29 Nisan 1937 Tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 8

Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

"_.' $ PC AŞ A'T.îı.'.' bt S BŞ Va tü o y $ F, . Yügoslavya Notarı —— Üreendm - ” ç Kafkas Şahikalarından Karpat Eteklerine Kadar Yayılan Şarkı Bled ufacık gölü, adacığı ve ilâhi dekoruile bir cennettir Makedonyayı Se- Yazan: Evvelâ, hayrete lâniğe kadar tanı- M * üşen ben, sonra, rım; — Hırvatistanı : Saw e türkünün kafkasça- muhtelif vesilelerle sını birlikte teren- biraz daha iyi tanımıştım; Eski Sırbis- tanı ise ancak bu defa biraz tanıyabil- dim., Fakat, Belgradda, Yugoslavya - nın muhtelif köşelerine mensup insan- larla tanıştıkça şunu gördüm ki, Tür - kiye ile Yugoslavya arasında, büyük bir sulh ve istiklâl siyaselinin temelini teşkil etmek üzere inkişaf eden dostluk ve ittifak, sade bir takım siyasi zaru - retlere değil, belki de ayni zamanda büyük bir kültür alâkasına istinat et- mek gibi çok kuvvetli alâkalara da sa- hiptir. “Türk okuyucularına —bugün, buna dair bazı malümat vermek iste - dim. İstanbulun, Bizans ve kilise musi - kisi e çok karışmış olan klâsik nağ - mesini bir tarafa bırakırsak, kulağımı- za temiz bir Türk melodisi gelir. Bu melodiyi çok iyi tanırız: Anadolu dağ- lJarının her gün birinden ötekine akse- den, çoban kavallarının ince olukların- dan süzülüp akan bu melodiye türkü derler; türkü, yani Türk melodisi. Bu melodi İstanbul şarkısına, yani şarklı mMusikisine de biraz girmiştir; fakat, o- nun en saf seslerini ancak Anadolu ©- valarında ve bilhassa, geçenlerde Tür- kiyeye gelmiş olan Bela Bartokun de- diği gibi, Anadolu dağları arasında do- laşan göçebelerde iduyabiliriz. Kürdi, Daği, Hüseyni, Daği Hüseyni gibi isim- lerle yâdedilen bu melodi, sade Anado- lunun değildir; İran Azerbaycanı, Kaf- kas Azerbaycanı ve.. Karpat eteklerine kadar bütün Yugoslavya, hattâ biraz da Macaristan bu melodiy! çok güzel tanır. Çünkü, tarih, Asyanmn örtala - rından süzülüp gelen bu melodiyi bü- tün bu iklim içinde müşterek bir. kül- türün malı yapmıştır. Meselâ, bir türkü vardır ki onun na- karatını çok iyi tanırsınız: Kaybettim, nazlı yâri, : ]E'ı's“ı .ia.ndmb:-n hi ' İr zam i her yerde olduğ gibi İstanbulda da çok dinlenen A:ıagıî dolu havaları arasında bu türkü de pek çok alkış toplamıştır. Ben bunu Kaf - kas kızlarının ağızlarından da pek çok dinledim. Orada güftenin ufak bir far- kı vardır: İtirmişem (1) nazlı yâri, Sen ağlama, ben ağlayım! Nisanın on sekizinci pazar günü Bel- graddan seksen kilometre uzakta bir öğle yemeği davetine giderken Asım Usla benim bulunduğum otomobilde bir l'gîslekdaşm'» bayanı da vardı. Sek- sen kilometrelik yol, şarkısız gidilmez. h?eslekdaşhk teklifsizliği î'asmda, bîz de derme çatma, hatırımıza gelen türküleri söylemeğe başladık, Bir ara- lık, — meslekdaşın refikası, — du - daklarında bize bir sürpriz yapr makta olduğundan emin bir tebessümle, bir hava tutfurdu. Bu, sırpça bir hava idi, fakat, melodi ay - nen bu bizim tanıdığımız melodi! (1) Kaxi;etmek demektir. » nüme başlayınca Asım şaştı, kaldı. De- mek, bu, bir Türk havası idi! O gün, yolda daha bir çok hava din - ledik. Bunların bir kısmı, Makedon - yaya ait halk havaları - ki melodileri hep bizim tanıdığımız şeylerdi - bir kısmı da doğrudan doğruya Kafkas ve Anadolu havalarıydı. Bunların hepsi - nin güfteleri, sırpça ve hemen hepsi - nin de güfteleri tercüme değil, türkçe- sinden büsbütün ayrı olan şeylerdi. Benim bu işlere alâkadar olduğumu gören meslekdaşlar, akşam beni bir çalgılı kahveye götürdüler. — Burada Yugoslavyanın en güzel sevdalinkalarını dinlersiniz, Dediler. Sevdalinka, sevda şarkısı, 1lirik ve halk şarkıları demektir. Sırpça, lirizmi böylece, sevda ile karıştırmış ve buü türkülere bu ismi vermişti, Bir çok sevdalinka dinledik. Bun - ların aralarında: Kâtip benim, ben kâtibin el ne karışır | Kâtibime setire palto ne güzel ya - raşır! Gibi İstanbul Şşarkılarınm sırpça güftelisi olduğu gibi doğrudan doğru- ya türkçe söylenen: Çaresiz dertlere düştüm, yok mu ba- na bir çare! Gibi Türküler de vardı. Sırpça güf- telileri halk nasıl hararet ve heyecanla alkışlıyorsa, türkçe güftelileri de ayni | heyecanla alkışlıyordu: Kaydetmeli - yim ki, bu havaları çalan çingene çal- gıcılar, çalgı takımlarına - daha başka türlü bir çeki düzen vermişler ve ha - valara başka bir eda koymuşlardı. Çin- gene kızının, ayağa kalkıb, eline sırp- çası dayire olan tefi alarak çalgı takımına hâkim bir sesle öyle bir şarkı söyleyişi ve dayirenin zilleri ile par - maklarına öyle bir dil verişi vardı ki bakikaten, havanın heyecan — vermesi için, güftenin sırpça veya türkçe veya çince oluşunun hiç bir ehemmiyr | kalmıyordu! Bu halk havalarına orada verilen canı, henüz bizim çalgıcıları - mız ve okuyucularımız veremezler. * İstanbulun üçte biri kadör olan Bel- gradda bir çok çalgılı kahveler, yani sevdalinka çalınan yerler var. Bunlar sabahlara kadar Belgradin her sınıf in- sanlarile dolup boşanan yerlerdir. Her kes, her sınıf insan burada kendisini mesteden bir musiki havası bulur ve hem yer, içer; hem de aşk ve şevk ile her havayı alkışlar. Balkan Truhunun heyecan içinde coştuğu bu çalgı yerle- rinde şimdi güftelerini hatırlıyamadı- ğım, fakat, bugün bile bizim aramızda terennüm edilen bir takım Balkan ha- vaları ile Kafkas türküleri birbirine karışmış olarak terennüm ediliyor. Bu suretle müşterek bir melodi kültürü, Türke de, Sırba da, Bulgara da, hattâ Makedonyalıya ve Yunanlıya da ayni zevk ve heyecanı tattiıriyor. Fakat, | hepsinin üstünde, bu, Kafkastan Kar-| |ğim da inzimamile -ai — — Korku Hikâyeleri lini istiyen Ölü Nakleden: Fikret Adil Yazan : Conan Doyle “ Amcam doktor Sir *Dominik Holden a - sabi bir rahatsızlı - artık işten çekilip te uzun müddettir ya- şadığı Hindistandan gelince, beni de, di- ğer yeğenleri gibi e- vine davet etmiştf. Sir Dominik Hol: den, doğduğu Wilte hire kontluğundaki ' asırdide malikâne » * sinde — oturuyordu. * Kendisini hiç gör » memiştim, kendimi - bildim bileli, o, Hin distanda idi. Fakat doktor olarak şöh - reti bütün dünya - ca malüm olduğu i- çin onun mevcudi - yetile iftihar ediyor ve kendisini bir an evvel tanımak için can atıyordum. Bu sebepten davetini alır almaz, der- hal hareket ettim. Ve istasyondan in - dikten sonra, araba ile hazin ve tariht eserler dolu yerlerden geçerek akşam üzeri malikâneye vardım. Amcam, beni, lâmbaları yanmamış, yalnız ocakta yanan odunların alevi ile aydınlık bir salonda kabul etti. Sir Dominik gayet uzun boylu, sağ- lam yapıli bir adamdı. Gür kaşları göz- lerini kapatıyordu ve çalılıklar içinde saklanmış, etrafı tarassut eden nöbet- çilerinki gibi dikkatli ve parlak gözle- rile bana bakıyordu. Onun bakışların- dan, derhal, çok müdekkik ve nüfuzu nazara sahip birisi karşısında olduğu - SŞ yordum. İri, yarı olmasına rağmen fev- kalâde zayıftı ve elbiseleri, âdeta üze- rinden düşüyordu. Yüzü, derin ve bü- yük ıztırap çekmiş olanlara mahsus çizgilerle dolu idi. bir nezaketle karşıladı. Ve biraz sonra içeri giren Ledi Holdene takdim etti. Yemeğe oturduk. Yemekte, Hintli, tunç renkli, fakat met ediyor, işi olmadığı zamanlar gi - | dip efendisinin sandalyesi arkasında elpençe divan duruyordu. Ledi Holden ufak, tefek, kibar bir kadındı. Öteden, beriden bahisler açı- yor, neşeli mevzulara temas ediyordu. Amcam da ona iştirak ediyordu. Fakat biraz sonra, her ikisinın neşesinin yap- macık olduğunu, derin sükütlara düş- tüklerini farkettim. İkisinin de birbir- lerine bakışlarından müthiş bir ıztı - rap çektiklerini anlıyordum. Yemekten sonra küçük bir salona geçtik, kahvelerimizi orada içtik. Âm- cam biraz daha konuşkan olmuştu ve söz, bilmem nasıl, ruhi tetkikler vadi- sine döküldü. Amcam, benim bu gibi meselelerle meşgul olduğumu biliyor- du. Belki bunun için sözü bu cihete nakletmişte. Kahvelerimizi içtikten sonra bana: — Doktor, dedi, birer puro içer mi- yiz? Kabul ettim ve Ledi Helden'den mü- saade alarak, sigara salonuna geçtik. Ambcam bana bir puro verdi, yaktı, kendininkini de yaktıktan sonra derin bir süküte daldı. Bu sükütun sıkıcı tarafı yoktu. Bilâ- kis bende bir merak uyandırmıştı, zira, amcamın, benimle çok ciddi bir mesele üzerinde konuşmak Üüzere olduğunu pat eteklerine kadar, tarıh içinde ken- disini aksettirip giden tatlı Türk me - lodisi hâkimdir. Asyadan süzülüp ge- len ve tarih tarafından bestelenen bu melodinin güftesi ne olursa olsun, ruh daima ayni ruh, temiz ırmaklardan, ye- şi! dağlandan ve kırmızı çiçeklerden il- ham alan bir aşk duygusunun tatlı, ve ruhlara rikkat veren ses... Bütün Türkler, bütün İranlılar, bü- ltün Balkan çocukları, hayata gözlerini açarlarken, kulaklarında hep bu sesi du yarak dünyaya geliyorlar! KES, - Muhittin Birgen ÖLi A aB a ASA A İ A B A K mu anlamıştım. Ben de onu tetkik edi- Beni eski asilzadelere mahsus büyük | gayet hürmetkâr ve sessiz bir uşak hiz- , anlamıştım, lüzumsuz yere onun -sü - kütunu bozmak istemiyordum. Niha - yet: —& < — Sizinleş dedi, daha bugün tanış - tım. Fakat hem yeğenimsiniz, hem de, benim giBi bir doktorsunuz. Bu itibar- la sizden bir hizmet rica edebilirim. Ona her hangi şekilde olurnsa olsun hizmette bulunabileceğimi söyledim. Sordu: ; — Siz, hayaletlerden korkar mısınız? — Hayır. Hattâ, iki sene evvel, te - kin olmıyan bir evde bütün bir gece kaldım. -— ©O halde beni takip ediniz. Kalktık, birinci kata çıktık. Loş bir koridordan geçtik. Amcam dipte bir kapının önünde durdu, açtı. Burası bir lâboratuvardı. Raflar üzerine dizilmiş büyük şişeler içinde bir doktoru alâka- dar edecek ve bir tıp müzesini kıskan- dıracak derecede nadir «parça» lar vardi. Bü «parça» lar garip ceninler, muhtelif ve nadir «tumeur» lar, Hin -|, distana mahsus mahlüklar ve saireden | | ibaretti. Hayran hayran seyrine daldım. Am- cam etrafı gözden geçirmemi bekledik- ten sonra: — Belki, dedi, teklifimi garip bula - caksınız, Size, geceyi burada geçirme- nizi söyliyeceğim. Muhayvelenizi, gör- mek ihtimaliniz olan hâdiselerle meş-| gul etmemek için de, ne sebepten bu teklifi yaptığımı söylemiyeceğim. Maa- mafih, bir lâboratuvarda yatmak ve| gayri tabit hâdiselere şahit olmak sizi rahatsız ederse, derhal teklifimi geri alıyorum. Gittikçe merakım artıyordu. Bir dok- tor ve bir müşahit için böyle endişele- rin vaki olamıyacağını söyliyerek ka - bul ettim. Amcam buna memnun oldu ve: i — Şayet, dedi, bir şeye lüzumunuz olursa, benim odam, sizin odanızdan itibaren soldan ikinci kapıdır, istedi ğiniz zaman gelebilirsiniz. Rahatsız e- deceğim diye çekinmeyiniz, zira, ben, dönt senedenberi, geceleri uyuyamıyo- Tum, Amcam, lâboratuvarın bir köşesin - deki geniş kanapenin üzerine hazırlan- mış olan yatağı gösterdi ve çekilli. Pantalonumu çıkarmadan kanapenin Üzerine uzandım. Başucumdaki mumu söndürdüm, beklemeğe başladım. Lâ - boratuvarda, lâboratuvarlara mahsus ağır bir ecza kokusu vardı. Pencereden aydınlık geliyordu. Dışarıda “mehtap vardı. Acaba ne olacak diye düşünüyor, u- yumamağa çalışıyordum, Lâkin uyku ile mücadele çok güç bir şey. Zaman zaman dalıyordum. Nihayet tamamile daldım ve uyumuşum. Aradan bilmem ne kadar zaman geç- ti, birdenbire uyandım. Odada hafif bir gürültü olmuştu. Ayın pencereden giren ziyası, odanın muayyen bir kıs- mını aydınlatıyor. Diğer taraf karan - lıklarda kalıyordu. Biraz s&onra göz - lerim karanlığa alıştı ve o zaman, oda- nın içinde, duvara sürünerek bir insa- nin dolaştığını gördüm.*Adam, iler - lerken, ayın aydınlattığı kısma geldi ve onu tamamen gördüm. Bu, koyu kurşuni entari kır renkli bir adt idi, Başı tıraş edil miş. Lâkin tep w © den bir tutam 87 — barkıyordu. adımlarla ilerli lâboratuvarın râ | Üzerindeki şiş€ ! birer birer dikk bakıyor, — için korkunç vücut diyor, bırakıyor, ©— başkasına geçiyo? du, Hepsini mu4â, | ne ettikten pon” | geldi, kanapenin © nünde durdu, | döndü, iki elini den gök yüzüne d02. | ru bir facia ak gibi kaldırdı ve boldu. İki elini, diyorum. Buna iki el dö/ mek doğru olmaz, Zira, adamın söl © yöktu, bileğinden kesikti. Ellerini YÜ | karı kaldırdığı zaman entarisinin ' ları sıyırılmış, bunu sarahaten görmi tüm, Hem bu adamın hali o kadar ,bil idi ki, onu, amcamın Hindli uş: a larından biri zannetmiştim. Fakat denbire kayboluşu ve karşımda dutâ | rak bana yaptığı hareket üzerine, selede bir gayri tabillik olduğunu â” ladım. Kalktım, lâmbayı yakarak OU nın her tarafını aradım. Adam yo* ve bir tek olsun iz bırakmamıştı. — — Sabaha kadar uyumadan bekledi ” Hiç başka bir şey olmadı, Şafakla Pt raber, amcâm geldi, hafifçe ka gll vurdu, içeri girdi. Beni uyanık göre ce, daha selâmlamadan sordu: | — Gördünüz mü? Gördünüz müt — Bir eli olmıyan Hindliyi mi? — | — Evet. Amcamın kanapenin bir ucuna * turdu. — Dört senedenberi, dedi, buradâ sun, Hindistanda olsun, karada V—” denizde, bir gece geçmez ki bu 90 gelip görünmesin. Her gece, ayni F* 3) . 1 ııl "İ ğ | ' '3 te, gelir, yatağımın başıucunda dik” sonra gider, etrafı arar. l “— Peki ne arar? — Elini mi? _'; ' — Evet. Size anlatayım, Bundan “| sene evvel, bir gün Peşavere gitmiis.. tim. Orada, Efganistandan gelmiş "« kervana rastladım. Kervanla gelen” , den biri bana müracaat etti, elini * terdi. Bu adam Kafiri bir kabil', mensuptu. Eli sarkom cinsinden —4 hastalığı tutulmuştu. Kendisin& ©, ni kestirmediği taktirde hayatının "4 likede olduğunu söyledim. Uzun bf 4 reddütten sonra buna razı oldu, $0* ” , ni, bileğinden kestim, Adam, banâı meliyat için kaç para istediğimi 50 Bu o kadar tuhafima gitti ki! Zirâ - vallının halinden meteliksiz ol belli idi. Kendisine, gülerek, ame ücreti olarak, elini bana bırak söyledim. Şiddetle itiraz etti. sorunca, anlattı. Onun dinince, san ölünce, bütün vücudunun rının bir arada olması ve göm şart imiş. Aksi taktirde, ruhu el muztarip olurmuş. Kendisine, € lene kadar nasıl saklıyabileceğiti dum. Tuzlıyacağını, öylece saklıy? ğını söyledi. Buna imkân olma benim, tuzdan daha iyi ilâçlarlâ muhafaza edebileceğini anlattım: “ g! dam buna inandı, ve öldüğü zamâf de etmek şartile, elini bana bırak? razı oldu. Bu pazarlığa pek ehe vermeden kabul ettim ve eli aldi' y radan bir kaç sene geçti ve biF f Bombayda büyük bir yangın oldU (4 vim bu yangında yandı. L âborat” gi rımdaki eşyadan ve müzemden P” bir şey kurtarabildim. Yanan ŞEY ; rasında bu adamın eli de vardı- sene evveline kadar, bu hâdise bile gelmemişti. Fakat dört sene © bir gece, müthiş bir surette sar5” | SE sak tüi Pati se e d l z İ YA G (Devamı 10 uncu _safl BÜ Di hd L A E

Bu sayıdan diğer sayfalar: