27 Mart 1932 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9

27 Mart 1932 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

27 Mart 1932 — Akşam Tefrika No. >> Mart 1932 | SEBA MELİKESİ | BELİS Yazan: ISKENDER FAHRETTİN Fellâh bana acı bir kahve ikram ettikten sonra: “ Yoldaki yemen taşlarının güneş görünce canlanışlarını elbette işitmişsindir dedi!, ve... Derhal o da bana sordu: — Seninki...? — Mehemmet.. Ismimi işitince hemen sağ elini göğsüne koydu: — Seyyidina Muhammet... dedi. Bu hareket hazreti Muhamme- din ismine karşı gösterilen bir tazim idi. Maamafih, bu, bazı ka- bail arasında ttammüm etmiş bir âdst olmakla “beraber, ekserisi caali olduğundan fellâhın bu hare- keti, oObeni güldürecek kadar garipti. Bu esnada, yalnız belinde ince ve ancak iki karış irtifamda bir bez parçası olan fellâh karısı, hain bir nazarla kocasına bakarak, bu bakışla benim anlayamayaca- ğım bir şeyler 'fde etmek istedi. Ibrahim hemen ayağa kalktı. karısının yanma gitti. Anlaşıldı ki, bana (kışır) ikram edecek- lerdi. Fakat, meydanda, su ve sabun görmemiş, kenarı kırık bir fıncandan başka içecek bir kap yoktu. Karı kocanın mütemadiyen doldurup içtikleri kışırdan nihayet bu fincanla bana da ikram ettiler. Ibrahim dedi ki: — Bu hararetinizi keser, içiniz! Teşekkür ederek kadehi aldım ve bir kaç yudumda içtim. Zehir gibi acı olan bu maddenin agsabı şiddetle tenbih edici bir hassası vardı. Kışırı içince filhakika susuz- luğum geçti, fakat yemek yemek için iştiham da kalmamıştı. Zaten bütün cebel ve kasaba ahalisi (kışır) fazla içtiklerinden dal gibi kuru ve zayiftirler. Bu sebepten yemek yemezler. Esasen yemek yemsini de bilmediklerinden, ye- mek bahsı onlar için bir külfettir. Ibrahim aynı fincandan kendisi de içti ve tekrar bana doldurup uzattı. Üstüste üç fincan içtim ve, oturduğum yerde biraz daha gevşemeğe başladım. Ibrahim, vahşi bir nazarla beni süzdükten sonra: — Ya ahi! dedi, Sukulhamise şu taraftaki dar ve kısa yoldan gidersen daha çabuk varırsın! — O dediğin, gittiğim yoldan başka bir yolmu? — Evet.. çok kestirmedir. Hem de şimdi öğle vaktidir, yolda giderken (canlı taşları) da görür- sün! Bu taşların öğlen vakti can- landıklarını elbette işitmişsindir!!! Bir az sonra yanıma bir fellâh daha geldi. Ben, birdenbire, dü- şünmed Tetrika No 43 LEKE Aşk, macera ve fen roman: Nakili: . (Vâ - Na) Müstantikliği, yüksek avukatlığa bir stej olsun diye yapıyordu. Bil- hassa, adliyenin tababetle alâkadar kısmına heves etmişti. Kıymetli kütüphanesinde bu bahsa ait bir çok kitaplar mevcuttu. Ahmet Ferit, Vesime meselesile, genç hukukçu, bu iş ubtesine verilmez- den evvel bile, esasen alâkadar olmuştu. Avukatların intihabı, Baroda bir hafta kadar dedikoduyu mucip oldu. En iyi cinayet avukatları ara- sında, münazaalar, münakaşalar- dan sonra, Denizci Zadeler, Talât 27 Mart 1932! beyi seçtiler. X — Dünya karıştı. Muharebe var. Dedim. Arap vahşı süzdü: * — Nereye gidiyorsun? Sözlerime cevap vermemişti, Öyleya, dünyanın karışıklığından o ng anlardı? Dünya mefhumu nnun için çölde yahut cebelde bir kaç klübeden ve bir az hur- madan başka bir şeymi idi? Burada çok iptidai bir hayat yaşayân bu mahlukların dünya ile ne alâkaları olabilirdi? Fakat “muharebe var!,, sözü onu harekete getirmişti. Muharebe.. Bu, Yemende iki yüz senedenberi hergün dillerde dolaşan bir kelime idi. Arap kulak kabarttı: — Muharebe nerede? Diye sordu. Mamafih, başladığını işittiğimiz muharebe cibanşumül bir mahiyeti haiz olmakla beraber, muhatabımı alâkadar etmezdi. Ona anlaya- bileceği bir tarzda Hüdeydede neler olduğunu anlattım ve San'alı olduğumdan bahisle memleketime gitmekte olduğumu söyledim. Cebel arapları heman umumi- yetle cenk ve cidale meyyal bir kavim ( olduklarından, benim “ muharebe var! , Sözümden faz- laca hoşlanan muhatabim bir az daha yanıma sokuldu: — Fi indek masari..? Bu sual, hayatımı tehlikeye düşürecek kadar mühimdi. Arap benden para istiyordu. Yalan söylemek daha tehlikeliydi. Sorduğu suale; — Yanımda para yoktur.. Cevabını versem, üzerimi ara- dıkları takdirde hakikat meydana çıkacak ve onları aldatmış olacak- tım. Gerçe yanımda çok para yoktu. Menahada (Cemile ) nin verdiği bir kaç riyaldan başka üzerimde zikiymet bir şey taşı- mıyordum. Arabın gözlerine baktım. Şikâ- rına atılmak ve onu bir hamlede parçalamak isteyen bir canavar gibi, heybetli vücuduyla yanımda duruyordu. Onu tepelemek mühim bir iş değildi. Fakat, mesele yalnız onu tepelemekle o bitmiş olmıyacaktı. Etsaftaki arişlerder yüzlerce arap koşup gelecekler ve beni bir yudum su içinde boğuvereceklerdi. Buna şüphe yoktu. Ufak bir şiddet göstermekle akiletimin bir bakışla beni ... , Zadelerin | avukatlarını seçmeleri daha güç | oldu. onlara, umumun hayretine | rağmen, adeta henüz tanınmamış, genç bir avukat üzerinde katar kıldılar, Servet key ismindeki bu avukatı, onlar, profesör doktor “B...,, paşa tavsiye etmişti. Bu doktor da, doğrudan doğruya, Vesime tara- fını iltizam etmiş bulunuyordu. Profesör: — Bu kadın, masumdu! - diye ısrar ediyordu. Buna kendi isme- tim kadar eminim. Kanaatimde yanılmadığımı isbat edeceğim. O sıralarda, Ahmet Ferit, istin- tak edilebilecek bir hale gelmiştir. Müstantikliğe kadar gelmesi kabil olmadığı için, bizzat Pertev bey, hastahaneye, onun ayağına gitti. Biçare delikanlı, göz yaşlarına boğulmuş, ağlıyordu. Telâffuz et- tiği yegâne cümleler şuydu: Yağ lekesi! Pariste çok tuhaf bir dolandırıcılık Pariste gayet tuhaf bir dolan- dırıcılık vakası olmuştur : Mat- mazel Beaujour namında genç bir kız, iktisadi buhran hasebile işsiz kaldığı cihetle, mahzun bir halde dolaşırken, yanına bir kıpti karısı yaklaşarak : — Matmezel demiş siz bahtiyar değilsiniz, fakat arzu ederseniz ben sizi mesut edebilirm. Ben, gayet mahir bir falciyım. Bana kendidize ait birşey emniyet ediniz, saadeti ayağınıza kadar getireceğim. Matmazel, bu hitap üzerine ei çantasını kıpti kadına uzatmış ve: — lçidde 127 frank var, parayı çıkarmak lâzım mı?.. diye sormuş, çingene karısı da: — Hayır buna lüzum yok ce- vabını vermiştir. Aradan birkaç gün sonra kıpti karısı, matmaze- lin evine gelmiş ve: — Sizin saadetinizin yolu üze- rinde bir yağ-lekesi vardır, bu lekevi (o saadetinizin (o üzerinden gidermek için Obana yıkamak üzere ipekli bir kombinozon ve bakıcılık ücreti olarak 500 frank vermelisiniz. Kızcağız, sıkılmış bozarmış, fa- kat saadeti mezuubahs olduğu cihetle, ipekli (o kombinezonunu | 500 frangı kıptiye vermiştir. Fakat mesele bununlada bitme- miş, kıpti kadın aradan bir kaç gün geçince gene gelerek: — Bir az altın eksik olmasa saadetiniz tamam olacak. Saadet ile beraber zenğin olmak istersi- niz değilmi? Ohalde bana altın bileziğinizi veriniz demiş, ve bile ziği de o suretle aşırmıştır. Kıptı bir kaç gün sonra genç kızdan bir çarşaf almış ve ortadan kaybolmuştur. O zaman zavallı kız bütün saadet vaitlerinin bir tuzaktan ibaret olduğunu anlıya- rak zabıtaya müracaat elmiştir. Paris zabıtası bütün taharriyata rağmen dolandırıcı kıpti karısını yakalıyamat neye müncer olacağını ediyordum. , İtidalimi muhafaza ederek elle- rimi cebime sokdum, iki (riyal) çıkardım : — Ya ahi! dedim, işte iki riyalim var, ister ikisini de al. İstersen birini al, diğerini bana birak... — Zenğin değilmisin? — Ömrümde bir defa bile on riyalı bir arada görmedim... Arap riyalleri aldı. Gözü nadi- ren para gören bir insan gibi, avucunun içinde evirip çevirmeğe ve ara sırada bana bakarak gül- meğe başladı. tahmin (Arkası var ) — Ah, yarabbi ! Niçin kendimi öldüremedim. O öldü de niçin ben ölmedim. Müstantik, hastaya o kadar acıdı ki, onu teselli etmek mec- buriyetini duydu. Sathi birkaç sual sorduktan sonra fazla eşele- meği, hastayı ıztırâp içinde bırak- mağı muvafakkı insaf bulmadı. Geri döndü. Esasen ne kadar ısrar else, belede bulunacağını anlamıştı. Hoş, müstantik, öğreneceklerini katilden öğrenecek değildi. Bir çok avukatlar, üzerlerine vazife terettüp etmediği halde, bu işle alâkadar oluyorlardı. Bütün baro, meseleyi uzaktan yakından takip ediyordu. Sonra, ( gazeteciler... | Hemen bütün gazeteler, iki cepheden birini iltizam etmişler; sütun sütun yazılar yazıyorlardı. katilin sükütle muka- | Denizde pek çok facıalar olur. | Vapurlar batar; kazazedeler, bir tahta parçasına sarılarak günlerce çalkalanır, çalkalanırlar; tahlisiye kayığında aç kalan insanlar, ara- larında kur'a çekişerek, içlerinden bir tanesini parçalarlar ve yerler... Fakat, eski bahriyelilerden birzat bana bizzat şahit olduğu bir deniz faciasını anlattı; zanneder- sem, bu, lerindendir. Balkan harbı esnasında, bizim donanma, Çatalca hattını bom- bardıman etmekle (o meşgulmuş. zıbrlılarımızdan biri, bir tarafına bir mermi yemiş. Fena halde sağa meyletmiş. Adeta kırk beş derecelik bir zaviye teşkil ede- rek duruyor. Bu şeklin düzeltil- mesi için de, maküs taraftaki bölmelerin (o kapakları (açılacak oraya da su dolacak. Bunun üze- rine, sefine, su üzetinde doğru faciaların en müthiş- duracak. Aksi taktirde gemi tehlikede... Zırhlının kumandanı, bu ame- liyeyi oyapmak için düğmeye basmış. Kapak açılmıyor. Aman yahu! Bir tecrübe daha... Açılmasına imkân yok.. Vakit geçtikçe, gemi için tehlike artıyor. Bütün tec- rübelere baş vurulmuş. Kabil değil. Cihaz bozuk... Binaenaley, yarım saate halcı- yacak; zırhlı da batacak, içinde- kilerde, Bunur önüne geçmek için, bölmeye bir adamın girmesi,kapağı elile açması lâzım geliyor. Amma, o zamandada, su hücumuna maruz kalacak. Bölmenin içinde boğulacak... Bu izahatı verdikten sonra, eski bahriyeli, şunları anlattı: .., Kapağı açmanın ne demek olduğunu sade biz yüksek zabitler biliyoruz... Bir baksır- hk yapmamak izin, bütün küçük zâbitleri o isimlerini Oku- mandan bir kâğıda yazdı. Herkesi ve zırhlıyı kurtarmak için, bir genci, bilzarure feda edeceğiz lâkin, yüzde yüz demek olan ölümünü, kuranın isabet ettiği genç zabite haber vermek istemedik. Bunu gizli tutmağa karar verdik. Ona, sadece, bölüğe girerek kapağı açması haber verilecekti. Kura çekildi. Kapının önünde durarak alâkayla dinledim: Kâzım efendi... Kumandan, bana, bu işin tatbik edilmesini emretti. Hemen aşağı fırladım. Kâzım efendiyi buldum. Fedakâr genç... Kendi hayatını imha ederek hem bizleri, hem de vatanın pek ehemmiyetli bir zırhlısını kurta- racâktı. Onu ne kadar da sever- dik. Halim, selim bir oğlandı Farug'u, bu işe son derece sar- mıştı. o Adliye (o koridorlarından ayrılmıyordu. Müstantiğin odasına her fırsatta giriyor. Yahut, gire- mezse bile, oraya girip çıkanları, kapı önünde lâfa tutuyordu. Ağız- İ larından söz almak istiyordu. Bu vak'aya dair bir tiyatro yazmağı dımağında © kurmuştu. En iyi haberler anda olduğu için, diğer gazateciler de, Farug'un etrafını bırakmayorlardı: Faruk, adliye kendine, kıymetli bir bulmuştu. Bu zat, Midillili Baki beydi. Kendisi, Avukat olmakla beraber, dava vekilliğinden ziyade koridorlarında, muharrirlikle (ve ilimle meşgul olurdu. Bütün baronun hürmetini ve muhabbetini kazanmıştı, Müs- tantikler, müddeiumumi muavinle- müttefik | Ne yapması lâzım geldiğini ona anlattım. — Bölmeye girilecek. Şu ka- pak açılacak... d Delikanlı, benden hir dakika ayrıldığı vakıt, yanımda duran diğer iki genç zabite, - Ahmet Faik efendi ile Nazım efendiye - meseleyi anlattım. — Biçare Kâzım, son dakika- larını yaşayor! - dedim. - hepimiz için feda olacak.. Ikisi de son derece mütteheyyiç oldular. Nazım: — Bari mutlaka öleceğini söy- leseydin., Belki bir son arzusu vardır. Bir vasıyetnamesi vardır! dedi. Acı acı güldüm: — Şayet bir arzusu, bir vasi- yetnamesi olsaydı, esasen bunları şimdiye kadar nazarı itibara almıştır. Zira, muharebeye çıkan bir insan, böyle şeyleri düşünür... Acı bir süküt oldu. Kâzım, ceketini, fesini çıkar- mıştı, Bölmeye girmek üzere hazır lanmıştı. Tam bu esnada, kuman- dan geldi. Onu bu halde gö- rünce: — Ne o? - diye sordu. - ne münasebet Kâzım efendi?... Böl- meye siz girecek değilsiniz... Bana, hiddetle döndü: — Siz, verdiğim emirleri böyle mi dinlersiniz? Ben size Kâz'm efendi mi dedim?... Nazım efendi dedim. Sağırmısınız? a Ve, elinde hâlâ tutup oynadığı kura kâğıdını bana uzattı. Üze- rinde cidden Nazım yazıyordu. Demek ki, ben, ilk harfi yanlış işitmişim! Fena halde bozum oldum. Zira, meselenin ne olduğunu, hakkım olmadan, bir gevezelik ederek, Nazım'a-haber vermiştim. Ona hazin hazin baktım. “Üzülmeyin!'ne yapalım, kader!,, manasına gölümsedi. cebinden bir mektup çıkardı. — Bunu postaya verin. - dedi. Ve fısıldadı: — Nışanlım, hiç değilse, beni, bir kaç gün daha bhayattayım sansın... Sonra, cümlesinin elini sıkarak bölmeye girdi. Beş dakika sonra, zırhlı doârul- muştu. Hepimiz kurtulmuştuk... Bir istisna ile: Nazımıa istisnasile.... (Hatice Süreyya) Kavga ve cerh Kasımpaşada Hidayet isminde bir kadınla Kirkor dün gece kavga etmişler, Kirkor bıçakla Hidayeti muhtelif yerlerirdan teh- likeli surette yaralayıp kaçmıştır. Hidayet hastahaneye götürülmüş- ür, | vakarlı bir zat olarak tanıyorlardı. Faruk, kıymetli havadislerini bu Baki beyden alıyordu. Baki bey, Faruğ'a, Pertev be- yin bu iş için intihabındaki isa- beti anlattı. — Sizin avukatınız kim? - diye sordu. — Şimdilik avukatımızı henuz seçmedik. Lâkin seçince zatı alinize derhal haber veririm. Bir kaç gün sonra, Faruk, Baki beye, genç avukat Servet beyik ismini verdi. Baki bey, avukatı pek muvafık buldu. Bu Servet bey, genç olmakla beraber, pek ağır başlı, pek dikkatli, pek saburlu bir insandı. Bilhassa, tababetle alâ- kası olan davalarda bir kaç muvaffakıyeti (şimdiye (o kadar nazarı dikkati celbetmişti. ri, bu avukatı bir haysiyetli ve (Arkası var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: