bize bütün devirleri tarihsel bir “Kaos” içinde göstermek- tedir. e Geçen hafta bir tesadüf, sine- mada Tromantik bir aşk romanile (Safo), bir Amerikalı bok: ceralarını (Kadın Avcısı) nt bir araya getirmişti. Her ikisinin de yüzlerce benzeri olan bu iki banal filmde iki devir, on dokuzuncu ve yirminci asır- lar karşılaşryordu. Zaten, bilhassa harp sonrası batı edebiyatlarının her veriminde bu karşılaşmayı bazan ko- mik, bazan trajik bir şekil altmda sermek m”mkündür. Yeni romancı- lar hep bu karşılaşmanın çocukları- dır; hepsi makine ve sür'at devrine arkalarında bir asırlık romantizmin ağırlığını taşıyarak girmişlerdir. Bir asırlık romantizm dedim: çünkü bir- kaç edebi mektep değişmesine rağ- men on doküzüncü asrın özü ve alt şuuru romantik kalmıştır. Şiddetli bi- rer reaksiyon gibi görünen natüralirm ve sembolizm batr ruhunun derinlikle- rine inememişlerdir: Zola'nın kalası natüralist, kalbi romantikti. sonrası edebiyatında rastlryoruz. Fa- kat romantizmin burjuvalaşmış bir ta- rafı vardır ki o.ta Meditations'daki aşk ve tabiat telâkkilerile daha uzun za- man yaşıyacaktır. Ne batan güneşin ne de veremli kadmın cazibesi henüz kaybolmuş değildir. Şimdilik burjuva- ların hoşuna gitmekten başka hedef- leri olmayan film kumpanyaları ve rimlerini yarı yarrya romantik yap- mak mecburiyetindedirler. Buna rağ- men “hissi film” azlığından şikâyet edenler © kadar çok ki... Safo'nun acıklı hikâyesi ile Ame- Tikalı boksörün maceraları arasında her şeyden evvel bir sür'at farkı göre çarpmaktadır. Safo'daki ruhlar ağır, çok ağır ve ağdalı bir oluş, Kadın Av- cısında ruhlar bir motör çabukluğu ve çevikliği içinde yaşıyorlar. Safe uzun bir tereddüdün, Kadımn Avcısı çabu- cak verilen kararların romanıdır. Jean Gaunssin, Safo'nun kim olduğunu öğ- rendikten sonra hiddet, ümitsizlik, nefret, kararsızlık gibi birçok ruh ha- letlerinden geçmektedir. Roman bi- ter, onun tereddüdü bitmez. Jean, bu battal ve ağdalr aşkın içinde ne yapa- cağını düşüne dursun, Boksör Jim sevgilisinin başka bir âşıkla kaçmak üzere olduğunu öğrendiği zaman bir maç yapmaktadır. “arvsındaki koca- man bir boksörü nakavt eder. Boks eldiyenlerile bir taksiye atlar. Vapur- da sevgilisini âşıkile bulur. Bir yum- ruk birisine, bir tekme ötekisine,me- sele bitmiştir. Ne gözyaşı, ne vicdan azabı, ne ümitsizlik.. - Hemen ertesi gün Jim'i yaralı burnunda bir bez ve ağzında kocaman bir tebessümle ev- velce sevdiği ve ayni süratle terket- tiği bir kadının önünde buluyoruz. Acaba bu boksöre her devirde bu- lunabilen — “maymun iştahlı,, ve bu filme ruhsel *adiseleri sırf güldürmek için çabuklaştıran bir komedi diyip geçemez miyiz? Zannetmiyorum. Ye- ni roman aşklarındaki çabukluğun ar- kasında yirminci a-rın psikolojisi sak- lanmakt> *-. Amerikan filmlerinde bu psikolojinin sert, kaba, basit fakat çok samimi ve saf bir tecellisini görüyo- ruz, Zaten yeni aşkların bir arru, hat- ta bir iştah kadar — geçici olduğunu ve yeni ruhların artık bir tek macera ile doymadıklarını bize yalnız Ameri- kan filmleri öğretmiş olmıyor. Mu- a*- Pransız, Alman ve Rus romanla- rı hep bu çabuk yaşıyan rühlarla do- dudurlar. Yirminci asrın pzikolojisin- deki çabukluk ihtiyacını Andr& Gide Bir peygamber kitabrna çok benziyen Nourritüre “Terrestres,, de yaşama- nın ilk ve son manası değişmektir.Ya şadıkça değişmek, değiştikçe yaşa - mak, yıllarla değil günlerle ihtiyarla- mak yeni ruhların en öz temayülüdür, Safo gibi t k maceralı bir romanı bugün ancak dünden kalma bir to- mancı yazabilir. Hissi bir dramı bir hayat boyunca uzatan roman on do- kuzuncu asrım malıdır. Yolcuların sa- atte yüzlerce kilometre gittiği bir de- virde hislerin Safo'daki kaplumbağa sür'atile ilerlemesine imkân var mı?, Göğüsleri karada, denizde ve havada hergün biraz daha fazla sür'atle gişen fşıkların tereddütle kaybedecek vak kitleri yoktur. Tiyatro aktüalitesin« den bahseden Sorbon'un çok kıymet« H profesörü F. Strowski'nin anlattı. ği bir ayrılık sahnesini hatırlıyorum, Bir delikanlı ve bir genç kız (bütün isimleri unutmuşum), bir yaz akşamı kadar uzun bir aşktan sonra evlenme- ie karar veriyorlar. Hemen masa ba- gena geçerek, üşıklara yakışmayan bir soğukkanlılıkla bütçelerini karşılaştı- yorlar. Felâket! Kazandıkları para ile bir yava kurmak imkânsız.. Bir karar vermek lâzım: Bedbaht olup beraber yaşamak mı? İntihar mı? Ayrılmak ma? Ayrılıyorlar; darılmadan,ağlama- dan, yaptıklarına — bir kahramanlık #üsü vermeden... Halbuki A. Daudet imkânsızlığı görüşle ayrılık kararı 8- rasına bir roman sığdırabiliyordu! Çocukları Lamartine ve Musset ile dolu olanlar, tereddüdün ağdalı #iriyetini tanımayan bu yeni ve sabır- * sız ruhlarda şüphesiz bir “mermer so- gukluğu” — bulacaklardır. On dokü- zuncu asırdan kalmaların dilinde ça- bukluk hissizlik demektir. Zaten gü- zel san'atlardaki bütün yenilikler de hep bu hissizlik —ithamı ile karşılaş- mıyorlar mi? Gerçekten yeni mima- ride, yeni resim ve heykelde Ameri- kalı boksörün ruhundaki çabukluk, sertlik ve soğukluktan çok şeyler var- dır. Yeni san'at tereddildün-ve ağır yaşamanın plâstik karşılığı olan eğri büğrü hatları, ağdalı gölgeleri, tufey- li süsleri, sür'ate sığmayan “nuance” ları atmıştır.” Eğer his Sapho'daki ruh yavaşlığı ise yeni roman ve yeni san'atta his yoktur. Yeni ruhların gı- dası hisler değil, ihsaslardır. Dünkü roman kahramanı Paris'ten Roma'ya giderken her dağdan bir çiçek toplu- yordu; bugünkü, on dağdan bir renk toplamaktadır. Birisine Alp'lar girin- tili çıkıntılı ve alaca bulaca görünü- yordu; ötekine dimdik ve bembeyaz görünmektedir. Birisi koyunların boy- nundaki çıngırağın sesini duyuyordu; öteki çarpışan demirlerin sesini duy- maktadır. Birisinin sahrr bir haftada ükeniyordu; ötekinin sabrı bir saatto tükenmektedir, « Geçen gün - kışlanın önündeki gü- neşli yoldan bahar çayırlarına giden- lere bakıyordum. Beş altı yaşlarında bir kızcağız, ağır, çok ağır âdımlarla ilerliyen iki çarşaflı kadının biraz ile- risinde bacaklarının. bütün kuvvetile koşuyordu. Birden durdu ve geri bak- tı. Annesl ne kadar geride kalmıştr! Küçük yüzüne sığmayan bir sabırsız. lık ve çok candan bir şikâyetle bağır. di “Anme, biraz koş, ne olur., Ne yas vaş yürüyorsun!” Annesi bu sabırsız ruhun haykırışıma adımları kadar ağır ve şefkati kadar yumuşak ve ağdalı bir sesle cevap verdi: “Koşma yav- rum, düşersin.” Küçük omuzlarını Bilkti ve yine koştu... Batı Edebiyatları Doçenti Sabahattin EYİBOĞLU aa AM RAM N AD Kitap yazan ve Kitap basanlara Kültür sayfamızda bir bibli « yoğrafya sütunu açıyoruz. Mem leketimizde basılmış ve basıla - cak olan bütün kültürel izerleri bü sütunda tetkik ve tahlil ede- ceğiz. Kitaplarının tetkik ve tah lilini bu sütunda görmek istiyen kitap yazanlarla kitap basanlar dan eserleri “Tan - Kültür say- fası,, adresine göndermelerini dileriz. LA öaaaarab di b Blecaa n dera BAD

Bu sayıdan diğer sayfalar: