14 Ekim 1949 Tarihli Büyük Doğu Dergisi Sayfa 8

14 Ekim 1949 tarihli Büyük Doğu Dergisi Sayfa 8
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

e 24 KÂBE Allahın Evi ÖZÜ ERYÜZÜNDE, Arap illerin- de, Mekke bucağında bir nokta... Öyle bir nokta ki, hem yer yüzünden bir parça olarak bellibaşlı bir maddesi var, hem de bir remz şeklinde büründüğü ha- cim belirtisinin üstünde ve ötesin- de bir mânası... Bütün istikametler onun... Kâbe, zatiyle her istikametten münezzeh olan mutlak hakikate bağlı ve böy- leyken bir maddeye düğümlü mü- cerret istikamet noktası diye tarif edilse yanlış olmaz. Evet; bir mad- de noktası üzerinde madde ötesi mânanın en azametlisini görmek istiyen, Kâbeye baksın!,. Kâbe, her mekândan münezzeh ve mücerret Yaratıcının, tenzihi sıfatı bozul- maksizın, maddeye aksetmiş en üs- tün tecelli remzidir. Ve bu remz, madde ifadesiyle, zaten tavla zarı #ibi bir mikâp mâ- nasına gelen Arapçadaki medlülü- ne eş olarak, hacim mefhumunu se- kiz köşe ve altı satıh içinde sınır- lamış, intizamlı ve hendesi bir şe- kildir. HAKİKATİ NÜÇ asırdır bütün ibadet mekânlarının, duvar içinde mihrap isimli bir oyukla yüzlerini kendisine bağladığı, mil- yonlarca müminin, şimal, cenup, şark, garp, her taraftan ona göre ayarlanarak, istikametinde divan durduğu bu esrarlı nokta nedir? Bu nokta, Sahabilerden sonra Ümmetin en yüksek *ferdi olan İmam-ı Rabbani Hazretlerine, ikin- ci bin yıllık devrenin yenileyicisi sıfatını taşıyan veliler velisine gö- re, bir surettir; bir hakikatin su- reti... Bir suret ki, insan, melek ve cin, bütün mükellef mahlükların suretleri için secde noktası... Ve yi- ne o büyük zatın beyaniyle, bütün mahlük suretlerinin gizli hakikat- leri de, Kâbenin hakikati üstünde ayrıca secde noktasını bulmakta... 4 Yani, suretler Kâbenin suretinde secdeyi bulurken, hakikatleri de onun hakikatinde secdeyi buluyor. mam-ı Rabbani Hazretleri bu- yuruyorlar ki: «— Kâbenin hakikati, tereddüt- süz, bütün hakikatlerin üstüdür. Ona bağlı kemaller de başka haki- katlere bağlı kemallerin üstü...» Ve nihayet, İmam-ı Rabbani Haz- retleri, Kâbenin hakikatini, hiçbir kavrayışın uzanamıyacağı su mu- azzam tarifle çerçeveliyorlar: «— Sanki Kâbenin hakikati, kev- ni (yaratılmış ve oldurulmuş) ha- kikatlerle ilâhi hakikatler arasın- da (geçit) berzahtır.» Mümine mirac olan namaz, onun, ayakları yere basarken bu dünya yüzünden ötelere geçişini temsil | eder. Namazda, ötelerin şartından, bu dünyada alınan bir rayiha var... İşte bu hikmete dokunan İmam-ı Rabbani: «— Bu devletin ele geçmesi için, buyuruyorlar; biricik ölçü, namaz- da ilâhi hakikatlerin zuhuruna va- tan olan Kâbeye dönmektir. Kâbe, o cözülmez esrar tecellisine mih- raktır ki, dünyada, dış suretiyle dünyadır; fakat hakikatte öteler- den bir işaret... İşte namaz, Kâbe- Özsan! Kelime ve İştikak ER lisanda «safa» kelimesi, bi sevilen şeyi, onun zıddı olan keder de hoşa gitmiyeni ifa- de eder. Anlatırlar ki, Allahın Resulü, si- malarında hüzün gölgeleri taşıya- rak, bir gün Sahabiler meclisini şe- reflendirmişler ve buyurmuşlar: — Dünyanın saffeti gitti ve ke- deri kaldı. Bu Hadisin aslında, tasavvuf, so- fi ve mutasavvıf kelimelerinin saf- fetten geldiğine dair bir remz ve işaret vardır. Hattâ Allah Resullerinin saffet- le sıfatlanmalarındandır ki, Kur- Anda (ıstıfâ, estafi, yestafi, musta- fa) kelimeleri kendi haklarında gelmiştir. Demek ki, tasavvuf ha- kikatleriyle sıfatlanmak bütün Al lah Resullerinin zamanlarında gö- rülmüş ve benimsenmiştir. Her Nebinin zamanında kendi şeriati hüküm sürdüğü gibi, Pey- gamberler, mânevi hallerinin fe- yizleriyle de meziyetlenmeyi, üm- metlerinin yüksek tabakasına bıra- kırlardı. Mânevi saffet, Resullük, ve Nebilikle başlamıştır; ve tasav- vuf, şeriatlerin mâneviyatıdır. Üstat Ebülkasım demiştir ki: TN — Bu tâifeye sofi tabiri bir lâ- kap olarak yerleşti. Filân topluluk sofiye ve mutasavvifedir derler. Bu kelime için Arapcada bir şehadet, kıyas ve iştikak mevcut değildir. Kelime, kim bilir nasıl, sadece bir lâkaptan ibarettir. Tasavvuf kelimesinin, softan gel- diğini zannedenler de olmuştur. Sof, bu taifenin ekseriyetle giydi- ği kumaştır. Şeyh Sühreverdi «Avârif» isimli eserinde şöyle kaydeder: — Bazıları Sofi kelimesinin kay- nağını tetkik ederken, bunların kıymette en aşağı, tevazua çok ya- kın ve umumiyetle nebilerin elbi- sesi olan yünden libas edindiklerini .görmüş ve bu bakımdan kendileri- ne sofi lâkabı verildiğine hükmet- miştir. Gerçekten, Peygamberler Pey- gamberi, yetmiş kadar peygambe- rin sof giydiklerini haber vermiş- lerdir. İsa Peygamberin de daima yünden elbise giydiği malümdur. Hasan Basri: -- Bedir muharebesinde bulun- muş yetmiş zat ile görüştüm. Hep- sinin libası softandı. Demiştir. Sahabilerden bazıları da Bedir muharebesi Sahabilerini anlatır- ken, hepsinin elbiselerini softan yapılmış olarak bildirirler. «Sofi kelimesi, Ariflerin, ilâhi hu- İ zurda saf haline girmesinden ge- lir» diyenler de olmuştur. Bu id- ğine mik

Bu sayıdan diğer sayfalar: