14 Mayıs 1939 Tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 12

14 Mayıs 1939 tarihli Akşam Gazetesi Sayfa 12
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

Lâtif bey, Seza'ya misafir gittiği bir | evde raslamış ve derhal onu aşkla sev- mişti. Genç kızın babası epeydir vefat etmiş bulunuyordu. Alle parasızdı. | Fakat kızın her erkeği tatinin eden sâ- fiyeti, namusu o derece göze çarpıyor- du ki, onunla evlenmek bahtiyarlık telâkki ediliyordu. Seza'yı bütün ta- nıyanlar saatleree medhifi ederlerdi. «— Onu alacak erkek dünyanın en bahtiyar insanıdır. Başını yastığa da- yasın, Mışıl mışıl uyusun. Namusuna zerre kadar leke gelmez!» derlerdi. Az maaşlı bir memur ölân LAtIf bey “de Seza'ya derhal talip çıktı, Birlikte pek mesud yaşadılar. Getiç kadın evi. ni-öyle güze! idare ediyordu ki, para- Jarile umulmadık bir lüks hayatı yaşı- yorlardı, Kocasını şimartacak, nazlan- dıracak neler icad etmezdi, O derece- de ki, izdivaçları üzerinden altı sene Biçtiği halde erkek ilk günü imiş gibi şıktı. İ Lâtifin sadece iki şikâyeti vardı. Bİ. | ri, karısının sinema meraklısı oluşu, öbürü de sahte clmaslara heveslerme- si. Seza'nın yüksek mevkideki ahbap. ları ona sık sık biletler verirler; o da, işinden yorgun gelen kocasını zorla sinema sinema dolaştırırd. e Nihayet adamcağız dayanamıyarak: — Kuzum, sen arkadaşlarınla git... ,Beni birak! Evde rahat edeyim! - de- di Genç kadın: — A... Nasıl olur?..; Geç vakıl 30. küâklarda nasıl yalnız dolaşırım? - de. dikten sonra, sirf erkeğini memnu bırakmak için riza gösterdi. Bu gezmeler neticesi, tabiatile sü19 de düştü. Filhakika elbiseleri daima pek basitti. Fakat o kadar biçimli şey. ler seçer, kendine öyle yakıştırırdı ki... Üstelik aldığı yığınla elmasları da tak. mağa başladı. Kulağında pırlanta tak- lidi koca taşlar, boynunda sahte inciler, Renk rönk taşlarla süslenmiş altin taklidi bilezikler... Kocası arasıra söylenirdi: — Güzelim! İnsan hakiki elması alamazsa, kendi tabii güzelliği ile ik- tifa eder. Bu yalancıları koluna, boy- nuna doldurmakta ne mâna var? Seza, gülümsiyerek cevap verirdi; © — Ne yapayım? Seviyorum... Hak- kın var amma, dayanamiyorum Bazı akşamlar, soba başında otur. dukları s'rada, deri bir kutu getirir; içine bu yalancı mücevherlerini ko- yar; ve uzun Uzun onlara bakardı. Bir gece, sinema dönüşünde şiddet. Ti bir soğuk alma alâmeti gösteretek hastalandı ve yattı Öksürük ve nö- bet sekiz gün sürdükten sonra öldü. Lâtifin ıztırabına payan olmadı. Az kaldı karısının arkasından o da gide. cekti, Bir ay içinde saçları bembeyaz kesildi. Gece gündüz ağlamaktan çöz- leri harap oldu. Günler göçtikçe ma- teminin acısı arttı, azalmadı. Maddi hayatı da güçleşmeğe başladı. İki ki- şi iken gayet rahat yaşadıkları halde şinıdi parası yalnız başına kendini ida- Te etmeğe kâfi gelmiyordu. Beza'nın zamanında nefis rakılar içip mezeler yedikleri, hattâ sofrada bazen şarap bulundurdukları halde mükem- mel idare ediyorlardı. Halbuki şimdi herşeyden kısmağa mecbur oluyorlar» dı. Borçlandı. Bir gün ayın sonlarına doğru beş parasız kalınca birşeyler satmağa ka- rar verdi. Vaktile sinirlendiği fakat şimdi karısının güzel bir âtırası diye sakladığı sahte elmaslar aklına geldi. «— Belki bunları pazara çıkarırsam üç beş lira eder...» diye düşündü. İ dalar. Memur ne diyeceğini bilemiyor. | Deri kutuyu cebine koydu ve bir ku- yumcu dükkânından içeri girdi. Bu / saçma şeyleri adama göstermekten utana utana: — Acaba, efendim bunlara ne verir. siniz? - dedi. Adam yüzükleri, bilezikleri eline al. dı. Evirdi, çevirdi. Gözüne taktığı per- tevsizle iyice muayene etti oOÇırağını çağırıp yavaşça birşeyler söyledi. Kuyumcunun bu halini gören Lâ. tir: — Biliyorum... Kıymetli şeyler de- ül!.. - diye kekeledi. Dükkân sahibi: — Efendim... - dedi. . Bunlar aşağı yukarı oh on iki bin lira eder. Fakat bunları nereden tedarik ettiğinizi söy- lemeden, adresinizi de vermeden hiç birini satın alamam. Lâtir, hayretle gözlerini açarak; — Ne? Ne diyorsunuz? — Ben bu kadar verebilirim... Belki başkaları daha fazla verirler... İstedi. iniz finti bulamazsanız ben gene on iki bine alırım. Erkek dükkândan çıktı ve bu sefer Beyoğlu caddesinde meşhur bir ku- yümcuya girdi. Dükkân sahibi önüne yayılan pır. lantaları ve incileri görünce: — A... Ben bunların hepsini tanıyo. aktile ben satmıştım. Doğru- ylemek lâzım gelirse 26,500 li- raya sattım... Fakat şimdi mücevher- ter de düşlü, Geri almak için on dört bin veririm. Bu sözleri işiterek âdeta abdallaşan Latif: — Aman... İyice bakın... bunları sahte sanıyordum. Kuyumcu: — isminizi söyler misiniz lütfen?.. - dedi. Adam, adresini verdi. Dükkâncı def. | terlerini açarak araştırdı! — Evet, tamam... - dedi, - Ayni ad- ! reste oturan Seza hanıma satılmıştır. İki erkek, biribirlerine hayretle bak- - dedi. - Ben i du. Kuyumcu ise kendisini hırsız san. muştı. — Şunları bana yirmi dört saat ka- dar teslim edin. Size sened veririm. Yarın gelir, alırsınız! - dedi. Lâtif: İ — Pekâlâ, pekâlâ... - diye kekeledi ve kâğıdı cebine sokarak gitti, Ayakları biribirine dolaşıyordu. Yol- , ları bulâmıyordu. Kafası mütemadi- yen ayhi fikirle meşguldü: Karısının İ sur - le - Main'de açılan bir kongre- | zehiri terk etmiş bulunuyorum. Bu böyle pahalı şeyler alamıyacağını bi. | Ilyordu. O halde? Demek bunlar he. diye?.. Fakat kimin tarafından?.. Niçin?... İ Kâldırımın - üstünde bir müddet | durdu. İçinde fena bir şüphe uyanmış. tu. Beyni döndü. Güzleri karardı, Ve oraya, baygın bir halde yığıldı. Bir eczanede ayıldı. Kendisini evine | kadar götürdüler. Odasında yalnız ka- ! ınca aci acı ağladı. Ve sonra ağir bir uykuya daldı. . Ertesi sabah işe gitmek ona pek güç geldi. Bir mazeret beyan ederek şefin- den İzin istemek kolaydı. Kuyumcuya gidecekti. Bu düşünce yanaklarını kızarttı. Fa. kat bu kadar elmasi da ona hediye ede- mezdi ya... Hava güzeldi. Güneş Adela şehrin üzerine tebessümler saçıyordu. Elleri cebinde, hali ve vakti yerinde olduğu anlaşılan insanlar dolaşıyordu. Lâtif kendi kendine: « — Zengin olmak saadet doğtusu!... - dedi. - Para ile insan kendini avutâ- bilir, Seyahata çıkar... Ah... Zengin ol- saydım...» Birdenbire acıktığını farketti. Dün- denberi o heyecan içinde yemek yeme- İ mişti. Fakat cepleri bomboştu. Elmaslar aklına geldi. On dört bin lira... Bu, bir servetti işte... Kuyumcu dükkânının önüne geldi. Beş on kere kapısının önünden geçti. Bir türlü girmeğe cesaret edemiyor- du. Lükin karnı da o kadar acıkmıştı ki, dayanamadı. Mağazadan içeriye dal İ di. Adam, dünkü müşterisini görünce, mütebessim, ona bir koltuk ikram 6*- | ti. Çıraklar da, dirseklerile biribirlerine | dürterek Lâtif'e bakıyorlardı. Dükkâncı: İ — Tahkikatta bulundum efendim... ! Eğer dün söylediğim fiate razı Olu. yorsanız satın almağa hazırım. - dedi. Bir çekme açlı ve paraları erkeğin önüne yığdı. Paraları cebine . alınca, | sokakta, birdenbire içini müthiş - bir neşe kapladı. Ağaçlara tırmanmak is. tedi, Birdenbire oynuyacağı geldi. En iyi lokantalardan birine girdi. Mükem- mel karnını doyurdu. Sonra bir taksi. ye atlayıp birBoğaziçi gezintisi yaptı. Bütün yaya yürüyenlere: «— Hey... Bana bakın... Ben zengi- | nim...» diye bağıracağı geliyordu. Bilhassa ki evde daha da pırlantalar| olduğunu düşünüyordu. Aklına memuriyeti ve müdürü gel- di. Derhal dairesine gitti. Gayet ser- bes adımlarla şefinin yanina girerek: — İstifa ediyorum, azizim... « dedi. İ bozuk bir tulumba gibi soludukları- Mirasa kondum, Memuriyet hayatın. dan çekiliyorum. Arkadaşlarile veda elti ve o akşam gene iyi bir yerde kafayı tütsüledi. Ma. i Almanyada içki ve sigara aleyhtarlığı «Hakiki bir nazi içki ve sigara içmez» diyorlar Bugünlerde Yeşilay omensuplari içki aleyhindeki opropagandalarını İ şiddetlendirdiler, İçki düşmanlığının | mukaddes bir gaye olduğunu ilân | ettikleri gibi «#meyhane musikisi» ta- bir ettikleri alaturka musikinin rad- İ yo programlarından koğulmasını is- da geniş bir propagandu faaliyetine geçmeleri âdet olmuştur. Çünkü önü- müzdeki sıcak aylarda buzlu bira ve diğer içkilere rağbet fazla olaca- ğından Yeşilaycılar kendi âzalarını ikaz etmek zaruretini duyarlar. Ayni faaliyet, bugünlerde Alman- yada da görünmektedir, Alman İş bürosu şefi Dr. Rober Ley, Franefort - i de söylediği bir nutukta sigara vo içki kullanmanın hakiki bir naziye yakışmıyarağını hatırlatarak bu âdetleri terk etmek Tâzımgeldiğini kâydetmiş ve demiştir ki; «Çünkü Führer ayyaşlardan ne! ret ettiği gibi tütün içmenin de 5 detle aleyhindedir.» Burdan sonra nasyonal sosyalisi- lerin slkol kullanmak ve tütün iç- mek meselesini kökünden halletmeğe karar verdiklerini ilân eden hatip sözlerine şöyle devam etmiştir: «Epey zamandanberi alkol denen tarihe kadar ben de bir alkol müpte- lâsı ve müthişbir sigara tiryakisi idim. Size itiraf ederim ki sigara ile içkiyi terk etmek benim için çok müşkül oldu, Edindiğim kanaate gö- re sigarayı bırakmak, içkiyi terk et- mekten daha kolaydır. Ben bugün bile içkiye karşı nefsimi güç zâpte- diyorum. | Fakat kendimi sihhatçe iyi hisset- tiğim şu günlerde arkadaşlarımın ni gördükçe onları taklid etmediği- me memnun oluyorum.» «Arkadaşlarım! Führer her şeyi affeder. Fakat derin bir nefret besle. diği sarhoşluğu asla! Kendisi geçen- lerde demişti ki: <Tedkik ettim. Bir insanı öldür- mek için otuz miligram nikotin kâfi. dir. Yedi sigaradaki nikotin mikdari 30 miligramdır. Demek ki yedi sigâ- rayı arka arkaya içen bir adam ölür» «Bu sebeple Führer kendi evinde sigara içmeği menetmiştir. Düşman- larımız istedikleri kadar sigara. içe- bilirler, Führer'in şu sözünü de unut; mayalım: «Size dost olmayan bir kimseye yapacağınız en yerinde mukabele ona nefis bir Brezilya sigarı ikram et- mektir.» Doktor Ley kiliseyi de alkol pro- pagandası yapmakla İlham etmiş ve ! delil olarak her kilisenin civarında bir içkili lokanta bulunduğunu söy- NEOKALMINA sanın yanında oturan kerli ferli bir beyi görerek mirasa konduğunu anlat- maktan kendini alamadı. İlk defadır ki, sinemada uyuklamadı ve sonra bü- tün gecesini kızlarla geçirdi. Altı ay sonra gayet namuslu bir ka- dınla evlendi, Fakat o kadar hurçin tabiati vardı ki, ikinci zevcesinin sa. 'dakatine rağmen, hep Seza'yı aradı. Nakleden: Hatice Süreyya İ basından aşkındı; Pöasl BUCK Tefrika No. 2 Genç kadın, her zamanki âni ve çe- vik hareketile, hemen küçüğü kucak- ladığı gibi, dışarı götürüp bıraktı: — Burada dur. Hem dumandan ca- hın yanıyor, hem de gene içine kafanı sokmadan duramıyorsun.. dedi. İhtiyar nine, gelini birşey söyledi mi kulak kesilirdi; bu suretle, yeni bir yol tutturarak, dil dökmek vesilesini bul- muş olurdu. İşte, bu sefer de, söze Şöyle koyuldu: — Doğru bu, eğer ben de sittin se- nesi, ateş yakmasaydım, bügün, el. bette daha iyi görürdüm. Bu duman mahvetti gözlerimi, bu duman... Bu Jâkırdılar, ana'nın kulağına girmiyordu. O, sade, dışarıda, yüzü- köyün, yere yatmış, gözlerini uğuş- | tura uğuştura açmağa çabalıyan ç0- cuğunun haykırmasını dinliyordu. Zavallı gözceğizler... Hep kıpkır- mızı idiler... Günden güne de beter- leşiyorlardı.,. '$ Böyle olduğu halde, «— Kızınızın gözlerinde, araba bir hastalık mı var?» diye sordukları zaman, ana, daima; «— Ocakta ot tutuştururken, ina- dından, kafasını boyuna dumanla | rın içine sokuyor da ondan.» diye ce- vap verirdi. Hem artık, çocuklarının ağlamala- rı, eskisi kadar üzmüyordu onu. İşi ardarda da doğu- Tüyordü, Evvelleri, ilk çocuğunda, yavruçuk bağırdı mı, fena olurdu. O vakitler, bir çocuk ağladı mı, ana'nın ne ya- Pp yapıp, onu susturması, avutması | lâzımdır sanır, ve meme vermek için, elinde ne İşi olursa olsun bırakırdı. Kocası, işi durduran bu sık sık fa- sualara öfkelenir: *— Buda nesi? Her şeyi benim sutıma mu yükliyeceksin? Daha ye ni başladın doğurmağa, yirmi sene, birbiri üstüne çocuk emzirmeni mi çe- keceğim ben senin? Zengin karısı mi- sın ki, gündelikçi tutup, yan gelip, sade karnını yükliyecek, sade çocuk emzi- receksin?!» diye bağırırdı. İkisi de genç, ikisi de öfkeli olduk- larından, kadiri da ona çıkışır, şöyle haykıtırdı: «— Ya ben? Sade ben mi çekece. gim? Sen, benim gibi aylar ayı, kar. nında yük mü taşıyorsun? Doğum ağrılarını sen mi çekiyorsun? Tarla- dan dönünce, sen sırtını dayayıp, yan geliyor, dinleniyorsun afhma, yemek pişirmek, çocukla uğraşmak, çocuktan beter bir ihtiyarın suyun- ca gitmek, İstediklerini yapmak, hep bana düşüyor...» Böylece bağrışır, çağrışırlardı; iki ayni kuvvette rakibin karşılaşması gibi, her ikisi de kendi sözünü ve dileğini üstün etmek isterdi. Yalnız, kavgaları pek uzun sürmedi. Çünkü genç kadının sütü, çabuk çekildi. Tıpkı sıhhati, kuvveti yerinde bir hayvan gibi, hemencecik gebe kalı- yordu. Çıkan yazda. da, sapanın üzerine düşüp yaralanması yüzünden, “vakti dolmamış. bir çocuk doğurmuş, ve onu kaybetmişti. Kendi kendine, söyle düşünyordu: «Artık çocuklar, iyi kötü, kendilerini kurtarabilecek yaşa geldiler. Canları istiyorsa, varsın ağlasınlar; peşleri sıra koşup onları emzirecek değilim ya! Sebredip, karınlarının açlığını, analarının tarla dönüşüne göre ida- i usulca, gözlerini temizledi, İ bu küçücük köyde, re ededursunlar... Ne yapalım!» Böyle düşünüyor, böyle söylüyor- du amma, kalbinin yumuşaklığından, çocuklarının sesini duyar duymaz, gene de koşup geliyordu. Ateşteki yemek, bir müddet daha kaynadıktan sonra, ortalığı dolduran dumana, miş gibi bir de pirinç koku- su karıştı. Genç kadın, ninenin çanağını aldı ve ağzına kadar doldurdu, Hep bera- ber yatıp kalktıkları, büyükçe oda- nın bir kenarında duran masanın üzerine götürüp, bu çanağı koyduk- tan sonra, kaynanasını, koltuğundan s tutup kaldırdı. Onun: » Pirinçle, bezelye karışık pişerse, tadına doyum ol maz......» yollu sözlerine aldırış et- medi, götürdü oturttu. Koca nine, kupkuru, cani çekiimi$ gibi soğuk ellerile, hemen çanağı” kavradı. Tâkırdıyı kesmişti, önündeki y& meğe imrenmekten, âdeta titremeğd başladı ve buruşuk, çizgi çizgi ağıf kenarlarından, salyası akarak: — Kaşık nerede? Kaşığımı bular. müyorum... diye bir sızlanmadır tute turdu. j Ana, kendine doğru uzanan sar“ sak, titrek ele, teneke kaşığı verdi; gitti iki çift, küçük, kamış edeğn& cikle», lipelip doldurduğu iki $ daha getirdi; bunlardan birini, evve” lâ saydınlık» dedikleri küçük avli da, yere, toz toprağın içine oturmuğ gözlerini uğuştura uğuştura, hâlâ ağ layıp duran, küçük kıza götürdü Pis ellerile gözyaşlarını sile sile, yü” zü çamur İçinde kalmıştı. Anası onu, yerden kaldırdı, güneş ten yanmış ve çatlamış katı elleril&; bu yüzcağızı biraz sildi; sonra dâ; çocuğun yamalı hırkasınm eteği ile Bu işi hafif hafif yapıyordu. Çünkü zavsili gözler, kan içindeydiler, çok acıyor dular, göz kapakları, kızıl bir yâ gibi, tersine dönmüştüler. Yavrucuk can &cisile inliyerek, b: şını annesinin elinden kaçırınca, dının yüreği sızladı ve çocuğu büst bütün incitmekten korktu, bıraktı. Evin önündeki, işlenmemiş tah' dan yapılma, uydurma bir masanıfi üzerine yemek çanağını korken, Ki lınca, şefkat dolu sesile de: — Haydi, gel, ye! dedi, Yavrucuk daha, kendine pek gü venmiyen adımlarla yürüdü, laştı, masaya tutundu, Güneş bal nın, altın ışıklarından korumak ter gibi, etrafı çepeçevre kızarık göl lerini yarı kapatarak, ellerini kâseyfi doğru uzattı. Anası: Yanarsın ha... bağırdı. l Çocuk duraladi ve yemeğini s0 gutmak için, usul usul, üzerine w meğe başladı. Annesi de üzgün üzgün ona baki yor ve; «Bir daha sefere, şehre saman sö! mağa giderken, söyliyeyim de bab? sına, oczaneye uğrayıp, göz ağrısın” iyi gelen bir merhem alıversin> diy düşünüyordu. Oğlan, vızıldanmağa başlamıştı; da yemeğini istiyordu. Kadıncâği ona da payını verdi ve gürültü birâ kesildi. Ana o kadar yorgundu ki, açlığı bile duyacak halde değildi. U: uzun içini çekti, alçacık kamış İske! lesini slip getirdi, kapının Önü oturdu. Derin bir nefes aldı, güneşin kız laştırdığı, sert telli saçlarını, şöy elile, arkaya doğru attı, Tarlalarını, topraklarını saran b sık dağlar, açık sarı bir renge boy nan gök'ün üzerinde, yavaş yav 'kararıyorlardı. Vadinin, derinliğine sığınmış ols$ akşam yeme için birer birer, ocaklar tutuşmaği başlıyor, ve dudnanları, ağır ağıfi durgun havada yükseliyordu, Ana, hoşnudluk duyuyordu. Şu yedi evlik Köycüğün, hiç bir çat&i altında, onun çocukları kadar güğ büz ve iyi bakımlıları yoktu. Kadif ların bazısı, ondan daha zengindi meselâ hancının karısında, muhağ kak birikmiş bir kaç para olaca çünkü ana'nın, daha kızlık za: nındanberi, hulyasını ne çok kurdi ğu, imrendiği, ve bir türlü de tak bilmesi nasip olmamış, mücevherlf ayarında, iki gümüş yüzüğile bir ç! te küpesi vardı. Amma elbette ki, para arttı tansa, yavrularının güçlerini ku lerini arttırmak, onların yanakla doldurmak daha iyi bir şeydi. Dedikodu yapmağı sevenler; hi cının, müşterilerden kalma et larını, çocuklarının önüne sürüp, dirdiğini söylüyorlardı. Halbuki kendisi öyle mi yapıyorü (Arkası v i Sıcaktır, diy

Bu sayıdan diğer sayfalar: