28 Ocak 1932 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 13

28 Ocak 1932 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 13
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Akşam İngiliz Bu kadını da bir ande sevmiştim. Selma ilana hiddetle sofradan kalkarak odadan çıktı... Yem | Niçin mümkün olması: böyle bir barışma hadisesi Selma hanımın da işine gelir. O bundan sonra daima biraderine muhtaçtır. Lokantadan içeriye girdik. Ben mevzuu degiştirmek iste- meyorum. — Kemal, bu sefer Şamdan avdetinden sonra Orhan Necati beyi gördünmü? — Hayır yüzbaşım! Fakat, bu günlerde her halde göreceğim.. — Orban bey iyi bir diple- matmıdır? — Ne diyorsun, o yüzbaşım? Orhan Necati, Talat paşanın göz“ bebeğidir. Hariciyede, devletin bütün esrarı onun elinden. geçer. * Selma hanımla ilk akşam yemek yerken.. — Hava çok sıcak değil mi? — Evet.. Bu gün gölgede otuz derece hararet vardı. — Soğuk bira harareti kesiyor zannederim. — Çok nefis, hanım: efendi! Sofrada soğuk bira olmasa, yemek yemek kabil olmayacak.. — Bu semtin şu iyiliği varki, fabrikadan her istenildiği zaman derhal soğuk bira getiriyorlar... Selma hanım duble bir bardağı birkaç yudumda bitirdi. Bir daha doldurdu: — Niçin yavaş içiyorsunuz? Bu sıcakta, biranın dokunacağını zan- nediyorsanız aldanıyorsunuz! — Hayır hanımefendi! Birayı çok severim ve o dokunacağını hatırıma getirmedim. Fakat, siz çok çabuk içtiniz!. — Hakkınız var! Şamda bira yok, değilmi? — Hayır.. Kapalı | şişelerle bazen elimize geçtiği (o vakidir. Lâkin bu nefaset, bu tazelik nerede?! — Ben akşam yemeklerinde, bil- hassa yazın birayı çok severim. Birer bardak daha içtik.. Selma hanım, sabahki çeğinğen- İiğini muhafaza ederek dedi ki: — Ne kadar zamandanberi Tür- kiyedesiniz, Kres bey? “Kres beyl,, hitabı çok hoşuma gitti. — Bir seneye yakındır, dedim, memleketinizdeyim! Bu müddet zarfında bir az Türkçe öğrenmek lüzumunu his- setmediniz mi? — Biraz değil, çok hissettiğim zamanlar oldu. Tefrika numarası: 118 Denizlere dehşet——— ——— salan tahtelbahir Bir Alman bahriyelisinin hatıratı Muharriri: Max Valentiner — Efendimiz! Çocukluğumdan- beri, bana, Barok'la Rönesans arasındaki farkı öğretmediklerin- den dolayı cidden müteessirim... Bu sözler, imparatorun hoşuna gitmiş, gülmeğe başladım. Hiddeti bir “an içinde dağılmış. Sonra, maiyyetine, bir konferans vermiş, bu konferansta, barok ile rene- sans arasındaki küçük farkları anlatmış. İnceden inceye bunları tahlil etmiş. Bu konferanstan sonra, ihtiyar bir heykeltraş, heyecan ve hayret içinde, von Etzdorf'a yaklaşmış: — Sanayii nefiseden, impara- Casusu LAVRENS ISTANBULDA? torumuzun sahip olduğu malü- 28 Kânunusani 1932 Nakieden : Fakat, yanıma birkaç tercüman vermişlerdi. Bunlar Türkçe öğrenmeme mani oldular, hanımefendi! — Tercümanlarla daima Ak manca görüştüğünüz için Türkçe- yi öğrenememişsiniz! Memleketi- mizi nasıl buldunuz? — Çok güzel. Her tarafı bir başka cennet. Istanbulun cihanşü- mul bir şöhreti var. Fakat, Ku- düste, Şamda, Lübnan yamaçla- rında, Adana havalisinde öyle güzel yerler var ki, hanımefendi, buraların güzelliğini ifade edecek kelime bulmak çok güçtür. Mem- leketinizin güzel ve şirin olmayan bir yerini göremedim. Her tara- fında bir başka cazibe var. Bil- hassa kadınlarında... — Ve bilhassa uzun kirpikli, siyah gözlü Şam kadınları değil mi? — Aman hanımefendi, siz Şamlı mısınız? — Hayır, Istanbulluyum.. — Gördünüzmü ya..? Güzel yalnız Şamda çıkmıyor.. Habibe ve siz İstanbulun en güzel ve sehhar kadınlarından bir çiftsiniz! Hayatımda sizin kadar mütenasip endamlı ve cazibeli bir kadın görmediğimi açıkça söyliyebilmek için, bir kaç bardak birayı üst üste içmeme müsaade etmelisiniz! — Hissiyatınızı ızhara mani mi var, Kres bey? Aman yarabbi! Bu: -Kres bey ! İltifatı beni çıldırtacak.. “— Kres beyl, Bu iki kelime, Selma hanım- efendinin, ağzından, en lâtif bir musiki nağmesinden daha müessir çıkıyor... Adeta asabımı kamçılı- yor.. Cebri nefs etmeme rağmen, hakikaten üst üste bira kadehle- rini boşaltmama vesile oluyordu. — Siz çok nazik ve hassas bir kadınsınız, hanımefendi ! Diyerek birdenbire sesimin tonunu v etavrımı değiştirdim. Eskisinden daha teklifsizce davranarak yanına sokulmak istedim. Selma hanım mümaniat eder gibi görünerek geriye çekildi. — Yerinizden memnun değilse- niz, yerlerimizi değişelim.. Dedi. Önüne baktı. Yemeğini yemeğe başladı. Ben, birinci inhizamdan yılmıyan muannit bir muhacim vaziyetinde tekrar taarruza geçlim. Sağ elimle sol elini tutarak: — Beni çıldırtmayınız, hanım efendi! Dedim, ikimizden başka 28 Kânunusani 1932 Mütercimi : (VA - Nü) mata hayret etmekteyim. Öyle şeyler anlattı ki, bunları ben bile bilemiyordum. Size teşekkür ede- rim. Zira, imparatorun bu sözleri benim yanımda söylemesine sebep teşkil ettiniz. Kadinen'de, imparatorun bir de şatosu var. Bunun bahçesinde pek güzel, pek mutena çiçekler bulunmaktadır. Kendi kendime düşündüm ki, bu bahçede meşgul olarak, be- deni bir fayda istihsal edebilirim. Kısacası, işi bahçıvanlığa dök- tüm. Bir istatistik” İngilterede doğum vakalârı azalıyor İngilterede “1931 senesine ait doğum vakları hakkında neşrolu- nan malümata nazaran tevellüdat 1,000 nüfus nisbetle 15,8 nisbe- tindedir, Bu nisbet 1930 ve 1929 senelerine nazaran 0,5 nisbetinde hokasandır.. Halbuki geçen iki senede tevellüdat evvelki senelere nisbetle pek azdı. Şimdiki doğum nisbeti .1870 senesine nazaren yarıyarıya inmiş- tir. 1870 senesinde doğum nisbeti 1000 nüfusta 35,5 ve 1920 sene- sinde 25,5 idi. Bu tarihten sonra doğum indik” çe inmiş ve 1924 senesinde umu- mi nüfusun tenakusuna mani olan derecenin aşağısına düşmüştür. Sinop ihtisas mahkemesi müddeiumumiliği Trabzon, 25 (Hususi) — Trab- zon müddejumumisi Tahsin beye Sinop ihtisas mahkemesi müddei- umumiliği teklif edildi. Tahsin bey bu vazifeyi kabul etti. Teşekkür Kerimem Melek hanımın kısa bir hastalığı müteakip (vukuu vefatı münasebetile merbumenin cenaze merasimine iştirak eden ve gerek tahriren ve gerek şifa- hen taziyette bulunan zevatı muh- teremeye ayrı “ayrı mukabeleye teessür ve sıhhatim müsait olma- dığından muhterem (gazeteniz vasıtasile beyanı teşekkürler ede- rim efendim. Berlin sefiri merhum Tevfik Pş. refikası Nudiye Tevfik kimsenin bulunmadığı bu muhab- bet sofrasında, cennetten çıkmış taze bir meyva gibi, gözümün önünde demindenberi dolaşan bu beyaz ve güzel ellerinizi öpmeme Allah bile mani olmak istemez... Rica ederim, dudaklarımın hak- kını veriniz! Yalnız, dudaklarımın hakkını istiyorum. Başka bir şey değil. Selma hanım ellerini çekmek istedi. Avucumun içinde sıkdım, bırakmadım. Ve öptüm. Işte o kadar.. Sadece elini öp- düm. Bir pansiyon sahibinin elini öpmekten ne çıkar diye düşünü- yordum! Bu kadını da ( Habibe ) gibi, bir anda sevmiştim. Selma hanım yemeğini tamam- lamadan sofradan kalktı. Arasıra yanımıza girip çıkan evlatlık kıza bir şey . bissettirmedi. o Yavaşça yürüdü.. Salondan çıktı. Arkasın- dan seslendim: — Beni yalnız mi bırakıyorsınız? Başını çevirmeden cevap verdi: — Odanız yukarda.. Istediğiniz zaman yatabilirsiniz! Allah rahat- lik versin... le var) © Şatonun bahçıvan başısı olan “amirim ,, cidden idealist bir in- ie Kocaman limonluklarını, çiçeklerini, nadide nebatlarını gö- zü gibi sevmekteydi. Onlara, bir insana karşı yapılacak şefkatli muameleyi yapardı. Kendi mesle- kini senayi nefiseden addediyor- du ki, bunda bir azda hakkı vardı. Ilk önce, işe, fidelikten başla- mam lâzım gelir. Yani, bütün işim, allahın günü, muzir otları yolmaktan ibaretti. Akşamları sırtım o derece ağrıyordu ki, inim inim inleyordum. Imparator, zirai amelesi için küçük küçük, zarif zarif evler yaptırmıştı ki, bunlar, pek hoşu- ma gidiyordu. Sordum: — Amele, burada çok mesut ve çok memnun olsa gerek? Çiftlik müdürü güldü; Yolda çocukluk Sele sağiln Ferhat beye rastladım. Pardon! Ferhat beyefendiye.. Zira, bu zata, çocukken bile Ferhat beye- fenei derdik. Mektebi sultani'de, bizim sınftaydı. | Herkes gibi, sırada, diğer bir çocukla otura- mazdı. İki kişilik sırayı tek başına işgal ederdi. (Babası zamanın nieşhur nazırlarından olduğu için, Ferhat Hünkâr yaveridi. Henüz on iki yaşındayken, binbaşı oni- formasile selâmlık resmi alisine giderdi. Mektebe galoş kundurayla; biri siyahi biri ak ağası iki lalayla kışın lando, baharda kupa, yazık faytonla devam ediyordu. Diğer debdebe ve darat de öna göre. Sınıfların: iltimasla geçerdi. Hulâsa, Ferhat bey efendi, tam manasile, paşa zadeydi. Görmiyeli on beş yirmi sene olmuştu. Bu sefer, paşa zadeyi düşkünce gördüm. Vaktile şıklık olsun diye, mavi camlı kelebek biçimi altın gözlük takardı. Şimdi, hâlâ ayni altın gözlüğü takıyordu. Fakat, camlarını gözünün yeni zafına göre beyaza (tahvil ettirmişti. Altın çerçeve, acına- cak bir şekilde o çarpılmıştı. Gözlüğün bir gözü sağ kaşına doğru mübalâğakârane yükseli- yor; öbür gözü ise, sol yanağına doğru, kemali tevazula eğiliyordu. Ferhat'la hoş beş konuşmağa başladık. Bir de baktım: Arka- sında bir dilenci duruyor. Aman, ne kızarım yolda iki kişi konu- şurken musallat olan dilencilere... — Inayet ola... - diye savmağa hazırlanırken, Ferhat sordu: — Bizim Kanber'i tanımadın mı? Hani beni mektebe getirip götüren lalam... Öbür lalam za- vallı Cevher geçen sene öldü... Yoksa, öldüğü aya kadar bana sadık kaldı... O da, Kanber gibi daima yanımda dolaşırdı. Ferhat, beni konağına davet etti, Konağın yerini unutup unut- madığımı sordu. Nasıl unutrudum? Talebeliğim (esnasında da bir kere bu konağa davet olunmuş- tum. Üzerimde ne müthiş intiba kalmıştı. Ne debdebe ne darattı, yarabbi! Burası, salonlarının geniş- liği, eşyasının harikulâdeliği ile Dolmabahçenin küçük bir nümu- nesi sayılabilirdi. Gene öyle, yahut ona yakın bir manzarayla karşılaşacağım san- mıştım.. Fakat keyhat... Bir mevsimi baharına erdin ki âlemin Bülbül hamuş, havz tehi, hanuman harap... Konağin bahçe kapısından içeri girince, bu beyit dudaklarıma ezer oldü) Hakikaten 7 tehi, hanuman harapl.. Tarhları yabani otlar, çörcöpler kaplamış... Öteye beriye pırtlamış ot minder nevinden eşyanın nere- dise toprak olmağa yaklaşmış cesetleri, atılmış... Hasılı, eskiden altı bahçıvanın durmaksızın çalış» tığı o canım bahçe tam manasile mezbele... Ev sahibi, bana, gene de bahçe- yi gezdirdi. — İşte, şurası kaskat havuzdut. Hani içinde küçük sandalım vardı da, beraber binip kürek çekmiştiki, Sandalı, geçen gün parçalayıp tahtalarını ocağa attılar... Içim sızladı... Yalnız Oküreğinin bir tanesi , şurada duruyor... : Bizim çocuk; at yapıp üstüne biniyor... Kavga etmiş; ağlamış, bağırmış; küreği yaktırtmamış. Bahçede, Ferhat, buna müma- sil tafsilât verdiği esnada, yanı- mıza, topal, kambur, şaşı, hâsılı her cihetçe mendebur bir bhiz- metçi yaklaştı. Elinde bir atkı vardı : — Hanımefendi diyor ki efen- dim, küçük bey üşüyecek hasta olacak 'diyor. Şu atkıyı sırtına örtsün diyor... — Amaaan... OF, annem de... EE örtmem, billâhi örtmem... — Hem, akşam üstü süt içmek zamanı . geldi... İçeri girsin de sütünü içsin diyor... — Sütümü de içmiyecekim.. — Sütünü içmezse zaiflar, kuv- vetten düşer, diyor.. Anladım ki, bu viran konakta, küçük bey, kırk beşine gelmekle beraber. hâlâ on iki yaşında ki eski küçük bey muamelesi görü- yordu: Lalalar, dadılar, anne tekayyüdü.. Hep eski minval üzereydi. a Mendebur kalfa, elinde atkı ile peşimizde dolaştı. Adım adım izimizde.. Küçük bey aksilendi. Atkıyı bir türlü örtünmedi. Nihayet içeriye girdik. Konak ki, ne konak.. Belki yet- miş seksen odalıktı.. Fakat, nere- de eski Dolmabahçe kırması ko- nak, nerede bu?.. Konağın divarları tavanları sapır sapır döküliyordu.. Katlarından birincisi bomboştu... Bütün odaları gezdik... Tek eşya yok... Zaruret, mobilyaları teker teker sattırmış... Yalnız, bir oda- nın dıvarında bir lâvha gördük- “Hüvelbaki,, Ferhat: — Paşa babamın hatırası ola- rak bunu muhafaza ediyorum. Ahfadıma intikal ettireceğim. Pek kıymetlidir! - dedi. Sümmettedarik aksak iskemle- leri üzerine oturarak mektep (Devamı ondördüncü sahifede) ( Hikâyeci | — Öyle mi zannediyor sunuz? Şarki Prusyada bir grev patlak vermiye görsün. Patlak verdi mi, bunlar, daima en baştadırlar, Üç haftadanberi, bahçıvan sı- fatile bahçede çalışıyordum. Bu sırada, arkadaşım genç Etzdorf, beraberinde gayet zarif ve güzel bir kadınla göründü. Arkadaşım evlenmiş. Zevcesile birlikte, bal ayı seyahatine çıkmış. Ben bah- çıvanlık hususunda elde ettiğim tecrübeleri kâfi buldum. Patro- numdan müsaade talep ettim. Etzdorf'un, hemen oracıkta, Kadien cıvarında, hususi bir ma- likânesi vardı. Oraya gittik. Ora- da talebelik zamanımızı hatırlatan pek hoş bir zaman geçirdik. Av avlıyor, balık tutuyor, atlarla gezmeler yapıyorduk. Doğrusu, pek boş bir ömür geçirdik. Bu fasıla esnasında itinala gaze- teleri okumaktayım. Gazetelerde her gün harikulâde bir vaka ile. karşılaşmağı umuyorum. Düşüncem şöyleydi: şayet Al- manya, benim için oturulmaz bir hal alırsa, şayet vatandaşlarım beni düşmana teslim etmeğe kalkışırlarsa,, hududu aşacak ve Rusya'ya kaçaktım. Bolşevik'lere, tahtelbahir işlerini tanzim için arzı hiğmet edecektim. Rus'ların henüz tahtelbahirlerini elden çıkar- madıklarını biliyordum, Bu tah- telbahirlerden mühim * bir kısmı Almanya'da Germania tezgâhında inşa edilmişti. Niçin talimi bir ke- rede orada tecrübe etmiyecektim? Gazetelerde, okuyordum; Beni fellik fellik oarayorlardı. Kuzu kuzu teslim edilmek hiçte işime elvermedi. Bu Kadinen denilen mahalde saklı, kapalı durmaktan da içime hafakanlar bastı. Başı- mın çaresini aramağa karar ver- dim. Von Etzdorf'tan izin alıp Kiel'e döndüm. (Arkası var ) “

Bu sayıdan diğer sayfalar: